Havas tabakasının tanıdığı bu büyük zatı, umumi plana 1945’den itibaren Büyük Doğu’larla Necip Fazıl çıkarmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin mektuplarını kısmî yayınlayarak başlayan bu teşebbüs, İmâm-ı Rabbânî zevki aşılamış ve bu zevk hayli yayılmış ve Mektubat’ların kitablık çapta kısmî tercümelerine yol açmıştır.
İmâm-ı Rabbânî’nin ikinci bin yılın yenileyicisi vasfının Necip Fazıl tarafından şu tesbitle altının çizilmesi hiç kimsede görmediğimiz bir husustur:
“Allah ve Resûlünün kitablarından sonra dinin en büyük eseri ‘Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî’dir…”
 Üstadın, İmâm-ı Rabbâni’den bize öğrettiği şu edeb ölçüsü ise ilahiyatçılar dâhil çoğu Müslümanca bilinmez veya yeterince idrak edilmez: “Velî’lerin en büyüğü, sahabilerin en küçüğünün atının burnuna kaçan toz olamaz.”
Edeb ölçüleri yerinde olmadı mı önce mezheb sonra din elden gidiyor. Onun için Zahidü-l Kevseri, “Mezhebsizlik, dinsizliğe giden köprüdür” diyor. Bir de şu husus var: Müceddid veya mütefekkir tarafından ortaya konan ölçülendirme ölçüleri, yani İslâma Muhatab Anlayış yeterince idrak edilmezse, çağın sapık cereyanlarına düşülür; Ilımlı İslâm, Liberal İslâm, Demokrat İslâm, Muhafazakâr İslâm gibi. İslâma Muhatab Anlayış’ın zarureti burada ortaya çıkıyor.
İslâma Muhatab Anlayış’ı batıl cereyanlar karşısında çerçeveleyen, şeriat, tasavvuf, ilim, marifet birlikteliğini tesis eden İmâm-ı Rabbâni Hazretleri, çağımıza da ışık tutmaktadır.
İmâm-ı Rabbâni, İslâmı tahrif etmeye çalışan Sultana ve etrafındaki felsefecilere karşı 18-20 yaşlarında Delhi’ye giderek “İsbat-ı Nübüvve” risalesini kaleme alır ve meydan yerini tutar. Günümüzün “İbrahimî Dinler”  safsatasına benzer; Ekber Şah’ın “Dinî İlahî” sapkınlığına karşı durur. İlahi hududun muhafızı ve Allah’ın askeri olur. Ve böylece kulluğunu gösterir. Zaten sahabelerden sonra ümmetin en ileri ferdidir. Sultan tarafından zindana atılır, fakat o davasından zerre taviz vermez. Çünkü hiçbir sahada düşüklük Müslümana yakışmaz. Ömer Faruk soyundan gelen İmâm-ı Rabbâni’nin tesiri Anadolu’dan Balkanlara kadar yayılır. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nda İslâmın hâkim olma duygusunun taşkın olması da İmâm-ı Rabbâni’nin aksiyon mizacındandır, diyebiliriz.
İmâm-ı Rabbâni’nin açtığı çığır bir bayrak yarışı halinde daha sonra gelen kolbaşı Mevlana Halid, Seyyid Taha, Seyyid Fehim ve Esseyyid Abdulhâkim Arvasî eliyle Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’na varır. Dava tek: Ehli Sünnet Vel Cemaat. Ve bunun için “Topluluk Hakikati”ni pırıldatmak ve toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu’yu yerleştirmek” İBDA’nın Sünnet ve Cemaat ehline eklenen bir halka olması ve Büyük Doğu’nun yürüyen hali olması, ikinci bin yılın yenileyicisinin yoluna sımsıkı perçinli oluşu…
Sünnet ve Cemaat ehline çağımızda eklenen halka olmazsak, geçmişle bağımız kopar ve günümüz insanına bir şey söyleyemeyiz. İşte BD İBDA İslâma Muhatab Anlayış’ı hem kuru kuruya “Ehl-i Sünnetiz!” demekten öte Kurtuluş Yolu’na nasıl ekleneceğimizi ve bu ölçülere bakışın “ölçülendirme ölçülerini” verici, dil ve diyalektiğimizdir.
