Toplumları teşkil eden ahlâkî kuralların yaşanabilirliği için “yeni dünya görüşü” şart. Yoksa “elbet bir Musa çıkar” tesellisi altında yatmanın şapşallığı devam edecek. Herkes birinin bir şey yapmasını bekleyecek. Biri de demez ki, “Nerede bu katliamları ve rezillikleri durduracak nizam, sistem, görüş?” Varsa yoksa sömürü analizi, ölü istatistiği... İslâm coğrafyasının muhtelif bölgelerinde idam edilen Müslümanların ardından atılan sloganlar... “Kudüs’ün özgürlüğü” bilmem neyden geçer gibi safsatalar... “Mursi yanındayız” gibi rezillikler... İçi boşalmış sloganlar fikirsizliğimizin aynadaki aksi... Meselemizin ne olduğunun farkına varmamamız adına önümüze servis edilen günübirlik ve maksatsız uğraşlarla zamanımızı bozuk para misali fütursuzca harcıyor, neticesinde sadece problemlerimize yeni problemler ekliyoruz. Oysaki “Müslüman çağından mes’uldür” ve bugün cemiyette meydana gelen arazların tümünden dolayı fert fert mesuliyeti üzerimize alabilmeliyiz. Bu tavrın ortaya çıkması çağın gerektirdiği şekilde fikre, fikrin getirdiği şekilde de o yola ittiba etmeliyiz. Toplumumuz her geçen gün nizam ve cemiyet ruhuna daha fazla hasret; ama neye hasret olduğunu fark etmeden yaşıyor. Toplumda yaşananlar her hâliyle, Büyük Doğu-İBDA İslâm’a muhatab anlayış davasına olan ihtiyacı gösteriyor.
Gösteriyor göstermesine de bu hâli ortaya koyan ve toplumun bu ihtiyacı hissetmesine yol açan yazarlar, aydınlar(!) sanatçılar(!) yok. Aydın geçinenlerin hâlini tasvir etmek bakımından misâl verelim: Komünizmden dönme; ama “hâlâ dönememiş” bir şair(!) İslâm’da ideaların olmadığını söyleyerek yeni sistem teklifi getiremediği gibi, yeni bir sistem teklifinin de önünü tıkamak derdinde. Basit ve günübirlik, gündemi kovalayan yazılarla “Ben size demiştim”i oynuyor. “Peki, bu durumda ne yapmamız gerek?” sözüne karşılık da söyleyebilecek bir şey bulamıyor. Hatta kitaplarında yeni bir çözüm teklifi olmadığını itiraf da ediyor. Aforizma kasarak 50 kitap yapmış neye yarar. Bu adamı takip eden gençlerin hepsi fikre karşı, fikretmeden bir yerden bir yere gideceklerini bile idrak edememişler. Öyle ki “Haşa, Müslüman’ın kurtuluşu için ideal bir yönetim şeklini zaruri görme noktasına gelmek insanı sünnetten uzaklaştırır” diyebilecek kadar sığ bir kafaya varmışlar. Bahsi geçen yazar “Demokrasi şirk yönetimidir” diyerek milleti uyarıyor; ama yerine İslâm’a muhatap bir anlayış sunmaktan epeyce uzak, bu uzaklık bir tarafa şairlik, mütefekkirlik taslayarak ortaya konan orijinal önermelerin de önüne geçiyor. Çevremizde bu tiplerin ve bu tiplerin peşinde gidenlerin ziyadesiyle mevcudiyetinden mustaribiz. Bu tiplerin cemiyetimizi düşürdüğü durumun tek cümlelik tasviri de “düşünmek yerine düşünme taklidi yapan topluluk” oluveriyor. Bir de bu taklitçiler çıkıp İslâm’da düşüncenin olup olmadığını sormaya başlıyor. Fikrin önünü kapatan bu adam bir de çıkıp pişkin pişkin “Biz bir şeyleri anlamamaya yemin etmiş gibi yaşıyoruz” diyen bu adam aynı zamanda bir şeyleri de görmemeye yemin etmiş olmalı... Üstad’dan çaldığıyla Türklük davasından bahsediyor, Mütefekkir’den çaldığıyla kitaplarına ve dergisine malzeme çıkarıyor. “Türkiye’de artık İslâmî bir ihtimalden bahsetmek imkânsız hâle geldi” diyebilecek kadar sarhoş, “susmanın suça iştirak olduğunu bilecek kadar aklım başımda” derken bile sustuğunun farkında olmayacak kadar aklı başından gitmiş. “Toparlanın” deyip hiçbir şey söyleyemeyen bu tipler, zamanında Büyük Doğu ve Üstad düşmanlığı, şimdi ise İBDA düşmanlığı içerisinde, hasetle gençlere fikrin olmadığını söylüyor, “sünneti yaşarsak her şey düzelir” tekerlemesiyle “dervişçilik” oynayan “sümüklü Müslüman (!)” tipini telkin ediyor. Ve bu Müslüman tipi “Çağının nabzını yakalamak”tan beri duruyor.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Fikirde şahsiyeti olmayanın, üslûp ve tarzında da şahsiyet olmaz” diyor. Bu adamların fikirleri yok, dolayısıyla ortada ıztırabı çekilecek bir fikir olmadığından şahsiyetleri de yok. Terkibe dair yakınlığı bile olmamasına mukabil malumatfuruşçuluk yaparak ansiklopedik bilgilerle yakın tarihçilik oynuyor. Kibir deryasında öyle bir yüzüyor ki, gökyüzünde gezdiğini sanıyor. Aslına bakarsanız adam kendisi gibi üslubunun da şahsiyetsiz oluşuna idrak etmiş olmalı ki kitabının ismini “Faydasız Yazılar” koymuş. Kitabın isminde de öyle ironi falan yok; gerçekten de okuyanın zamanını çalmaktan öte bir vasıf taşımayan faydasız yazılar... Fikirsizliğin vahim neticelerinden birisi de söylemler ile eylemler arasında bir tenakuzun zuhur etmesidir. Buyrun; “Zor Zamanda Konuşmak” diyen; ama 28 Şubat’ta kaçacak yer arayan bu tip bahsettiğimiz tenakuzun mücessem hâli...
