Demokrasi, laiklik ve kapitalizm birbirini besleyen unsurlar. Demokrasi rejimi, kapitalist sistemin taşıyıcısı olduğu gibi, demokrasi gerektiğinde askerî güçle sömürge ülkelerine sistem ihracının da bahanesi olmuştur. Bundan dolayı Batının bizlere empoze ettiği “cici demokrasi”, “evrensel ilkeler” gibi palavralardan kurtulmamız ve Batının çizdiği çerçeveden çıkmamız gerekiyor. Batıcı düşünce tarzından (buna İslâmcıyım diyeni de dâhil) kurtulmadığımız takdirde, ömür boyu gönüllü sömürge kalmamız söz konusudur. Batı düşüncesinin vesayetinden kurtulmak için sistemli bir dünya görüşüne ihtiyaç vardır; ancak böylece karşı oluşumuzu temellendirebiliriz. Her alternatif yenilikçi sistem, kendi dil ve kalıplarını kurmak zorundadır ki, bu iddiasının sahibi olsun.
Yeni bir dil getirmeyen hiçbir özgürlük hareketi yoktur. Yeni bir toplum tahayyülü olmayan hiçbir hareket, gönülleri sürekli ateşleyemez ve başarılı olamaz. Gezi İsyanı’nın sönmesinin sebebi de budur. Her yeni hareket, şahıslara tepkici olmaktan ziyade, önce kendi heyecanını duyacağı ve toplumuna duyuracağı “aşkın/müteâl idealler” peşinde yanmak ve etrafını aydınlatmak zorundadır. Öyle ki kendi heyecanını kendi üretmeli, olumsuz şartlarda bile ümid ve aksiyonunu tazelemeli. Kuru bir söylem veya kuru bir muhalefetle değil…
Dünyada Barı sisteminin iflası yaşandığı için artık her mevzu ve ilmin “yeni”si çıkmaktadır. Yeni Fizik, Yeni Tıp, Yeni Ekonomi vs... Bunda hızlı değişimlerin katkısı olduğu gibi esasen Batının determinist ve materyalist yapısı ile insan ve kâinat anlayışının sakatlığı rol oynamaktadır. “Mutlak” yerine kendini ve kendi anlayışını koyan Batının beşerî sistemleri, birbirini tekzip ede ede bu noktaya gelirken, “Mutlak’a” bağlı nisbetini kuranların tatbik fikri-vasıta sisteminin doğruluğu görülmektedir.
Olaylara bütüncül bakmak için Mutlak Fikrin Gerekliliği davası karşımıza çıkıyor. Bütüncül yaklaşım her ilimde de gerekli. Öyle ki, iktisadî kalkınmada bile, iktisadî, kültürel, politik ve psikolojik faktörlerin birlikte ele alınıp karşılıklı etkileşim içerisinde bütüncül yöntemle çözüme kavuşması gerekiyor. Tek yanlı nedensellik yönteminin hatalı sonuçlara yol açmasından dolayı, neden-sonuç fikrinin tek yanlı bağlılığından kurtulmak isteniyor. Artık metodlar da sık sık değişiyor. Yeni fikir ve metodlara ihtiyaç her sahada kendini hissettiriyor. Bunu gören Batı, kontrolü yitirmemek için, “neo-klasik”, “post-modern” gibi tabirlerle eskiyi allayıp pullayarak yeni gelin gibi takdim ediyor. Aslında temelde yanlışlık var, fakat Batı bunu itiraf edemiyor.
“Yeni” demeyle yeni olunamıyor, yenilikçi sistem kurulamıyor. Öyle ki, “yeni ekonomi” yeni sosyal sorunlar ve sosyal farklılaşmalar doğurmuştur. Belli bir kesim yüksek bir gelire ulaşırken, alt gelir grubu arasındaki makas açılmıştır. Beyaz yakalılar ile mavi yakalılar arasındaki gelir farkı… Teknik bilgiyi ele geçirenlerin tasallutu, kibri söz konusu. Batının kibri, “yeni” adını “yeni sömürgecilik” ile göstermektedir. Batının dünyaya vereceği “yeni” bir şey kalmamıştır, kendi himmete muhtaç iken…
Dünya artık hazır iktisadî modellere de uymuyor. Ülkeler modellere bağlı kalmıyor, kalamıyor. Devletler ekonomiye daha çok müdahil olmak zorunda… Dünyada ekonomik büyüme bu şekilde gidemez. Bu şekildeki büyümenin, daha doğrusu “şişme”nin sonuna gelindi. Parasal sistem ise doymuyor, çünkü parasal sistem büyümedi mi boğulur. Ama artık mızrak çuvala sığmıyor.
