Aslında böyle bir yazı yazmaya niyetim yoktu. Çünkü Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Allah’a hamd olsun, artık aramızda. (Bunu böylece yazıyorum ama bu kısacık cümlenin, O’nun cezaevinden çıkmış olmasının bizde uyandırdığı hisleri ifade etmekten aciz olduğunu bilerek yazıyorum. Sözün bittiği yer hakikaten burası galiba.) O soğuk cezaevi duvarları, asık suratlı gardiyanlar, silahlı jandarmalar ve meraklı sivil polisler, Bolu’nun sıcak-soğuk dengesiz havası, hepsi bir ânda gerçekliğini kaybetti. Fakat kampın ilk günlerinden bu yana arkadaşlarımın kampa dair bir şeyler yazmamı istemeleri üzerine bu satırları kaleme alıyorum. 

Ramazan’ın ilk günleriydi sanıyorum, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun serbest bırakılacağına dair bir haber dolaşmaya başlamıştı ortalıkta. Konya’dan bir grup hemen yola çıkıp Bolu’ya ulaşmış, fakat sürecin henüz devam ettiği şeklinde bilgiler eşliğinde geri dönmüştü. İşte o gece içimize bir ateş düştü: Konya’dan Fikre Özgürlük Platformu’ndan gönüldaşlarla hemen Bolu F Tipi önünde bir kamp kurmaya, O çıkana dek orada beklemeye, bir nevi sivil itaatsizlik eylemi yapmaya karar vermiştik. Bu kararın ardından yol hazırlıkları yaparken, Gaye Fikir Platformu Bolu’da Kamp kurma kararını açıklayınca, onlarla birlikte İstanbul’dan yola revan olduk. Ertesi gün de Konya’dan gelen gönüldaşlar bize dahil oldular.

Amacımız, her ân tahliye edilme ihtimali bulunan Kumandan Mirzabeyoğlu’nu orada karşılamaktan ibaretti. Oğlum Hasan Mirza, Baran Dergisi yazarlarından Fatma Doğan, Fikre Özgürlük Platformu üyelerinden –Baran ve Akademya yazarı- Hülya Uyar, Havva Sak, Salih Ahmet Sak, Ahmet Fehim Uyar, Gölcük’ten gelen Yusuf Yüce ve Gaye Fikir Platformu üyeleri ile birlikte kamp alanımızda beklemeye koyulduk.

Günlerimiz oldukça yoğun geçiyordu. Her gün öğleden sonra iftar hazırlıklarına başlıyor, gün içinde kampımızı ziyaret edenlerle hasbihal ediyor, iftardan sonra kamp ateşinin etrafında dualar ediyor, Ölüm Odası-B Yedi okumaları yapıyor, sahurdan sonra hanım gönüldaşlarla birlikte Anadolu Gençlik Derneği’nin bize tahsis ettiği yurtta kalıyor, ertesi gün yine kamp alanımıza dönüyorduk. Gençler ise bütün gün ve gece kampımızda kalıyorlardı.

Orada gördüğümüz bir gerçek vardı: Gün içinde dev pankartlarımızı gören yoldan geçen arabalar yavaşlıyor, ilgiyle pankartlarımızı inceliyor, sonra da “ne zaman çıkacak, biz de burada olmak istiyoruz o çıktığında” diyorlardı. Kampı haber alan Bolu civarında oturanlar da ziyaretimize geliyor, bilgi alıyor, dualar ederek ayrılıyorlardı. O zaman içimiz daha bir aydınlanıyor, Kumandan’a olan bu teveccühü gördükçe, gelecek hakkında umudumuz daha da bir katlanıyordu. 

Kamp ihtiyaçları için alışverişe çıktığımız bir gün taksiye bindik ve yola çıktık. Taksici buraların yabancısı olduğumuzu hemen anladı ve gideceğimiz yerin Bolu F Tipi önü olduğunu öğrenince, “siz şu kamp kuran eylemciler misiniz?” diye sordu. Anladık ki kampımızdan Bolu halkının haberi vardı. Taksici, milliyetçi bir görüşe sahip olduğunu ifade ettikten sonra, Kumandan’ın tahliye edileceği haberine çok sevindiğini belirtti. Daha sonraları da kamp alanımıza uğrayarak bir ihtiyacımız olup olmadığını kontrol etti.

Kampta geceleri bilhassa hareketli geçiyordu. Gençler Kumandan’ın bulunduğu hücrenin yakınlarına gidiyor, tekbirler getirerek O’nu ve cezaevindeki diğer gönüldaşları selamlıyorlardı. Kur’ân okunuyor, dualar ediliyordu. 

