İçinde bulunduğumuz konjonktürü bir bütün olarak kavrayamıyoruz. Parçalar özelinde yapılan konuşmalar çoğaldıkça, meseleye derinliğine nüfuz ediyorum zannı doğruyu yansıtmıyor, bir süre sonra iş dedikoduya dönüştüğünden, bahse konu olan mevzular da anlaşılmazlığa mahkûm oluyor.

Günümüzde buna misal olarak Fetullah Gülen’i verebiliriz. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra Fetullah ve FETÖ hakkında o kadar çok yayın yapıldı ki, bir süre sonra meselenin künhü elden kaçtı ve iş, bir takım adamların sanki özel meselesiymiş gibi anlaşılmaya başlandı. Oysa ki değil. FETÖ, organizasyon yapısı, işleyişi, imajı ve hedefleriyle beraber, Amerika tarafından deklare edilen “Yeni Dünya Düzeni” projeksiyonu içinde, Türkiye ve İslâm Âleminin geri kalanını global düzene entegre etmek üzere tasarlanmış olan projenin adıydı. Tabiî bu kazın yalnız bir ayağı. Irak’ın işgâli, Arab Baharı, Büyük Ortadoğu Projesi ve FETÖ şeklindeki büyük resme bakmak icab ediyor. FETÖ, tüm bu fiilî saldırıları bir bütün hâlinde “Yeni Dünya Düzeni” adına verimli kılacak olan kilit unsurdu. Fetullah’ın misyonu, İslâm’ı Batı’nın istediği tarzda “yeniden tanımlayarak” içerden tahrib etmekti; böylelikle senelerdir Batı’nın bir türlü yıkamadığı Müslümanları tam anlamıyla teslim alarak global sisteme entegre etmekti. 15 Temmuz gecesi, Anadolu insanı, üzerinden kurgulanmak istenen “Yeni Dünya Düzeni”ni kaldırıp Batılıların ve işbirlikçilerinin başına geçirdi. Bu vesileyle artık Anadolu üzerinden böylesi hesabların güdülemeyeceği anlaşıldığı gibi, Türkiye de artık bir partner olmaktan çıktı; bu planın dışına itilerek imha edilmesi gereken düşman sınıfına yazıldı.

Tüm bunlardan niçin mi bahsediyoruz? Çünkü Türkiye’nin beceremediği(!) rolü, bugün Suudî Arabistan’a vermiş vaziyetteler. Suudların “Ilımlı İslâm”dan başlayarak, sekülerleşme vurgusu, bölge üzerindeki ekonomik gücünü kullanarak çevre ülkeleri kendi safında toplaması vesaire hep bu yüzden.

Anlamaya çalışarak devam edelim. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’teki kuruluşundan 2000’li yıllara kadar geçen zaman zarfında İslâm’a ve Müslümanlara karşı sergilemiş olduğu tavır ve tutumu, Batı işbirlikçiliğindeki performansını ülkenin İslâm alemi içindeki tarihî arka planıyla beraber ele aldığımızda, onun ABD ve hempasının bölgedeki partneri olarak seçilmesinin gerekçesini kavramamızı sağlar. Fakat bir devlet, elbette ki rejim, bürokrasi ve otoriteyi elinde tutan oligarşik elitten ibaret değil. Tüm bunlardan ziyade bir de millet var. Ve millet faktörü, Batı için, kurmuş olduğu denklemin eşitliği içinde herhangi bir tarafta yazılmaya müsait değil. Çünkü millet faktörünün bir denklem içine yazılması, denklemin kendisinden daha büyük bir bilinmeyenin hesab içine yerleştirilmesi anlamına gelir. Yüz yıl önce evvela ülkemizde, sonra İslâm aleminde ve dünyanın geri kalanında yerel idareleri “taşeron” olarak görevlendiren ve öyle gören, böylece koruma ve denetim maliyetlerini asgariye indirerek azamî kâr elde eden Batılı egemen devletler, toplumun dahil edildiği denklemleri sevmezler. Hele ki yönetilmesi git gide güçleşen milletlerle uğraşmak hiç işlerine gelmez.

Bahsimizi dağıtmadan devam edecek olursak, Türkiye’nin böylesi bir rolü ifâ etmeye uygun olmadığı anlaşıldığı ândan itibaren yeni bir partner arayışı başladı ve son birkaç senedir yaşananlara baktığımızda görüyoruz ki; “Yeni Dünya Düzeni”nin İslâm Âlemindeki yeni ortağı artık Suudî Arabistan’dır.

Türkiye Cumhuriyeti, kurucuları açısından bakıldığında pek matah bir kadro olmasa da, Müslüman Anadolu insanı, tarihi boyunca kimseye hainlik etmiş değildir. Oysa ki Suudî Arabistan, kabile devleti olması hasebiyle, rejimi ve rejimin dayandığı kabileleriyle, bir bütün olarak hainlik etmeye daha müsaittir. Biz bunu Birinci Dünya Savaşı’nda bir sefer tecrübe ettik. Dün İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence’in “Büyük Arabistan Krallığı” vaadiyle gözleri kamaşıp, Müslüman kanına giren bu kansız soyun, bugün de “Büyük Ortadoğu Krallığı” vaadiyle gözünün kamaşması bizim için hiç de yeni bir haber değil elbet.