Zaten nasıl bir büyüme ise Kuzey ülkeleri ile Güney ülkelerinin gelirleri arasında neredeyse 100 kat fark var... Dünyada altyapı sorunu var. Helâ ve temiz su sorununu çözemeyen birçok ülke var. En son G-20 zirvesinde “zenginler biraz kesenin ağzını açsın!” dendi, ama zengin ülkeler niye fakir ülkelere versin ki? Adı üstünde kapitalist ülkeler! Her insan meselesinde olduğu gibi iktisat meselesinde de “ahlâk” davası karşımıza çıkıyor.
Batı kültürünün “özgürlük evi” diye lanse ettiği liberalizm de aslında devlete karşı değil; liberalizm devlet sömürgeciliğinin fikir babasıdır, öncü gücüdür. Kapitalizmin babası sayılan Adam Smith ve onun “Milletlerin Zenginliği” eseri pek masum değil. “Her zengin için 500 fakir olmalı” diyen Adam Smith.
Liberalizm devlet müdahalesine karşı olurken kapitalizme yol açacak, büyük sermaye şirketlerine serbestlik tanıyacak, onların uluslararası sömürgeciliğine yardım ve yataklık edecek bir devlet anlayışını savunuyor. Kapitalist ve demokratik rejimlerin dünyayı getirdiği nokta bu... En zengin Kuzey ülkesi ile en fakir Güney ülkesi arasında 400 kat gelir farkı var. Dünyada ateş çemberinde Ortadoğu ve Müslüman ülkeler var, sömürülen 3. Dünya ülkeleri var. Demokrasi rejimleri askerî güçle ihraç ediliyor bundan dolayı. Şu notu da ilave edelim: ABD’de büyük şirketler iflas edince birden komünist oldular, serbest piyasa falan kalmadı. Devlet bunlar için para basıp krizden kurtardı.
Dünyada güç dengeleri değişiyor. Çok kutupluluğa gidiş var... Rusya ve Çin, hegemonik sistemi sorguluyor, fakat onlarda da yeni bir sistem yok, alternatif yok… Dolar basarak ve borçlandırarak büyüme ile dünya nereye kadar gidecek? Krizlerden zengin daha zengin olarak çıkıyor. İktisatçı Kaan Sarıaydın, Kanal 24’teki programında şunları söylüyor:
“Global sistem finansal sistemle ayakta duruyor. Dolar basarak ayakta duruyor. Dünyanın reel ekonomisi 70 trilyon dolar, finansal piyasa 800 trilyon dolar. Bu kadar para basılıyor ama âdil dağıtılmıyor, belli kesimde dönüyor. Kendileri krize giriyor, batacaklar… Yeni model o kadar radikal olacak ki, paradigma yıkılacak. Yepyeni bir anlayış gerek. Yaratıcı yıkım olur ve gayet iyi olur.”
Evet, bozuk düzene bekçi olmak değil, yeni dünya düzenine katkı sunan şerefli insanlar zümresinden olmak. Yapmak için yıkmak, fikir için eylem; dünyaya hayırlı bir yıkım gerek. Sömürülenin hayali “bir gün ben de sömürürüm” olmamalı. Bütün ülkelerin bir gün bugünün zengin ülkeleri gibi olabileceklerini düşünmek, bir ülkedeki tüm yoksulların bir gün millî piyangodan ikramiye kazanarak zengin olacaklarını düşünmek kadar anlamsızdır.
