İncelememiz esnasında vakıf çeşitlerine muhtelif vesilelerle değinmiş bulunsak da, bunların tasnif edilmiş bir halde ve toplu bir şekilde verilmesi kanaatimizce zaruriydi. Her biri çok farklı hususiyetleri haiz olmalarına rağmen, vakıf tarifinin gerektirdiği unsurlara sahibtirler. Bunların bilhassa önemli ve anlaşılmasını zorunlu gördüğümüz noktalarının üzerinde biraz daha teferruatlı bir biçimde duracağız. Vakıf çeşitlerini belirlerken, mahiyet, mülkiyet, idare ve kullanım şekilleri, mevkûfun vasfı, işletmeleri ve işletilme biçimleri gibi temel farklılıkları esas aldık.

Bu tasnifte Ahmed Akgündüz’ün “Vakıf Çeşitleri” isimli makalesinin yanı sıra başta TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere değişik kaynaklardan faydalandık.

Tasnifimizde de görüleceği üzere, vakıflar başlangıçta temel tarif unsurlarını taşıyan basit yapılarken, zaman ve mekân farklılıklarıyla beraber çok farklı şekiller almışlardır. Yerinde getirilen çözümlerin yol açtığı bu yeni durumlara tatbik hali, son bir asırdır kesintiye uğramıştır. O yüzden en son 19. Asrın sonlarına kadar olan vakıf çeşitleri incelememizin konusu olmuşlardır.
Bu notu bildirdikten sonra bahsimize başlayabiliriz.
 
Yararlananları (mevkufun aleyh ya da meşrutun lehleri) itibariyle vakıf çeşitleri iki kısma ayrılmaktadır:

A) Hayrî Vakıflar: Bunlar doğrudan doğruya kurbet, yani Allah rızası amacıyla kurulan ve yararlananları bütün insanlar veya fakirler olan vakıflardır. Yararlananların %30’u fakirler olan vakıflar bile Osmanlı Fetvahane-i Ali’since hayrî vakıf sayılmıştır. İslâm tarihi boyunca kurulmuş vakıfların kahir ekseriyeti hayrî vakıflardır. Sosyal açıdan işlev sahibi vakıflar bunlardır. Birçok hayır müessesesi bunlar vasıtasıyla kurulup idame olunmuştur.

B) Zürrî Vakıflar: Bu çeşit vakıflara evlâtlık, evladiyelik veya ehil vakıflar da denir. Aslında dar kapsamlı aile vakıflarıdır. Vakıftan yararlananların sayısı yüzden aşağı ve genellikle vakfedenin zengin yahut fakir hısımlarından ibaret bulunan ve fakirlerin faydalanması vakfın meşrutun lehlerinin (vakıftan faydalanan kişiler) soyunun kesilmesi şartına bağlanan vakıflara zürrî vakıflar denir. Fakirlerin faydalanması veya herhangi bir hayır işine destek olması şartları vakfiyeye konmadığı ya da vâkıf tarafından beyan edilmediği zaman bile, vakfın tüm meşrutun lehlerinin ölmesi durumunda kendiliğinden vakfın gelirleri fakirlere verilir. Bu dağıtımda usûl en yakındaki fakirlerden başlama biçimindedir. Her ne kadar bu vakıfların câiz olup olmadığı hususunda birçok tartışma yaşanmışsa da, fukahanın genel kanaati miras hükümlerini iptal gayesi bulunmamak şartıyla câiz oldukları istikametindedir. Günümüzde de devam eden vakıf gelirlerinden hak isteme (galleye istihkak) davaları, bu vakıflarla ilgilidir.