Suudîlerin tıynetini anlamak açısından şu levha bile kâfidir herhâlde: Sahâbî kabirlerini bozan, Osmanlıdan kalma eser ve şehitlikleri dümdüz eden ve hattâ haddin ufkunu çiğneyip Allah Resulü’nün mübarek kabrini bile kimsenin bilmediği bir yere taşımaya kalkan bu soysuzlar, Thomas Edward Lawrence’in evi ve karargâhı olan binayı müze yapmış, girişine de “Bu ev, Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan İngiliz asıllı Thomas Edward Lawrence tarafından karargâh olarak kullanılmıştır.” yazan bir levha asmışlardır. Müslümanlara karşı Yahudi ve İngilizlerle işbirliği yapıp, gavur adına Müslüman kanı döküp, sonra da açılan alana bir kabile devleti kurup orada böylesi bir levha asacak kadar alçalan bir zihniyeti, bizim Anadolu insanının anlaması tabiî ki mümkün değil.
Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye Cumhuriyetine biçilen rolü tahkim etmek için nasıl ki propaganda makinesi işlemeye başlamış ve milletlerarası medyada Türkiye’yi amiyane tabirle gazlayan ve yücelten yayınlar yapılmışsa, bugün de benzer bir propagandanın Suudî Arabistan’ın yelkenlerini şişirdiğini görmekteyiz. Bilhassa Batılı medya organlarının yapmış olduğu yayınlara bakacak olursak, sanki Arabistan’dan değil de İngiltere’den bahsediyorlarmış zehabına kapılmak işten bile değil. Bununla beraber Suudî Arabistan’ın veliaht prensi değiştirmesi, Aramco’nun halka arzı, yolsuzluk(!)la mücadelesi ve “Ilımlı İslâm” adı altında ülkenin dinsizleştirilmesi de Batı’nın çokça hoşuna giden hamleler arasında görülüyor. Ayrıca Mısır’da iktidarın Suudî destekli Sisi’ye geçmesi, Birleşik Arab Emirliği’nin Suudî Arabistan’a olan bağlılığı da Batı’nın bu sefer hedefe ulaşacağına yönelik inancını arttıran faktörlerden.



Türkiye’nin Ne Yapması Gerekiyor?
Suudî Arabistan, İslâm Âleminin dört bir bucağında kâfire karşı verilen bütün savaşların ifsad edilmesi noktasında, son 40 yıldır kâfir lehine başarılı bir rol oynamıştır. Bosna’dan Çeçenistan’a, Afganistan’dan Irak ve Suriye’ye kadar Ehl-i Sünnet mücahidlere destek veriyorum ayağına yaydığı Vehhabîlik ile tüm bu cebhelerin ifsadının ve düşmesinin başlıca vesilesi olmuştur. Türkiye ise, Anadolu’nun Nakşîlik tarafından Ehl-i Sünnet Vel Cemaat yoluna perçinlenmesi sayesinde bugüne kadar ayakta kalmasını bilmiştir.

Bu vaziyete göre Türkiye’nin en başta anlaması gereken husus şudur ki; Anadolu’da Nakşîliğin desteklenmesi ve Nakşî sırrından doğan ve elde mevcut bulunan ideolojinin bir ân evvel resmî devlet ideolojisi hâline getirilmesi, bundan sonraki süreçte Türkiye’nin ayakta kalması adına son derece ehemmiyetlidir. Çünkü, ülke olarak elimizdeki ekonomik, teknik ve askerî imkânlar, karşı cebhenin güç birliğine nisbetle kısıtlı; fakat biz de dünya çapında Fransız İhtilâlinden büyük ihtilâl hâmlesi doğurabilecek yegâne anlayışa ve bu anlayışın ideolocyasına haiziz. Simetrik olarak veremeyeceğimiz aşikâr olan bu savaşı ancak çağımızın fert ve toplum meselelerine çözüm getiren, hem gaye ve hem de vasıta olan sistem çapındaki bir ideolojiye yaslanarak asimetrik olarak verebiliriz. Böylelikle karşımızdaki güce nisbetle atacağımız her adım birbirine bağlanarak verimlenecek ve son kertede, bütün bu kargaşa bittiğinde, dünya çapında söz sahibi biz olacağız. Aksi takdirde, karşı tarafa ait sistemler içinde oynamaya kalkacak olursak, yok olup gitmek artık sadece bir zaman meselesi...  