Bunları söylemekten maksadımız, kendisini mütefekkir diye pazarlayan bu ve benzeri tiplerin anlamadıkları mânânın mâliki gözükmekten öte bir murad sahibi olmadıklarını göstermek. Böylece rol kapma derdindeki Üstad ve Kumandan düşmanlarını da elimizden geldiğince işaret etmiş oluyor, genç arkadaşlarımıza dikkatli olmaları hususunda uyarılarda bulunuyoruz.
Cemiyetin kanayan yarasını gösterirken dudağını büzüp “aman aman” yapanlar, cemiyetin kangren olmuş kolunu da koparmaya yanaşmıyorlar; sadece kangren olmuş kola iğreti bakarak “işte biz bunlardan değiliz” diyorlar. Fikir zevkinden mahrum, ruhu olmayan kelimelerle 600 sayfalık kelimeler destesi yazıp “şair” sıfatıyla dolanmayı ise bir meziyet sayıyorlar. Eh, bu ikinci yenilerin(!) kaderi olsa gerek!..
Üstad’ın Büyük Doğu fikrini ağzına almayan hasetçiler “Mutlak Fikre” nispetle usûl ölçüsü ile sünnete bağlılığı anlamayan tipler. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Fikir olmadan hareket olmaz. İnsanı bütün yönleriyle kavrayıcı, meseleleri irfan kıvamı halinde ortaya koyan bir ideolocyan var mı?” diye sorduğunda “Müslüman’ın ideolocyası olmaz” gibi toplumsal meselelere daha baştan nasıl yaklaşacaklarını bilmediklerini de itiraf etmiş oluyorlar. Adama “Büyük Doğu-İBDA İslâm’a muhatap bir anlayış sunuyor” diyorum; “Ben evin ikinci katına çıkmak istiyorum ama birinci katı ve merdivenleri kullanmayacam” dercesine “Sadece İslâm yetmez mi, neden yeni idea” diyor. Haliyle bunları dinleyen tiplerden de “Bırakın Sokrat’ı, Eflatun’u, bize Peygamber yeter” diyen, bu sözleriyle Peygamber (SAV)’i de anlamadıklarını zımnen itiraf eden deve kuşları peyda oluyor.
Kolları ve bacakları kangren olmuş bu cemiyette, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından ahlâk davası, adalet ve güzel sanatlar, cemiyet ve devlet planı, usûl ve vasıta, iktisadî ve içtimaî nizam, devlet, millet, sınıf, gençlik, milliyet, köy, şehir, aile, mektep, kadın-erkek, ordu ve inkılâp, inkılap ve gaye, millet ve ordu, ordu ve devlet idaresi ve daha birçok temel ölçü önümüze konuluyor. Ve bu davalara namzet Büyük Doğu-İBDA, bize meselemizin ne olması gerektiğini gösteriyor, toplumun her meselesine çözüm teklifi sunuyor; yeni bir sistem, yeni bir bakışla eşya ve hadiseler üzerindeki tesirini gösteriyor. Mademki, “İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığına kavuşabileceğine ait ilâhî bir ihtar... İslâm’ı (anlayışı) yenileyecek olan nesil, bu ruh ve madde felâketleri Türkiye’sinde son ve som, hepçi ve bütüncü tepki hâlinde zuhur etmekle mükellef...” diyor Üstad. O halde beş asırdır yere yıkılmış bu beden, Büyük Doğu-İBDA anlayışı ile ayağa kalkacak ve biiznillah zilletten kurtulacağız. Madem Hakikat, bizim varoluş gayemiz, o halde bu şuurla eşya ve hadiselere bakmalıyız. Kazım Albay’ın dediği gibi “Müslümanlar niye dağınık?” gibi kuru dilek ve temennileri bırakıp “fikirde birlik”in şartlarını kuşanmaya bakmalıyız.

Baran Dergisi 456. Sayı