V harfi; bitiştiği noktayı başlangıç kabul ettiğimizde dikkatimizi çeken şey, çizgiler arasındaki ayrışmanın ilk anlarda ne kadar birbirine yakın olduğu gerçeğidir. Ayrışma yavaş yavaş başlar ve topyekûn kopma ve farklılaşma hemen hissedilmez. Cemiyeti bir ur gibi kuşatıp sardığında, kalp atışları durduğunda, alarm zilleri çaldığında ise çok geç olur.

Son Sünni İslâm Devletinin dışta düşman taarruzları içte ihanet şebekelerinin tuzakları ile yıkılmasının ardından savaştan yorgun çıkmış, fakir ve bitab düşmüş bir milletin sırtına ‘sureti hak’ maskesi ile önce Büyük Millet meclisinin açılışı, ardından Cumhuriyetin ilanı ve ilerleyen zamanda ise Hilafetin kaldırılışı gerçekleştirilmiştir. İslam’la ve İslâm Dünyası ile resmen alakayı kesme manası taşıyan bu son ilandan sonra milletin üzerinde İslâmî olan ne varsa terk edilmeye ve yine Batılı olan ne varsa tatbik edilmeye başlanır.  Süreç sancılıdır; Türk, Kürt, Çerkez, Arap olan bitenden rahatsız sayısız âlim tiyatro duruşmalarla benzeri ancak engizisyon mahkemelerinde görülmüş tarzda hesaba çekilir ve binlercesi idam edilir. V’nin birleşik göründüğü noktalarda M. Kemal ve arkadaşları İslâm âlimleri, Osmanlı Ordusu Kumandanları ve Kürt Mirleri ile beraber görünmek ve sadık bir dostmuş imajı vermek için sürekli çaba sarf ederler. Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Cumhuriyetin kurucuları gerçek yüzlerini göstererek İslâm ve Kürt karşıtlığına dayalı politikalarını gün yüzüne çıkarırlar. Bu da hem Anadolu’da hem Kürdistan’da müthiş bir rahatsızlık meydana getirir. Batı'dan ithal edilen ideolojiler devlet politikası olarak benimsenerek yeni bir sürece girildi. Bu süreçte özellikle Müslüman halk ve din adamları büyük zulümlere maruz kaldı. İslam-Şeriat kanunları yerine Hıristiyan âleminin kullandığı İtalyan ve İsveç kanunları getirildi. Âlimlerimiz, şeyhlerimiz darağaçlarında sallandırıldı. Erkeklerin fesine, kadınların başörtüsüne bile tahammül edilmedi. Halkın değerleri yok sayıldı. Binlerce İslâm alimi ve önderi bu gidişe dur demek, bu zulmü ve işkenceyi sona erdirmek ve kültür soykırımını engellemek için harekete geçti. Kimi idam edildi, kimi mahpus, kimi sürgün. Bunlardan biri de Şeyh Said El-Nakşibendi idi. Büyük Doğu Mimarının teşbihiyle Son Devrin Din Mazlumu…


Şeyh Said Kıyamı


Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ile birlikte;Rêxistina Azadî, 1921’de Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kapatılması üzerine açılır. Cemiyetin başkanı Cibranlı Albay Halit Bey idi. O, Şeyh Said’in kayın biraderiydi. Cibranlı Halit, ikinci Abdülhamid’in açtığı Aşiret Mektepleri’nde okumuştu ve iyi bir askerdi. Bu cemiyete daha sonra Hacı Musa Bey, Cibranlı Halit Bey, Hasenanlı Halit ve başkaları da katıldılar. Bitlis mebusu Yusuf Ziya 1923 yılının yaz mevsimi sonunda Şeyh Said ile görüştü ve görüşmede yeni rejimin zulüm ve işkencelerine karşı Müslümanların ve dahi Kürtlerin ayaklanması örgütlemek ve bu amaçla örgütlenmeye hız vermek istediklerini belirtirler. Şeyh Said Kürdistan’da büyük bir etkiye sahib olduğu için Rêxistina Azadî’ye davet edilir. Rêxistina Azadi’ye üye olduktan sonra çalışmalarını daha bir ilerletir. Köy köy gezer, tanıdığı ve sevdiği insanlara mektup göndererek mücadele şuurunu insanlara ulaştırmaya çalışır. Cemiyetin üyeleri kendi aralarında hepsinin bildiği bir şifre diliyle iletişim kuruyorlardı. Bu şifrelerle yaptıkları görüşmelerden birinde şifre yanlış anlaşılır ve ayaklanma hazırlığı Mustafa Kemal tarafından duyulur ve Rêxistina Azadî’nin başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya 1924 yılının Ekim ayında tutuklanırlar. Bu olay üzerine başkanlık görevi Şeyh Said’e kalır. 