Şeriata bağlılığın zayıfladığı ve çeşitli hurafelerin dine girdiği bir zamanda zuhur eden İmâm-ı Rabbâni Hazretleri, Sünnete ittibayı esas alarak şeriat ve tasavvuf birlikteliğini tekrar tesis eder ve  medreseyi tekke ile birleştirir. Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd meselesini de hall ve fasl ederek işi Vahdet-i Şuhûd’a bağlar. Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd meselesini şöyle halleder: “Her şey O değil; her şey Ondan”… “Allah ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; ötelerin ötesinde!..” Üstad’ın “ifrat halde tecrit” diye vasıflandırdığı İBDA Mimarının, bu husustaki formulasyonu ise şöyle: “O değil, O’ndan ve bu yüzdendir ki, O.”
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, eserde derinleşen Muhiddin-î Arabî’den hikmetler devşirirken, işi bağlama noktasında müessirde derinleşen İmâm-ı Rabbâni yolundadır. Keza Üstadın, İmâm-ı Rabbâni’ye bağlılığı malum.
Devrimizde “içtihad kapısı kapalı mı açık mı?” sorusuna Üstad’ın verdiği cevap da şöyledir: “Bir asrın değil, on asırlık yek pare bir zaman blokunun yenileyicisi İmâm-ı Rabbâni Hazretleri, derecede belki bütün hak mezheb müctehidlerinden üstün olduğu halde Hanefi mezhebindendir.”
İkinci bin yıl yenileyicisi İmâm-ı Rabbâni’nin Hanefilikte kalması, müctehidlik taslayan reformcuların birbirleriyle yarıştığı devrimizdeki edebsizlere çarpıcı bir misaldir… Bilhassa “mezhebler üstü” söyleminin moda olduğu ve böylece herkesin bir mezheb kurduğu günümüzde. Çünkü, “mezheplere gerek yok” diyen bile bir yol, bir tatbikata uymak zorundadır ve böylece kendisi aksini iddia etse bile, yeni bir mezheb icad edicisidir.
Ve yenileyicilik misyonunun nasıl yerine getirileceğinin ipucu yine Üstad’dan: “Bu devirde ve gelecek çığırlarda yeni zaman ve mekan tecellilerine (ihtiyaçlara) karşı ancak şeriat bütününden zerre feda etmeyen büyük mütefekkirler gelebilir ve bunlar asır yenileyicileri olmak gibi muazzam bir makama rahmet olabilirler; fakat asla müctehid olamazlar.”
15-17 Kasım 2013 tarihinde İstanbul’da yapılan Uluslararası İmâm-ı Rabbâni sempozyumunda tebliğ sunan Mustafa Kara’nın, “çağdaş ilahiyatçılarda haddini bilmeme gibi bir hastalık var” tesbitini de mevzuumuzla alakalı verelim. Çünkü birçok sapık ve müctehid taslağı ilahiyatçılardan neşet ediyor. Çünkü ilim ile marifetin arası açıldı. Kuru akılcı bir eğitimin sonucu insan aklı sayısınca  müctehid ortaya çıkıyor; öyle ki bu işlerin babası Hayrettin Karaman’ı bile solladılar. İmâm-ı Rabbâni sempozyumunda açılış konuşmasını Hayrettin Karaman’ın yapması bile, İmâm-ı Rabbâni’yi samimi olarak anan ve güzel bir faaliyete imza atanlar tarafından bile İslâma Muhatab Anlayış ve yürüyen Ehli Sünnet davası yeterince idrak edilemediğinin delilidir. Halbuki İmâm-ı Rabbâni azimetle ameli tavsiye etmiş, ruhsatla ameli tavsiye etmemiştir. İBDA Mimarının çileli yolu, İmâm-ı Rabbâni’nin işaretlediği azimet çizgisinin en önde gösterilmesidir. Çünkü münevver olan kişilerin vazifesidir bu.
“Sünneti ihya ve bidatı ilga” hususunda daha çok alacak yolumuz var anlaşılan. Şu da apaçık bir gerçek ki, Selefilik, Tekfircilik, Şiilik, Mealcilik ve Dinlerarası diyalogculuk gibi sapkınlıklar BD-İBDA çizgisinin olmadığı yerde rahat neşet edebilmektedir. BD-İBDA’nın fikir ve aksiyon çizgisinin ehemmiyeti ve zarureti her geçen gün kendini hissettirmektedir. Modernizme, rasyonalizme, hümanizme ve benzerlerine karşı İslâm’ın tertemiz ve dosdoğru anlayışını kal’asında parıldatmakta ve parıldatmaya devam etmektedir BD-İBDA sancağı; Rabbanî mizacı gereği, Ömerul Faruk mizacı gereği, Resûl aşkı gereği…
İmâm-ı Rabbâni, sûfî bir kelamcı, Ehli Sünnet, Hanefi, Maturidi ve Müctehid. Yetmiş bin evliyanın piridir. Miladî 1564-1624 yıllarında Hindistan’da yaşamış Allah Resûlünün “Ümmetimden (sıla) lâkablı birisi gelecektir. Onun şefaati ile cennete çok kimse girecektir.” ifadelerindeki müjdeye ermiş zattır.
