İsrail 2-3 senede bir Ramazan aylarında yaptığı katliamı bu sene de tekrar ediyor. Filistinli Müslümanlar İsrail terör devleti tarafından bir soykırıma tâbi tutuluyor. Müslümanlar bu durumu, rahatça oturdukları koltuklarından, "ah-vah" nidaları eşliğinde seyrediyorlar. Gerçi üzülüyorlar ancak, bir taraftan da kanıksamaya başlıyorlar, kalbleri taşlaşıyor. Bir çok kişinin elinden kalbiyle buğz etmekten başka bir şey gelmiyor. Bu katliamları durdurup İsrail'e haddini bildirme yönünde devletler eliyle hiç bir ciddi girişim yapılmadığından ümmet, biraz da çaresizlik içinde hissizleşiyor; ancak şiddetin dozu arttığında tepki gösterebiliyorlar. Kimisi tepkisini boykotlarla, kimisi daha farklı eylemlerde gösterme yolunu tercih ediyor. Bu mevzuda kimin elinden ne kadar geliyorsa İsrail’e o şekilde tavır almasının gerekliliği ortada. 

Peki, 1948 yılında Büyük Doğu coğrafyasının kalbine bir hançer misali saplanan Siyonist İsrail devleti bu katliamları neden gerçekleştiriyor?

Hepimizin malûmu olduğu üzere Yahudi inancına göre Fırat ile Nil nehirleri arasında kalan topraklar kendilerine vaad edilmiş topraklardır. “Arz-ı Mev’ud” olarak adlandırılan bu hayâl, tahrif edilmiş Tevrat’a göre “Beni İsrael”e vaadilen, Fırat ve Nil nehirleri arası ile Toros yayından Sina’ya kadar uzanan topraklarda, Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yahudilikteki Mesih inancına göre, kurtarıcı Mesih’in zuhur etmesinin şartı da bu devletin kurulmasıdır. Osmanlı devletinin son dönemlerinden 1948 yılına kadar Siyonist liderler, Avrupalı ve Amerikalı Yahudi bankerlerin sermayeleriyle “Arz-ı Mev’ud”u fiilen gerçekleştirmek için Filistinlilerden toprak alarak Avrupa Yahudilerini bu topraklara yerleştirmeye başladı. Hatta bu süreçte Üstad Necip Fazıl’ın da üzerinde durduğu bir aile olan Rotschild ailesi Siyonist emeller uğruna bütün mal varlığını feda etmeyi göze alacak düzeyde destek verdi. Bu süreçte bu topraklara yerleştirilen Yahudiler ile Müslümanlar arasında sürtüşmeler başladı. Bilhassa Hitler Almanya'sı tehdidi altındaki Polonya ve Çekoslavakya gibi ülkelerdeki ekonomik açıdan güçsüz olan Yahudiler bu topraklara göç ettirildi ve buradaki Yahudi nüfus artırıldı. Bununla beraber Müslümanlara karşı zulüm de artmaya başladı. Nihayetinde 1948 yılının Mayıs ayında İsrail adında tepeden inme bir devlet bu topraklarda kuruldu.

1948 yılı itibariyle bu bölgedeki Müslüman katliamı bir devlet eliyle daha sistematik bir hüviyete büründü. Büyük Doğu coğrafyasının kalbinde gerçekleştirilen soykırım anlaşılacağı üzere yeni bir hâdise değil; 100 yıla yaklaşan bir maziye sahiptir.

