Türklerin Müslüman olduktan sonra kurdukları irili ufaklı devletler, umumiyetle, dinin ihyası, tebâsının saadeti minvalinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. İbda Mimarı'nın, bütün bir BD-İbda Fikriyatı'nın inşasının gerekçesi olarak sunduğu “hayatın her an yeniliği karşısında Mutlak Fikir/İslâm'a muhatap anlayışın yenilenmesi zarureti”, “eğer varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürüp sonraki nesillere aktarmışsan, her daim anlayışı yenileyip tazeleme vazifesini yerine getirmişsindir” tesbiti ile bir arada düşünüldüğünde önümüze bizim için son derece anlamlı bir resim koyuyor: Bilhassa miladî 11. ile 18. asırlar arası yaklaşık 7 asırlık zaman dilimi boyunca İslâm'ın mümesilliği vazifesini icrâ eden Müslüman Türk devletleri, her sıkıntılı vaziyet ve dönemden yeni bir ruh ve kıvamla çıkmasını bilmiş, ANLAYIŞ YENİLEME davasını, sistematik bir terkib biçimine sokup adını koymadan icracısı olmuşlardır.

Tüm cemiyetler, nihayetinde belli bir ideal ve inanış çevresinde temerküz etmiş, bu ideal ve inanışın en büyük teşkilat biçimi olan devlet çatısı altında yaşayan ferdlerin toplamıdır. Cemiyete katılan her yeni ferdin ve bunların topluca oluşturduğu her yeni neslin o cemiyetin mevcut yapısını farklı bir yöne doğru dönüştürmesi mukadderdir. İslâmî açıdan bakacak olursak, mühim olan bu dönüşümde içtimaî yapının özünü oluşturan ve kaynağını Mutlak Fikir'de bulan ana bileşenlerin-unsurların irtibat noktalarını muhafazadır. Devlet ve cemiyetin omurgasını oluşturan diğer teşkilatların yeni zaman ve zemin şartlarını karşılayacak çözümleri üretmeleri, o cemiyetin hayatiyetini sürdürmesi için elzemdir. 

Kendisine istinaden yaşadığımızı iddia ettiğimiz İslâm ile yüzyıllardır süren kopukluğumuzu gidermek için, karmakarışık bir hüviyet kazanmış alemşümul meseleleri hal yoluna koymak ve yerinden oynamış taşları tekrar bulunmaları gereken yerlere iade etmek maksadıyla sistematik ve dolayısıyla kendi içinde tutarlı bir BÜTÜN FİKİR teşkili olarak ortaya konmuş İbda fikir hareketi ile geçmişteki tecrübeleri mukayese etmek pek doğru gözükmüyor; yani İbda gibi ferdî ve içtimaî, ontolojik ve epistemolojik her meseleyi hal ve fasl cehdi içinde olan bir fikir hareketini İslâm tarihinde bulmaya çalışmak, İslâm tarihinin hiç bir döneminde bugünkü gibi bir zihnî ve dolayısıyla fikrî bunalım yaşamadığımızdan, beyhûde bir çaba olacaktır. Asr-ı Saadet'ten sonraki her devir, o devrin getirdiği meseleleri yoluna koyan çözümlerin zuhuruna şahitlik etmiştir. İlk İslâm asrı, fıkıh mezheblerinin, ikinci ve üçüncü İslâm asırları kelamî mezheblerin teşekkülüne yol veren sorunlara şahitlik etmişlerken, üçüncü ve dördüncü asırlar ferdî plandaki dinin batınî veçhesinin “tarikatlar” biçiminde tezahürüne sahne oldu. Netice olarak görülüyor ki, insanlık her daim değişim halinde ve Allah'ın “mutlak” vasfının gereği bu halimiz kaçınılmaz; Yaradan “Mutlak”, yaratılan “izafî”. Hangi görüşten olunursa olunsun bu hakikat değişmiyor, ister materyalist olunsun,  ister spiritüalist.   

Meseleyi böyle koyduktan sonra, gelelim yukarıdaki bahislere niçin değindiğimize. Biz dünya çapında büyük bir İslâm inkılabının hasretini çeken insanlarız ve sayıca da az değiliz. Elimizde de İbda Mimarı Kumandan Mirzabeyoğlu'nun oluşturduğu bir İslâm'a muhatap anlayış külliyatı mevcut. Lakin genel ağırlığı nazarî ve terkibî olmak zorunda olan bu külliyata (külliyatta tecessüm eden dünya görüşüne) MUHATAP OLAN “BİZLER”in, o külliyatı, hayatın tüm şubelerine doğru irtibat ve intikal noktalarından bağlamamız gerekiyor. Öyle ki, bu külliyatta tesbit edilmiş bütün esasların tarafımızdan açılıp pratiğe geçirilmesi lazım geliyor. Her uygulama, aynı zamanda kendi “uygulama teorisine” ihtiyaç duyacağından, bu pratiğin de kendine ait bir teorisi olacaktır. Peki bu nasıl gerçekleştirilecektir? 