Bu tür vakıfların ilk örneklerinin Sahabe-i Kiram (R. Anhüm) tarafından Resûlullah Efendimiz (SAV)’in tavsiyesiyle kurulduğunu biliyoruz. O yüzden bunların aslen cevazı konusunda bir tartışma olamaz. Ancak sonraki dönemlerde, art niyetli bazı kişilerin İslâm’ın miras hukukuna dair emirlerinin arkasından dolanmak maksadıyla bu vakıfları kullanmaya kalkışması tartışma konusu olmuştur. Bazı çocukların ya da aileden bir kişinin meşrutun leh kılınmasıyla, miras hakkı olan diğerlerinin mağdur edildikleri açıktır. Ayrıca, vakfın meşrutun lehi olan kişinin zengin olması da işin doğrusu vakfın ihtiyaç sahiblerine yardım mantığıyla ilk bakışta çok uyuşmamaktadır. Daha da ötesi, bütün aslî mirasçılar vakıftan faydalananlar kılınsa bile, insanın biriktirdiklerini çocukları ve sonraki nesiller çarçur etmesin ve her ay ya da her yıl düzenli gelirleri olsun düşüncesiyle vakıf kurulmasının ve bütün mal ve mülklerin bu vakfın mevkufu yapılmasının, tarifi gereği tamamen Allah rızasını gözetmesi gereken bir kurumla bağdaştırılması zor gözükmektedir.  Bilhassa Abbasîlerden itibaren çokça başvurulan devlet hizmetinde bulunanların mallarını “müsadere” yönteminin bu vakıfların yaygınlaşmasında etkisi olduğu inkâr edilemez. Toprak mülkiyeti edinme işleminin İslâm ülkelerinde sınırlandırılması ile bu vakıflar arasındaki bir ilişkinin mevcudiyeti ise kesindir. Bütün bu hususları, vakıf-toprak/rantiye ilişkisi ile birlikte bilahare bu bölümün sonunda ele alacağız.
 
Konusu itibariyle (mülkiyet durumuna göre) vakıflar da “sahih ve gayr-ı sahih (irsâdî)” olmak üzere iki kısma ayrılmaktadırlar:

A)Sahih Vakıflar: Bunlar, konusunu mülk arazi veya diğer mülk menkul ve gayrimenkul malların teşkil ettiği ve her çeşit maddi varlığının mülkiyeti vakfın hükmü şahsiyetine ait olduğu vakıflardır. Rakabesi (kuru mülkiyeti) ve bütün tasarruf hakkı vakfın tüzel kişiliğine aittir. Bu tür vakıflara Osmanlı arazi kanunu hükümleri uygulanmazdı. Terim olarak vakıf denilince, aslında bu tür vakıfların anlaşılması gerekmektedir. Diğerlerine (irsâdî olanlara), mülkiyetin vâkıfa at olmamasından ötürü, vakıf denilmesi bir nevi mecaz olmaktadır. Yoksa sahih kelimesinin hukukî manada kullanılması söz konusu değildir.

B) Gayr-ı Sahih Vakıflar: Bu çeşit vakıflara irsâdî vakıflar veya tahsisat kabilinde vakıflar da denilir. Bu çeşit vakıflar, devlete ait bir arazinin, kuru mülkiyeti (rakabesi) yine devlette kalmak şartıyla, sadece gelirlerinin (menafinin), devlet başkanı veya yetkili bir şahıs tarafından, hukuken beytülmalden istihkakı bulunan bir cihete tahsisinden ibarettir. Yani devlet; eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri gibi bazı hayır amaçlı kamu hizmetlerinin finansmanı için devlete ait hazine arazisinin gelirlerini vakıf adıyla devamlı olarak tahsis etmektedir. “Gayr-ı sahih” denmesinin sebebi, vakfın tarifindeki mülkiyet şartını yerine getirmemesindendir; yoksa hukukî açıdan geçersiz anlamında değildir. Devlet Başkanı veya onun izniyle, hazine arazisi üzerinde meydana getirilen bu tür tahsislere, hasredildiği hayır cihetine tahsisinin devamlılığından dolayı vakıf ismi verilmiştir.

Bu tür tahsisler üç türlü olmaktadır:

Yalnız öşür ve rüsumatı (resimleri, vergileri) sultan tarafından bir cihete (hizmete) vakıf ve tahsis olan araziler,

Yalnız kullanım hakları sultan tarafından bir cihete (hizmete) vakıf ve tahsis edilmiş olan araziler,

Hem kullanım hakları ve hem öşür ve rüsumatı sultan tarafından bir cihete vakıf ve tahsis edilmiş olan araziler

Bu üç kısımdan yalnız birinci kısımda, Osmanlı arazi kanunları hükümleri uygulanırdı. Diğer iki kısımda kullanım hakları vakıf tarafına ait olduğundan onlarda arazi kanunu hükümleri uygulanmazdı. Yani sahih vakıf hükmünde addedilirdi.