Bu arada Yeni Cumhuriyetin Laik-Kemalist hükümet yetkilileri Şeyh Said’e haber gönderip ifâdesini almak istediklerini bildirirler. Şeyh Said ifâde vermeye gitmeyip 27 Aralık günü Hınıs’tan ayrılarak Çapakçur’a doğru yola çıkar ve 4 Ocak 1925 günü Şeyh Said ve çok sayıda Kürt ileri geleni Erzurum’un Kırıkan köyünde bir toplantı yaparlar. Bu toplantıda Şeyh Said’in fetvası en çok konuşulan başlık olur. O fetva şuydu;”Kurulduğu günden beri Din-i Mubin-i Ahmedî’nin temellerini yıkmağa çalışan Türk Cumhuriyeti reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kur’ân’ın âhkamına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamber’i inkâr ettikleri ve İslâm halifesini sürdükleri için, gayr-i meşrû olan idarenin yıkılmasının bütün İslâmlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyet’e tâbi olanların mal ve canlarının, Şeriat’ı Garrayi Ahmediye’ye göre göre helal olduğu…” vs. diye devam eder. Şeyh Said halkın hem dinî hem de siyasî lider olarak seçildiği bu toplantıdan sonra tebliğ amacıyla Bingöl'ün Genç ilçesine, oradan da Lice'ye geçer. Orada Şeyh Said arkadaşları ile bir toplantı düzenler ve toplantıda bir karara varırlar. Karar şöyle idi: “Biz savaşmak istemiyoruz, bizim tek istediğimiz siyasî ve dinî özgürlüktür.” “Şeriat-ı Din ve İslâm-ı garra lağvedilecek” düşüncesi Şeyh Said'te hasıl olunca hemen Mustafa Kemal'e bir mektup yazar. Şeyh Said mektubunda şunun altını çizer, “Batıdan ilim ve fen almanıza bir şey demiyoruz, ama İslâm baki kalsın.” Ancak bu mektuba cevap almaz.

Şeyh Said Lice'de iken ona bir provokasyon yapılacağı haberi gelir. Şeyh Said provokasyona karşı akşam yola çıkarak Dicle'ye (Piran) geçer. Orada irşat çalışmaları yaparken, bazı askerler gelip, “4 tane kaçak var, onları bize teslim edin” der. Evin sarıldığını gören Şeyh Said, jandarma teğmenlerine haber gönderir; “İstediğiniz adamlar benim yanımdadır. Şimdi bunları yakalarsanız, benim şeref ve haysiyetimi çiğnemiş olursunuz. Hükümetin kolu uzundur. Bu suçluları istediğiniz zaman yakalayabilirsiniz” der. Teğmenler ise şöyle karşılık vermişlerdi: “Bizim görevimiz, bunları hemen yakalamaktır. Bu iş için buraya geldik. Yakalayıp götürmek zorundayız.” Daha sonra askerler kaçakların üzerine ateş ederler ve Şeyh Said kıyamı bu provokasyonla erken başlar.

Asker, erken savaş için provokasyona gitti. Çünkü amaçları Kürtler örgütlenmeden bastırmaktı. O dönemler Şeyh Said henüz tebliğ aşamasında idi, cihat için şartlar tam oluşmamıştı. Şeyh Said'in amacı, hem bölgenin ileri gelenleri hem de batıdaki ileri gelenleri bir araya getirmek idi; ama bunu fark eden o zamanın hükümeti ve askerleri, bölgede başlayan bu başkaldırma hareketi, Anadolu hareketine dönüşmeden bir provokasyonla bastırmak ve Kürtleri imha etme kararı almışlardı. Nihâyetinde de böyle oldu.

Şeyh Said Kıyamı 1925 yılının Şubat başında, Kürdistan'ın bütün bölgelerinde birden başladı. Şeyh Said’in kuvvetleri Genç’in kuzeyinde zor durumdaydılar. İran'a çekilmek için şiddetli çarpışmalar yaşayarak, Yeni Cumhuriyetin Laik-Kemalist hükümetinin birliklerinin cephesini yarıp Varto yakınlarına varabildiler. Bu olaydan sonra çeşitli kollar hâlinde ve çeşitli istikametlerden çok sayıda hükümet kuvveti ilerleyip Şeyh Said’i tekrar muhasara altına aldılar. Birçok kanlı çarpışmadan sonra Şeyh Said yeni bir taarruz yaparak hükümet kuvvetlerinden kurtulmak istediyse de başarılı olamadı. 15 Nisan’da Şeyh Said Bacanağı Binbaşı Kasım’ın ihbarı üzerine, Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Köprüsünde, büyük bir kısmı yaralı olan diğer liderlerle birlikte Kemalist hükümetinin eline esir düştü ve hep beraber Amed’e gönderildiler. Yargılandıkları zaman karar zaten belliydi. 29 Haziran'da Şeyh Said ile beraber 47 arkadaşı idam edildi. Şeyh Said asılacağı sırada bir kâğıdın üzerine Arabça şöyle yazıyor: “Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki ölümüm Allah ve İslâm içindir.”

Bu kıyamın sonucunda 14 şehir, 700 köy, 9000’e yakın ev harabeye döndü. 50.000 kişi göç ettirildi, yaklaşık 7.500 kişi zindanlara atıldı, 660 kişi idam edildi. 25.000’in üzerinde Kürt öldürüldü. Zalimler için çocuk, ihtiyar, kadın veya hayvan hiç fark etmedi, birçok yerde insanlar ahırlarda toplu bir şekilde yakıldı. 