Her bir kaidenin alta göre esas, üste göre usûl belirttiğini İbda Hikemiyatı'ndan öğrenmiş bulunuyoruz. İbda Mimarı'nın ortaya koyduğu fikir esaslarını bizim tekrar bulup hüküm haline getirmemiz diye bir hadise yok. Bu, Amerika'yı yeniden keşfetmeye teşebbüs etmek gibi bir saçmalığa tekabül eder. İbda Fikriyatı, kendisine muhatab olanların “ESAS”ını teşkil ediyor. Biz de ona istinaden USÛL pozisyonunu tutma durumundayız. Fakat bunu sağlayabilmenin yolu, o fikriyatı bütün delil ve neticeleriyle anlamaya çalışmak olmalıdır, ki merkez durumunda olan fikriyatın çevresi konumundaki açılımlar anlam kazanabilsin, yapılan çalışmalar faydaya tahvil edilebilsin. İbda Mimarı'nın ifade ettiği “nisbeti muhafaza” prensibi gereği, yapılan her inceleme ve araştırma ile bunların neticesi halinde çıkarılacak olan pratiğe dönük terkibler, “tam ve tezatsız fikrin” bağlılarınca bünyeleştirilmiş biçimi olan şuur süzgecinin sürekli tenkidine tâbi tutulmalı ve her an gidilecek yön ona göre tayin edilmelidir. 

Fikriyatı tatbikin usûlü olan bu tarz teşebbüslerin mevzûu ise olabildiğince çok. İlk anda akla gelenler; edebiyat, sosyoloji, psikoloji, güzel sanatlar, tarih, mitoloji, pozitif bilimlerin bütün dalları, tüm dinî ilimler, etik, estetik, felsefe, iktisat, kamu idaresi, maliye, vs. Yine bir kısmını sayabildiğimiz bu sahaların birbirleri ile “korelatif-birbirinin içine geçmiş” diğer yüzlerce dalı; sosyal psikoloji, iktisat tarihi gibi. Bu mevzûların her biri kendine has bir ehemmiyeti haizdir ve birbirleri ile ortak gri alanlara sahiptir. Herkes açısından ilgilendiği saha ehemmiyetli ise de objektif bir tahlil yapma gayreti içine girdiğimizde, bunlardan tarih, psikoloji, sosyoloji, iktisat ve edebiyatın öne çıktığını görmekteyiz. Bizim açımızdan da en mühim saha, bugünü ve geleceği, diğer saydığımız dalları bir şekilde içinde barındıran tarihtir. 

Bu gün yaşadığımız bir çok sıkıntının benzerlerine, tarihte yaşanmış hadiseleri tetkik ederken bol miktarda rastlıyoruz: İskân problemleri, toprak mülkiyeti ve ziraî üretim ihtilafı, toprak kullanım meseleleri, şehir-kır çatışması, asker-bürokrat ilişkileri, din-devlet münasebetleri vs. Yaşanan sıkıntılara getirilen çözümler, bu çözümlerin yol açtığı yeni sorunlar, onların çözümleri ve yine yeni sorunlar... Hegel'in “Geist”in tezahür oluşu şeklinde anladığı ve “diyalektik gelişim” adını verdiği bu tarihî süreçlerin, kaynağını Mutlak Fikir'de bulup tüm unsurlarıyla kendini ona istinad eden Bütün Fikir-İbda'ya nisbeten tahlil edilip bileşenlerinin ortaya çıkarılması ve yine ona nisbeten, diğer disiplinlerle irtibat içerisinde, karşılaştığımız yeni meseleleri hal yoluna koyacak terkiblere tahvili, İbda müntesibi bir tarihçinin yapması gerekeni işaretlemektedir.

Geleceğin tarihin yansıması olduğunu, geleceğin de tarih gibi kurgulanıp “malum” hâle getirildiğini göz önüne alarak bu yazı dizimizde, İbda'nın getirdiği esasları günümüz meselelerine tatbikin peşinde, bilindiği sanılan bir mevzûu ele alacağız: Osmanlılarda vakıflar ve toprak mülkiyet rejimi. Vakıfların dinî ve içtimaî dayanakları, tarihî gelişimi, çeşitleri, yaygınlıkları, sosyal fonksiyonları, toprak mülkiyeti rejimi ile münasebetleri gibi her biri ayrı bir alt başlık hâlinde işleyeceğimiz konular mevcut ve gelecek sayımızdan itibaren sırasıyla bu konuları ele alacağız; bu çok bilindiği sanılan mevzûnun aslında ne kadar az bilindiğini gösterecek, günümüze ve istikbale dair ne sürpriz çözümler sakladığını sökmeye çalışacağız. 

Baran Dergisi 418. Sayısı