Meşruiyet dayanağını, İslâm’ın ilk dönemlerinden beri bütün İslâm topraklarının ikiye bölünmesinde bulmaktadır: Arabistan yarımadası ve diğer İslâm toprakları. Arabistan yarımadasının dışında kalan tüm İslâm toprakları, devlet nezdinde “vakıf arazi” idi. Bunun gerekçesi de buraların bütün ümmete vakfedilmiş olmasıydı. Bu yüzden devlet reislerinin iktâ’ tasarruflarında ve devletin kendisine ait gelirleri belirli hayır cihetlerine tahsis edebileceği düşüncesinde bu anlayışı görmek mümkündür. Gayr-ı sahih vakıfların ortaya çıkışı bazı iddiaların aksine, Eyyubiler devrine rastlamaktadır. Daha sonra alabildiğine çoğalan bu çeşit vakıfları hukukçuların çoğunluğu meşrû kabul etmektedir. Osmanlı Devleti zamanında ise, devletin eğitim, sağlık ve birçok sosyal hizmetleri bu çeşit tahsisler, yani gayr-ı sahih vakıflar eliyle yürütülmekteydi.

İrsâdî vakıfların konusunu, hazine arazisinin devlete ait gelirleri teşkil etmektedir. Vakfeden durumunda ise, bizzat devlet reisi (sultan) yahut sultanın izin verdiği arazi mutasarrıflarıdır. Bu çeşit vakıflarda vakıftan yararlananlar, beytülmalden istihkakı olan, yani masrafları hazinece karşılanması icabeden bir hayır cihetidir. Ancak bu esas her zaman tatbik edilemediğinden gayr-ı sahih vakıflar da kendi arasında ikiye ayrılmıştır:

Birincisi sahih tahsisler yani beytülmalden istihkakı bulunan hayır cihetine yapılan tahsislerdir. İkincisi ise, gayr-i sahih tahsisler, yani beytülmalden istihkakı bulunmayan cihetlere, meselâ aileye ve özel şahıslara yapılan tahsislerdir.

Gayr-ı sahih vakıflar, mirî arazi hükümlerine tâbidir. Mahiyeti itibariyle bir kamu hukuku tahsisi durumundadır ve çoğunluğu mazbut (yönetimi devlette olan) vakıflardır. Müstesna vakıfların tamamı da bu çeşit vakıflardır. Bu sebeble 1274/1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, miri arazi kadar tahsisat kabilinden vakıfların hükümlerini de tanzim etmiş bulunmaktaydı.

Devlet tarafından bu çeşit vakıfların kurulup bunlara büyük imkânlar verilmesinin arkasında, yapılan eserlerin kalıcılığını sağlama arzusu yatmaktaydı. Yani esas sebeb kamu menfaatidir. Zaten bu vakıflar, gelirlerini ve/veya ürünlerini aldıkları toprak üzerinde herhangi bir hak talebinde bulunamazlardı. Bu vakıflar, büyük camilerin, imarethanelerin, hastanelerin, yolların ve suyollarının, hac yollarının, Haremeyn-i Şerifeyn’in personel ve bakım masrafları için kullanılırdı. Devlet arazilerinin vakıflaştırılıp bu şekilde tahsisi, büyük eserlerin banisi olan sultanların ve onların izniyle diğer ileri gelenlerin Allah rızası için yaptırdıkları eserlerin ebediliğini temin etmekteydi. Zira bu tür yapı ve hizmetlerin ciddi gelirlere ihtiyacı bulunmaktaydı; vakıflar da, hangi İslâmî idare gelirse gelsin dokunulmaz olduğundan bu hizmetlerin gelirlerinin kesilmesinden endişe edilemezdi.

Ancak Fatih Sultan Mehmed, başa geçtikten bir süre sonra, devlet arazilerinin ciddi bir kısmının bu şekilde tahsis edildiğini görmüş ve bu yüzden bu vakıfların önemli bir kısmının tahsislerini iptal etmişti. Büyük bir çalkantıya yol açan bu hadiseden sonra, oğlu Beyazıd tahta çıkınca, tahsisleri tekrar eski muhatablarına iade etmişti. Yerinde kullanılmayıp bir davaya nisbet olunmayan her işin haddi zatında “zarar” olmasına güzel bir örnek olan “irsâdî” vakıfları, bölüm sonunda biraz daha derinlemesine tetkik edeceğiz.

Gelecek sayımızda vakıf çeşitlerini ele almayı sürdüreceğiz.


Baran Dergisi 503. Sayı