Gençler bir gün kamp alanında bulunan ve hiç kimse tarafından kullanılmayan otobüs durağına, “Türkiye Mirzabeyoğlu’na Özgürlük İstiyor” başlıklı, içinde başbakandan bakanlara, yazarlardan sanatçılara, konuya destek veren pek çok ismin resimleri ve sözleri yer alan bir pankartı, bütün gün uğraşarak asmayı başarmışlardı. Fakat birden polisler gelerek pankartı indirmelerini söylediler. Gençler asla indirmeyeceklerini beyan edince, iki otobüs dolusu çevik kuvvet olay yerine intikal etti. Gençler pankartın bulunduğu alanda oturmaya başladılar, aralarında -7 yaşındaki oğlum- Hasan Mirza da vardı. (Onun da polise ilk ciddi direnişi bu olayla gerçekleşmiş oldu.) Bu sırada il emniyet müdür yardımcısı da olaya müdahil olarak, “birlikte indirelim, ben de yardım edeyim, başka bir yere asmanıza da yardımcı olayım” şeklinde uzlaşmacı bir tavır içine girerek çevik kuvveti de olay yerinden uzaklaştırınca, gençler bu anlaşmayı kabul ettiler. 

Gün içinde polisle ufak çaplı çekişmelerimiz oluyordu. Ancak genel olarak polisin tavrı olumluydu ve bir sıkıntı yaşanmaması adına çaba sarfediyorlardı. 

Bu sırada biz de boş durmuyorduk tabiî ki, terörist İsrail’in Gazze saldırılarını protesto ediyor, basın açıklaması yapıyor, bu arada elimizden geldiğince gündemi de takip etmeye çalışıyorduk.


O ÂN

Kampın 16. Günü bir takım işlerimizi halletmek üzere Bolu merkeze inmiştik. Birden bir telefon geldi, tahliyenin bugün gerçekleşeceği söyleniyordu. Hemen bir taksiye atlayıp kamp alanına gittik. Gazeteciler ve ajanslar kamp alanımızda heyecanla bekleşiyor, “Kumandan’ın tahliye kararı çıkmış, fakat yarın sabah serbest kalacakmış” diyerek bizi bilgilendiriyorlardı. Polisin biri telefonda arkadaşına şöyle diyordu: “Kumandan’ın tahliye kararı çıkmış, hayırlı olsun.” 

Biz ertesi sabah O’nu karşılamak üzere hazırlıklarımızı yaparken, İstanbul, Yozgat, Konya, Ankara gibi pek çok ilden onu karşılamak üzere yola çıkanların haberini alıyorduk. Fakat birden yeni bir haber geldi: “Kumandan 20 dakika sonra çıkacak.” Hepimiz şaşkınlıkla cezaevi önüne gelerek bilgi almaya çalıştık. Bolu Belediye Başkan yardımcısı o esnada yanımıza geldi ve “avukatları ve ailesi gelene kadar bekleyecekler” dedi. Bu haberin üzerinden 20 dakika geçmişti ki, İl Emniyet Müdürü, “birazdan bırakacaklar” dedi. O esnada Kumandan, iki asker eşliğinde uzaktan göründü. Rahat ve sakindi fakat biz oldukça heyecanlıydık. Teşrik tekbirleri eşliğinde onu karşıladık. O ânı anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Heyecan, mutluluk ve coşku ile adeta mekân hissini yitirmiştik. O ise oldukça sakin ve huzur veren bir ses tonuyla hepimizi selamladıktan sonra, kendisini bekleyen araca binerek ayrıldı.

Kumandan’ın ardından, diğer gönüldaşlar da araçlarına binerek ayrıldıktan sonra farkettik ki, biz 5 arkadaş orada kalmıştık. Kamp alanında bir yandan eşyalarımızı topladık, bir yandan da nasıl yetişebileceğimizi istişare etmeye başladık. Neyse ki Yozgat ve Konya’dan yola çıkan gönüldaşlar, gecenin ilerleyen saatlerinde -sanıyorum 12 gibi- bizleri de alarak Sapanca’daki buluşma yerine götürdüler. Böylece Kumandanımızı orada yeniden görme, basına verdiği mülakat-sohbetleri dinleme imkânına kavuşmuş olduk. Bugünleri bize gösterdiği için Allah’a hamd ederiz. 

Bu kamp bize, birlik ve beraberlik ruhunu kazanmaya çalışmanın, dayanışmanın, gerektiğinde uzlaşmanın, nefsimize ağır gelse de pek çok şeye sabretmenin, zor şartların üstesinden gelmenin yolunu yordamını öğretti. 

Tarihe şahidlik ettik, O'nu bekledik ve O'na kavuştuk; hamdolsun... Şimdi Allah’ın izniyle “iş ve eser” zamanı…

Not: Burada bilhassa ismini anmak istediğim bir gönüldaşımız var: Sedat Parmaksız. Günler boyunca bizim kahrımızı çekti, bir “of” bile demedi. Nezaketi, terbiyesi, ahlâkı ile pırıl pırıl bu gence bilhassa müteşekkiriz. Kamp süresince maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen tüm kurum ve kuruluşlara da ayrıca teşekkür ederiz.


Baran Dergisi 394. Sayı...