Şer’an, bir vakfın kendisinden (aynından) veya her tür gelirinden (gallesinden) faydalanma hakkı olanlar (Mevkufun aleyh) konusu, Elmalılı Hamdi Yazır’a göre vakıflarla ilgili en önemli husustur. Bir vakfın şeklini belirleyen, vakfedilmiş malın cinsi, arazi ise mülkiyet yapısı ve mevkufun aleyhlerin mahiyetidir. Hakikaten meseleyi kısaca bir mütalaa ettiğimizde bile, bu hususiyetlerden en mühiminin mevkufun aleyh bahsi olduğunu görmekteyiz. Bir vakfın sırf kurbet yani Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle mi yoksa çoluk çocuğuna har vurup harman savuramayacakları, kimsenin ellerinden alamayacağı bir şeyleri miras bırakmak gayesi ile mi kurulduğunu, mevkufun aleyhin yapısından anlayabilmekteyiz. Sırf hayır maksadıyla kurulan hayrî vakıflar (mescid, medrese benzeri yapılar ile yoksulları doyurmak ve fakir talebeyi okutmak vb. için kurulmuş vakıflar) bir tarafta, meşrutun lehi belli kişiler, özellikle de kişinin kendi evlad ve ailesi olan zürrî vakıflar diğer tarafta yer almaktadırlar. Bunların hepsi, şekil şartlarını yerine getirdikten sonra şer’an makbuldürler. Ancak hem önemli bazı nüans noktaları bulunduğundan hem de İslâm’da vakıf meselesinin daha iyi anlaşılması açısından mevkufun aleyh bahsinin daha teferruatlı bir biçimde ele alınması gerektiği kanaati bizde hasıl oldu. Bunu da incelediğimiz eserler arasında konuyu en derinlemesine ele aldığını gördüğümüz Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Ahkâm’ül-Evkâf” isimli eseri üzerinden gerçekleştireceğiz. Yararlandığımız kaynak, bu eserin Nazif Öztürk tarafından sadeleştirilmiş hali olan “Elmalılı Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar” isimli kitab…
Elmalılı’ya göre bir vakıf, mevkufun aleyh’siz olamaz. Eğer mevkufun aleyh eğer vasfen değil de ismen belirlenmişse, buna meşrutun leh (vakfın kendilerine şart kılındığı kişiler) denir. Mevkufun aleyhi bulunmayan vakfedilmiş mallar, terk ve ihmal edilmiş demektir ki, şer’an dağıtıma dâhil olacağından haramdır. Hâlbuki vakıf tarifindeki en önemli şartlardan birisi, te’biddir, yani ebediyen baki kalmadır. Bu hem vakfedilen mal, hem de vakfın kendisine hasredildiği kesimler için böyledir. Mevkufun aleyhin vakfın kuruluş şartları arasında olmadığını söyleyen İmam Ebu Yusuf’un içtihadı da yanlış anlaşılmış gibidir. Ona göre her hâlükârda her vakfın mevkufun aleyhi fakirler ve miskinlerdir ve bu yüzden bir vâkıf, vakfından faydalanacakları alenen telaffuz etmezse bu kesimleri mevkufun aleyh göstermiş sayılır. İşte bu sebepten ona göre mevkufun aleyhin vakfın tesisinde zikredilmesi şart değildir.
Bu açıdan bakınca zaten bütün mezhebler nazarında aleni olsun ya da olmasın ebedi bir mevkufun aleyhin bulunması gerektiği açıktır. Bunun da Allah’ın kullarından (ibadullah) ibaret olması lazım gelmektedir. Çünkü bütün mülk, ibadullahın (Allah’ın kullarının) faydalanması için yaratılmıştır. Fakat Allah’ın kulları söz konusu olduğunda şahsen bir ebedilik düşünülemeyeceğinden, mevkufun aleyhlerin bütüncül ve şahıs üstü bir unvanla (küllî unvan) belirlenmeleri lazım gelmektedir. Bu unvanın işaret ettiği kullar, müteselsilen ve birbiri peşi sıra mevkufun aleyh olurlar. Bu suretle aslî mevkufun aleyh, her vakıfta, kıyamete kadar varlığı mukadder olan ve söz konusu bütüncül unvanın altında bir çeşit birlik meydana getiren ibadullahın tamamıdır.
Eğer vakıftan yararlanacaklar şahsen sınırlandırılırsa, vakfın meşruluğu ve sıhhati, bu kişilerin dışında kalan, açık bir şekilde belirtilen bir genel vasıf altında toplanacak ebedi bir kullar silsilesidir. Bu bütüncül vasfa (küllî vasıf) da vakfın ciheti denir.