Avrupa’dan getirilen Yahudiler ile belirli bir nüfus oluşturulmasına karşın, 8 milyona yakın İsrail’in nüfusunun %25’ini Müslümanlar oluşturmaktadır ve Müslüman nüfus her geçen gün artmaktadır. Bu sistematik soykırım ile Müslüman nüfusun belirli bir oranı aşmaması sağlanarak Yahudi devletinin iç güvenliğini tehdit edecek bir unsur kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Tüm bu insanlık dışı uygulamalara mukabil ortada bir gerçek var ki, o da gerek dinî inançları, gerek tepeden inme kuruluşu, gerekse de uygulamış olduğu bu soykırım sebebiyle dört bir yanı kendisine kin ve nefret duyan Müslümanlar ile çevrili İsrail terör devletinin suyunun her geçen gün daha da ısındığıdır... İsrail devletinin bekasının sosyolojik olarak imkânsızlığı her an daha da görünür hâle geliyor. İsrail’in son yıllarda soykırımı daha büyük tahrip gücüne sahip ve nicelik olarak daha yüksek ölüme sebep olacak savaş araçlarıyla gerçekleştirmesinin nedeni de burada yatıyor. 

Vicdanları sızlatan ve Müslümanların Yahudi’ye karşı intikam duygularını kabartan orantısız güç kullanımına dayalı bu savaşa son verilmesi yönündeki çabalara karşı İsrail devletinin “Hamas ateşkesi kabul etmiyor” şeklinde yapmış olduğu propagandaya da aldanmamak gerekli… Hamas’ın ateşkesi kabul etmemesinin sebebi 2-3 senede bir gerçekleştirilen bombardımanların ardından yapılan ateşkeslerin pratikte hiç bir fayda sağlamaması, Müslümanların öldürülmesinin İsrail’in yanına kâr kalması ve her an bombardımanın hiç bir mesnede dayandırılmadan tekerrür edeceği düşüncesinde olmasıdır. Hamas, Gazze ambargosunun kalkmasını en önemli koşul olarak ortaya koyarken İsrail ateşkesin ancak ve ancak Hamas’ın hiç bir şartı gerçekleşmeden olabileceği fikrindedir.

Hadiseye başka bir açıdan bakarsak İsrail’in bu saldırıları bilhassa Ramazan aylarında gerçekleştirmesi dikkatimizi çekiyor. Bu sayede Müslümanların dinî inançlarını zedeleme amacı güden İsrail devletinin ve teorisyenlerin gözden kaçırdığı husus ise bu insanlık dışı uygulamaların, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturunu benimsemiş ve tarihi haksızlığa karşı koyuş mücadelesi ile şekillenmiş bir dine mensup insanların inançlarını zedelemek ve yıldırmaktan ziyade mücadelelerine daha fazla tutunmasına sebep olmasıdır. Bugün Filistin’de hiç bir Müslüman yoktur ki, artık İsrail'den korksun.

“Arz-ı Mev’ud” için varını yoğunu ortaya koyan Siyonist katillerin bilmesi gereken en önemli husus ise, onların beklemiş olduğu “Armagedon”u* şehadet aşkı ile yanıp tutuşan Müslümanlar da beklemektedir. Hatta bir çok Müslüman kurtuluşunu Yahudi’ye karşı saf tutmakta görmektedir. Büyük hesaplaşmaya doğru biz çok net ve zerre miskal şüphesiz biliyoruz ki “Allah vaadini tamamlayacaktır” ve Büyük Doğu coğrafyasının kalbindeki hançer olan İsrail devleti oradan sökülüp atılacaktır.

Burada bize düşen ise zamanın gerektirdiği gibi davranarak faydası olur yahut olmaz demeden elimizden ne geliyorsa Siyonist İsrail’e karşı oluşumuzu tavırlarımızla göstermektir. “Devlet yapmıyorsa biz ne yapabiliriz?" kolaycılığını bırakıp Müslümanca tavrı ortaya koymalıyız. Biz bu tavrı ortaya koyup devleti yapması gerekeni yapmaya mecbur kıldığımız takdirde devlet yapar, yoksa günümüzün realist dünya sistemi üzerine bina edilmiş devlet kendi çıkarının olmadığı hiç bir noktada, hiç bir faaliyete girişmez…

Baran Dergisi 395. Sayı...