Türkiye artık Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olmadığına göre, tıpkı diğer “iri” Müslüman ülkeler gibi yıkılması yahut parçalanması gereken ülkeler kategorisine girmiş bulunuyor. Arab Baharı vesilesiyle Müslümanların yaşadığı bütün ülkeler parçalandığına göre, sıradaki ülkenin Türkiye olduğu açık. Türkiye ile beraber bu bloğun hedef tahtasına koyduğu bir diğer ülke de İran. Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat’e yönelik her saldırıda Batı’dan yana olsa da, Yahudi’nin gördüğü her birliği dağıtmaya yönelik temayülü dolayısıyla Türkiye ile beraber bir diğer hedefi teşkil ediyor. Bizim bu bakımdan İran ile taktik bir ilişki içine girmemiz uygundur. Bunun yanında, Suudî Arabistan’ın Yahudi Amerikan bloğu adına İran’a karşı savaşa sokulma ihtimalini zayıf görüyoruz. Türkiye ve Pakistan’ı yanına alamayan bir ittifakın İran’a karşı başarılı olması imkan dışı. Bu hesabı gavur yapar ve şu anda riske girmez. Ama Allah’ın işi; bir bakarsınız savaş da patlayıverir. böylelikle bir yandan Yahudi-Amerikan konsorsiyumunun “Yeni Dünya Düzeni” büyük hasar alacağı gibi, Ehl-i Sünnet yolunun bir diğer düşmanı da hareket edemez hâle gelir.
İngilizlerin Amerika ile arasında gerçekten bir problem var ve konuşulduğu gibi İngilizler kendilerine partner olarak Amerika’yı değil de Çin’i seçmiş gözüküyorlar. Bu vaziyet de Türkiye için bulunmaz nimettir. Onların kurmuş olduğu düzen içinde oynamak bizim için lüks olsa da, çeşitli manipülasyonlar ve alışverişler neticesinde bu güçler birbirine kırdırılarak Türkiye üzerindeki baskı hafifletilebilir, önümüz açılabilir.

Suudî Arabistan’ın nüfuz alanına dâhil ettiği Mısır’ın bu boyunduruktan kurtarılması da Türkiye için bir diğer hayatî mesele. İhvan-ı Müslim politikasının üstüne çıkılması ve artık Mısır’ın bu boyunduruktan nasıl kurtulabileceğine dair çalışmalara başlanması önemli. General Sisi ile böyle bir ittifakın kurulmayacağı açık olduğuna göre, muhalefetin bütün renklerini konsolide edecek ve inisiyatifi ele alacak bir teşebbüs içine girilerek, neticede Suudları Mısır’da diskalifiye etmemiz gerekiyor.

Bu arada alttan alta Mekke ve Medine’nin niçin Suudî yönetimi altında olduğu sorusunun dillendirilmeye başlanması da son derece ehemmiyetli olacaktır. Meselâ Suudî Arabistan’ın doğrudan Washington’dan yönetilmesi vesile kılınarak bu soru İslâm Âleminde gündem edilebilir. Mekke ve Medine’nin, Müslüman ülkelerinden müteşekkil bir birlik kontrolüne geçmesinin propagandasına başlanılabilir ve bu konuda birçok müttefik bulunabilir.

Kuveyt, Suudî Arabistan’a nisbetle daha düzgün bir politika izliyor ve Kuveyt Emiri de Arablar arasında sözü muteber birisi. Bu sebeble Türkiye’nin Kuveyt Emirini yanında tutması önemli. Bu amaçla Kuveytlilerin Türkiye’ye yatırım yapması için her tür engelin ortadan kaldırılması yerinde bir siyasi tavır olacaktır. Bunun yanında Katar’da muhtemel bir askerî darbe ihtimâlinin önünü almak adına, oradaki askerî üssümüze daha fazla asker gönderilmesi ve Katar emirinin doğrudan Türk birliğinin koruması altına alınması gerektiği hususunun da altını bir kez daha çizelim.
***
Muhammed Salim-Çakal Carlos’un dediği gibi, karşımızdaki Suudlar Arab değil, Yahudi kabilesidir. Bu sebeble de tıpkı Yahudi devleti gibi onların da Ortadoğu’da yeri yoktur. Bununla beraber Suudların elinden binlerce şehidimizin kanı hâlen damlamaktadır. Bu hesab da açık vaziyette sırasını beklemektedir.

Kâfirin iddiası olan “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulması için Fırat ile Nil nehirleri arasındaki alanın Müslümanlardan temizlenmesi gibi nihai bir hedef var ve Türkiye bugün o hedefin önünde kalan son engel.

Artık Türkiye’nin de aklını başına alması ve kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak tarihî misyonuna odaklanması gerek. Bunun yolunun ne olduğunu da defalarca kez bu sayfalardan anlattık. Artık kaybedecek zamanımız yok. Şu reaksiyoner psikolojiden kurtulup, bir an evvel tarihî aksiyoner kimliğimizi kuşanmamız şart.
***
Trump, Suud Kralı ve Sisi’nin ışıklı küre üzerine ellerini koyarak çektirdikleri fotoğrafı kapağa taşıdığımızda dediğimiz gibi: Düzeninizi Başınıza Yıkacağız.

Hiç şübheniz olmasın.

Baran Dergisi 568. Sayı