Ancak burada ortaya çıkan mesele, doğal olarak, Allah’ın kullarının haricinde bir cihet istikametinde bir vakfın kurulup kurulamayacağıdır. Hafizüddin’in kaleme aldığı meşhur Hanefi fıkıh eseri “Bezzaziye”den naklen Zeynüddin İbni Nüceym’in “Bahr-i Raik”inde şöyle bir bahis geçmektedir:
<<İmam-ı Azam’a göre bir adam malını köprüler yapmak, yollar düzenlemek, kabirler kazmak, çeşmeler akıtmak için vakfetse caiz olmaz. Fakat mescid için durum böyle değildir. Aynı şekilde bir adam tarlasını, vakıf “Kur’an Mushafları”nın tamirine vakfetse, bu da sahih olmaz. Çünkü (bunlara dair) örf yoktur.>>
Ancak yine aynı eserde cihat ve kaza, ölü kefenlenmesi ve kabir kazılması için kurulacak vakıfların caiz olduğu zikredilmektedir. Görünüşte birbirine zıt gibi görünen bu iki nakilden ve bu içtihadların illetini oluşturan sebeplerden anlaşılan şudur: Bizzat Allah’ın kullarının faydasına olacak hususlardan başka cihetlerde mevkufun aleyh tayin etmek, kıyasen caiz görülmemiştir. Bunlara yalnız istihsan yoluyla cevaz verilmiş ve bu şekilde istihsan örf sayılmıştır. Eğer o zamanlar örften olmasaymış, İmam-ı Azam’ın, mescide bile bir şeyin vakfını caiz görmeyeceği iktibastan anlaşılmaktadır. Sonraları diğer hayrî sahaların (çeşme, yol, han, kervansaray, vs.) imarı örf haline gelmiş, dolayısıyla bunlara yönelik vakıflar da, örfe istinad ederek caiz olmuşlardır.
Burada fıkıh açısından son derece mühim ve Müslümanlara hareket sahası kazandıran bir husus görüyoruz. Örf, bilhassa Hanefî mezhebinde, haram ve helallerin belirlenmesinde bile referans kabul edilecek bir ağırlığa sahiptir. İslâm’a muhatap anlayış davasının bizce merkezî noktasını oluşturan başlıca unsurlardan örfe istinad olmasaydı, bugün dünyadaki bütün Müslümanların Arab kavminin Resûlullah Efendimiz (SAV)’in yaşadığı devirdeki gibi yemesi, içmesi, giyinmesi, vs. gerekirdi. Ev içi düzeni, bütün şehir hayatı da bu istikamette tanzim olunmak zorunda kalırdı. Bir bölgenin ahalisi arasındaki itiyad diyebileceğimiz örf, meşruiyetini yine dinin temel kaynaklarında bulur. Bunlarda alenen yasaklanmayan ve dinin ibadet kısmına dâhil olmayan, farklı milletlerin farklı uygulamaları, “dinde aslolan mubahlardır” ilkesince caiz görülmüştür. Hatta kimi zaman bu örf, dinî yaptırım gücüne bile kavuşmuştur. Mesela, erkeklerde “setri avret” göbek ile diz kapağı arasıyken, insanlar arasında, çarşı pazarda böyle dolaşmak edebe ve dolayısıyla dine mugayir bir vaziyet arz edebilir. Yani dinen cevaz verilmiş bazı uygulamalar, yerine göre yasaklanabilir. Diğer taraftan o anda, dinen cevaz verilmeyen bazı konularda da, mesela İmam-ı Azam Hz.’nin yukarıdaki fetvasında olduğu gibi, örf, miyar kılınabilir. Yeniliklerin cemiyet tarafından özümsenmesi, her değişen nesilde, kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş örfün de tedricen hem görüntü hem mahiyet olarak değişmesi gibi hususlar, İslâm’a muhatab anlayışın niçin sürekli yenilenmesi gerektiğini ve her asırda gelecek “müceddid-dini yenileyen”in varlık sebebini ziyadesiyle açıklamaktadır.
Elmalılı, örfün Allah’ın kulları haricinde bir şeyi mevkufun aleyh yapma konusunda miyar kılınmasına dair şöyle bir izah getirmektedir: “Esasen mevkufun aleyhin belirlenmesi zarureti, vakfedilmiş malların telef olmaktan korunmasıdır. Yine malın telef ve israf olunmaktan korunmasında mevkufun aleyhin mahiyetinin belirlenmesi son derece önemlidir. Eğer mevkufun aleyh Allah’ın kullarının ihtiyacından başka bir cihet olursa, vakfedilmiş mal onların faydasına olmayacak ve mühmel/ihmal edilmiş kategorisine girdiğinden cevaz verilmeyecekti.”
Mevkufun aleyhlerin mahiyeti ile alakalı diğer bir husus da ibadullahın onlardan yararlanma şeklidir. İbadullahın bir şeyden faydalanmaları doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki türlüdür. Doğrudan faydalanmada vakıf malın ya kendinden (aynından)  ya da gelirinden kullar doğrudan istifade ederler. Nitekim bir mescidin, bir medresenin, bir yolun kendinden insanlar doğrudan yararlandığı gibi bir arazinin ve bir dükkânın gelir ve icarından da doğrudan yararlanırlar. Bunlarda Allah’ın kulları mevkufun aleyh olduğundan vakıf da sahihtir. İkinci kısma, yani kulların dolaylı (bilvasıta) faydalandığı vakıflar ise, doğrudan kendisinden faydalanılmayan tüm diğer vakıfları kapsar. Mesela bir mescide bir arazi vakfedilse, mevkufun aleyh görünüşte mescid olsa da, aslında dolaylı olarak ondan istifade edecek cemaattir.