Kapitalizm ve sanayileşme, bilgi çağı ve küreselleşme neticesinde eli öpülecek emek sahibi değil, makinede bir somun haline gelmiş, makineleşmiş ve köleleşmiş bir çalışan zümresi (işçi) doğmuştur. Çalıştığı işin zevkinden ve üretimden koparılmış, boğaz tokluğuna çalışan ırgatlar-mutsuz kitleler ve gittikçe artan güvensizlik mevcuttur. İşletmeler kapanabilir ve işçi sürekli iş peşinde hareketli olmalıdır. Varoluşundan uzaklaşan insan artık özne değil, sistemin dişlileri için sıradan bir meta olmuştur, kendine yabancılaşmıştır. Hayatın bir anlamı olduğu gibi üretimin de bir anlamı olmalı. Kapitalizm büyüme diyor ama insanın tabiatına uygun kaliteli büyüme göz ardı ediliyor. Sadece büyümek için büyüme, kapitalizmin doymak bilmez açlığıdır. Hem de iktisat her hususta itidal üzere bulunmak, tutum ve biriktirme demek iken…
Küreselleşme yoksulluğu artırdı. Birincisi, niteliksiz işgücüne talep düşerken, nitelikli işgücünün ücretleri artmıştır. Bu da gelir uçurumu demek, sosyal farklılaşmaların derinleşmesi demek. İkinci sebeb: Esnek üretim şartlarını tercih eden çok uluslu şirketler, daha düşük ücretli işçiler ve ülkeler bulmuştur. Üçüncü sebeb: Küreselleşme ile devletin küçülmesi ve böylece sosyal refah devleti uygulamalarında gerilemeye ve yoksulluğun artmasına yol açmıştır.
Yeni emperyalizm tarzında, Güney ülkeleri gıda ve ham madde gibi düşük fiyat ve düşük kârlı birincil mallar üretirken, Kuzey ülkeleri yüksek fiyat ve yüksek kârlı mamul ürünler ihraç etmektedir. Ve böylece direkt olarak değil, dolaylı yoldan Güney ülkeleri kolonileştirilmektedir ve buna neo-emperyalizm adı verilmektedir.
Sembolik de olsa, işçinin hakkını alnının teri kurumadan vermek ölçüsünün gereği olarak emeğe saygının derin kültürünü yansıtan şu haberi (Yeni Şafak 17.4.214) vermek istiyorum: “Filistin’in Gazze şeridindeki Başbakanı İsmail Heniye, bir inşaatı gezdiği sırada denk geldiği işçinin elini, ‘bu, Allah ve Resûlü’nün en sevdiği eldir’ diyerek öptü.” Bu ahlâkî-insanî temel üzerinden yükselen siyasî-iktisadî modele ihtiyacımız varken, bunun icracısı olamıyorsak kendi liyakatimize bakmalıyız. Batının eleştirisini yaparken kendi eleştirimizi de yapmalıyız. Merkezin İslâm olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmeden, reformcu veya selefici yanlışlara düşmeden…
Çağından mesul olan Müslüman, çağın ihtiyaç ve zaruretlerini yakından takip edip, hadiselere fikrinin ve inancının damgasını vurmak vazifesi ile karşı karşıyadır. İslâm’ın aydın sınıfı, çağının getirip götürdüklerini yakından izlemek ve peşinden İslâmî çözümleri sıralamak durumundadır. Geçmişi birbirine eklenen halkalar halinde günümüze yürütmek, ancak çağının nabzını yakalayarak olur. Papağanvâri geçmişi tekrarlayarak geçmiş bugünde yaşatılmış olmaz; bilakis hayattan kopulur ve arkaik olunur. BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı ise, Müslüman’ın çağına vereceği dinamik fikir ve diyalektik ihtiyacından zuhur etmiştir, çözümler sunmuştur Yeni Dünya Düzeni olarak dünya görüşüyle ve Başyücelik Devlet modeliyle…
Bilhassa teknolojik gelişmelerin hızı ve fikrin buna cevap verirken geç kalmasının doğurduğu sorunlarla karşı karşıyayız, ahlâkın oluşmaması, adaletin yokluğu gibi. Su keyfiyeti misali her şartta yayılan işlek bir diyalektikle eşya ve hadiseler zeminine yayılmak ve mevzuları her an yeniliği içinde dinamik planda ele alıcı fikir sahibi olmak. Sabit ve değişkenlerle yeni meselelere tahakküm edici olmak… Çağımızın seçkin ve çilekeş Müslüman’dan beklediği budur, kurtulan ve kurtaracak olan… Velhasıl, mevcut sistem artık insanlığa yetmiyor, bu düzenle dünyanın idamesi imkânsız. “Yeni Bir Dünya Düzeni” gerekli…

Baran Dergisi 463. Sayı