Keşifte, Allah’ın Resûlüne İmâm-ı Rabbâni’yi soruyorlar; ve emir üzerine onun “Allah ötelerin ötesinde düsturunu okuyorlar…” Kainatın Efendisi, bu düsturu üç kere okuyorlar ve buyuruyorlar:
-Ümmetimin içinde var mı onun gibisi?..”
“Kendilerine ‘ikinci binin yenileyicisi’ ismini veren büyük zat da, başlangıçta inkar edenlerden…
Rüyasında kendisine okutulan bir ayet, gözlerini ve ruhunu öyle açıyor ki, İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin delisi, divanesi oluyor.
“Vefatlarında Hindistan usulünce ellerini göğüslerine bitiştirip, bağladılar. Biraz sonra ellerinin titrediği, kımıldadığı, bağını gevşettiği, çözdüğü ve serbest kaldığı görüldü. İmâm-ı Rabbâni Hazretleri kollarını İslâm adetince yanlarına uzattılar ve öylece hareketsiz kaldılar.” Üstad’ın Mektubat-ı Rabbânî eserinin girişinden aldığımız kısımlar bunlar.
O’nun bıraktığı nur ipliğine tutunanların kurtulacağı müjdelenmiştir. Öyle bir büyük!..
İmâm-ı Rabbâni, “Şeriat üç kısımdır: ilim, amel ve ihlâs” der.
Her kelimesi derya kadar derin mektuplara dikkat nazarlarımızı teksif etmek, bir mektubdaki müşkülü öbür mektubda çözmeye bırakmak ve Mütefekkirler Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun bakış açılarını da ihmal etmemek gerek.
Mektubat demişken, tehditlere rağmen her sabah İsmailağa Camiinde Mektubat okuyan ve ismi “Mektubatçı Bayram Ali Hoca”ya çıkan ve İran’cılarla, İbdacıların arasında silahlı kavgaların olduğu demlerde (1990’lı yıllar) o zamanki İBDA cebhesi olan Taraf Dergisi’ne, İmâm-ı Rabbâni’nin Şii’lerle ilgili uzun bir mektubunu tercüme edip veren ve tıpkı İmâm-ı Rabbâni Hazretlerinin Halifesi ve oğlu Şeyh Masum Hazretleri gibi, camiide vaaz verirken şehid düşen Bayram Ali Hoca’yı da burada rahmetle analım ve başta İmâm-ı Rabbâni olmak üzere tüm şehitlerin şefaatine ermeyi Allah’dan niyaz edelim. İBDA yolunun da büyüklerin yoluna canla-başla düşmekten ibaret olduğunu belirtelim. Allah, Kurtuluş Yolu-Doğru Yolu anlayışından, Sıratı Müstakim, Cadde-i Kübra ve Sevad-ı Azam olan Ehli sünnet yolundan ve onun muhatab anlayışından ayırmasın!
Doğru Yol derdi ve Allah korkusu, büyüklerin peşine nasıl düşüleceğinin ilk şartıdır. En başta gereken ihlâs ve sonra tâbiyet; kendi kurtuluşumuz için. Öyle ki, İmâm-ı Rabbânî ihlası keramet gösterilerinden üstün tutarak şöyle der: “Bin tecelli ve müşahede geçirmişlerden sade biri bile ihlas devletine ve rıza makamına varamaz.”
İmâm-ı Rabbâni Hazretlerini kuru kuru anmak değil onun yolunu özümsemek ve onun yolunda yürümektir mühim olan. BD-İBDA İslâma muhatab anlayışı, büyüklerin yoluna nasıl düşüleceğinin sistemleşmesi ve toplum projesi olmuş hâlidir.
Esseyid Abdulhâkim Arvasi, “Edeb, hadlere riayet demektir, en büyük edeb de ilahi hududu muhafaza etmek…” diye buyuruyor. Fikir ve anlayışta ölçülerin doğru çerçevelenmesi, İmâm-ı Rabbânî yolundan doğru gitmenin ve sapık düşüncelerden korunmanın usulüdür. 

Baran Dergisi 358. Sayı