Birinci kısım vakıfların sıhhati açık olmasına rağmen, ikinci kısım ile alakalı problemler bulunmaktadır. Mevkufun aleyh olarak tayin edilen vasıta, faydalanmanın gayesi olamayacağından, ona tahsis edilen malın heder olmamasında kıstas, bu vasıtadan kulların meşru şekilde müebbeden yararlanıp yararlanamayacağıdır. Bu yüzden doğrudan insanların faydalanamayacağı bir cihete mal tahsis edip hele bu tahsisi müeyyideye bağlamanın çok doğru olmadığı gözükmektedir.
Diğer taraftan, eğer Müslümanların faydalanması için inşa edilmiş vasıta binaya ihtiyaç geçici ise, bunun, vakıf değil de sadaka biçiminde yapılması daha uygun olacaktır. Buradaki geçicilik-kalıcılık meselesi de ihtiyaca mebnidir ve bir ihtiyacın İslâm dairesi içinde kabul görmesinde miyar ise yine İmam-ı Azam Hz.’ne göre örftür.
Kısacası İmam-ı Azam Hz., devri için sadece mescidleri doğrudan ve dolaylı vakıfların mevkufun aleyhi olarak kabul ederken, Müslümanlara hizmet için yapılan diğer bayındırlık işlerini (yol, köprü, çeşme, su kanalı,  medrese, imaret, hastane, ribât, kışla, yol konakları vb.) mevkufun aleyh sınıfına sokma işine karşı çıkmamış, sadece burada örfün kıstas alınması gerektiğini söylemiştir. Ümmetin zayıf ve kuvvetli olması neticesinde ortaya çıkacak fıkhî meseleler, zamanla çözülmesi gereken konulardır. Asıl olan ümmetin, örfen o şeye ihtiyacıdır. İhtiyaç ve örf değiştiğinde, yani o şeye örfen ihtiyaç kalmadığında, cevaz verilen bir mevkufun aleyh, artık israf olacağından haram haline gelebilir. Mesela, bu gün atlar askerlikte ve ulaşımda kullanılmamaktadır. O yüzden, bundan yüz-yüz elli yıl evvel orduya at yetiştirmek üzere tesis olunmuş bir vakıf, hele ki gelirleri büyükse, cihetsiz kalmış sayılır; eğer “at yetiştiriciliğinde” ısrar ederse, örfen buna ihtiyaç kalmadığından, israf kapsamına girecek ve ciheti artık caiz olmayacaktır. Ancak, istikbalde vukû gelebilecek ve atların kullanımını zaruri kılacak bir hadise endişesi varsa, sırf bir miktar elde bulunsun diye gelirlerinin bir kısmını, o da kadı kararıyla, bu sahaya harcayabilir. Aksi takdirde harcayamaz.
Neyin örfen ihtiyaç olduğunu tayin işi ise dinde fakih kimselere tevdi olunmuştur. Onlar peyderpey bazılarını ekleyip, bazılarını çıkarırlar. Bunda da miyar yine örf ile israf yasağıdır. Mesela yine örfen herkesin otomobil sahibi olduğu yerde, otomobil israf olmaktan çıkar ve Müslümanların işlerinin görülmesi için otomobil tahsis eden bir vakıf caiz olurken, bu sefer de o araçların gereksiz kullanımı israf olmaktadır ve yine yasaktır.
Hülasa etmek gerekirse, örf, vakıflarda mevkufun aleyh kılınacak ihtiyaçların dinen caiz olup olmadığını tayin edici kıstas olarak belirlenmiştir. Ancak caiz dahi olsa vakıf malların harcanmasında israftan kaçınmak esastır. İsrafın asıl mahiyeti, bir şeyin menfaatinin ibadullahın ihtiyaçlarına sarf olunmamasıdır. Elbette vakıf hukukunda da aynı şekildedir. Bu sebepten ecir kazanmak gayesiyle tesis olunmuş vakıflarda mevkufun aleyhin umumiyetle “fakir ve miskinler” olması son derece anlaşılır olmaktadır.
Eğer israf etmeme kuralına uyulmaz ve yıllık denetlemede (vakıflar her sene kadı tarafından denetlenip mütevellisi ibra edilmek zorundadır) israfa rastlanırsa, mütevelliye zimmet çıkarılır ve israf ettiği meblağı kendi kesesinden ödemesi istenir. Yine de israfın ölçüsü son derece muğlak olduğundan, bu konuda dikkat, mütevellinin vicdanına ve Allah’tan korkusuna havale edilmiştir. İşte bu yüzden vakıf müessesesi, Üstad’ın tabiriyle ancak “vicdanları Allah korkusuyla kelepçeli” bir cemiyette fonksiyonlarını icra edebilir.

Baran Dergisi 473. Sayı