Şeyh Said El Nakşinedi’den;

Dedi ki; “Günahtan kaçınmayan bilgin, meşale tutan bir kördür; doğru yolu gösterir, kendisi görmez.” 

Dedi ki; “Hayatında ekmeği yenmeyen kimsenin adı, ölümünden sonra anılmaz.” 

Dedi ki; “Aslan, mağarada can verse dahi, köpeğin ağzından artanı yemez.” 

Dedi ki; “Düşmanın tatlı sözlerine bakma; balın içinde zehir de bulunabilir.” 

Dedi ki; “Rızk bilgi ile artsaydı, cahilden daha zor geçinen olmazdı. “


MÜHİM BİR ANEKDOT

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’yla 1991 yılında ZendPress Haber Ajansı’nın yaptığı bir röportajdan özel bir iktibas;


ZENDPRESS- Geçmişte solcu ve sosyalistler "Türkiye halkları" veya "Kürt halkı" deyimi için uzun mücadele verip, acı çektiler. Yolu açtılar. İslâmî kesim o dönemde sadece inkârcı değil, aynı zamanda solculara karşı aktif güçtü. Bugün ise Kürt meselesi mevzuunda İslâmî kesim yazıp çiziyor. Nasıl samimi olunur?.. Üstelik İran misâli de ortada. Çünkü İran, Kürtlere birşey vermedi?.. Kavmiyetçiliği çözemedi. Aslında hiçbir modern İslâmi devlet kavmiyetçiliği çözmüş değil. Meselâ, ne Pakistan, ne Sudan?.. 


SALİH MİRZABEYOĞLU- Geçmişten bahsederken, ne kadar geçmiş?.. Bu dâva, 10 senenin veya 20 senenin işi değil ki!.. Üstelik "solun açtığı yol"dan bahsederken, bizim gözümüzde oynadığı kobay rolünü ve asfalt yol açmakta olanlara "keçi yolu" sahiplerinin birşey diyemeyeceğini göz önünde tutmak gerek!.. Bu umumî hükümden sonra, değişik yönlerden sorunuzu ele alalım... İlk başta, istemediğim hâlde, mecbur kaldığım için işin kendi şahsıma âid yönünü belirteceğim: Hoybin cemiyetinden bahsettiğimden, bunu geçiyorum... Söz konusu etmek istediğim, Kürt şövenistlerin başucu eserlerinden, Kürt şairi Ciğerhun'un yazdığı "Şer Şere Cı Mere-Cı Ne're; Aslan Aslandır, Ha erkek Ha dişi" isimli destan, Musa Bey'in kız kardeşi Gülnaz Hanım için yazılmıştır... Musa Bey, dedem İzzet Bey'in babası... Kemâlist bakışın tasvibi içinde ve Kemâl, İsmet İnönü, Celâl Bayar, Cemâl Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren'in sözlerinden iktibaslarla süslü bir ön girişle sunulan "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli M. Şerif Fırat'ın eserinin son baskısından:

- "14 Şubat 1341-1925 tarihinde başlayan Şeyh Said Kıyamı’ adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kormanço şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının idamları, Baba Kürdî şubesine mensub aşiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağlarında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa'nın kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini harekete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925'de Varto'da Binbaşı Tahsin beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34. Alay Komutanı Talât Beyle-Birinci Tabur Komutanı Binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh Bey'le Hacı Musa oğlu İzzet Bey'i yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan, Beşirî, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşiret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini keseceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Said'le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuşlardı (...) İkinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde kalan Şakî çeteleriyle Nuh ve İzzet'in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı."

Neticede 25 Mart 1926'da, İzzet Bey, yeğeni ve bir adamı, Kösor dağlarındaki çatışmada öldürülür ve başları kesilerek Muş'a getirilir... Gülnaz Hanım'a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karokolunda yere dizilir ve "tanıyor musun?" hikâyesiyle davet edilir... Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır... Ayağıyla İzzet Bey'in kafasını iter: "Bu benim kardeşimin oğludur!"... Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: "Bu da benim oğlumdur!"... Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: "Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!"... Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: "Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!" der... Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı edâ ile çıkar gider... İşte Kürt şairi Ciğerhun'un destanlaştırdığı tablo budur... Dedem İzzet Bey'den bahsetmem, Kürt meselesini şövenist bir temelde solcu bir edâ ile takdim garabetine dikkat çekmek, kimi yerde "ümmet" karşısında bir kavim dâvası gibi ele alıcı, kimi yerde resmî ideoloji ile paralel göstermek, kimi yerde "Kürt meselesi"ni solun tekelinde sunmak yanlışını işaret içindir... Ve bilhassa şu dâva: Fikir haysiyeti adına, hiçbir şöven küçüklüğüne yer vermeden konuşmam, ayrıca kıymet ifâde etse gerek, samimiyet ifâde etse gerek... Gelelim geçmişte solcu ve sosyalistlerin "Türkiye halkları" veya "Kürt halkı" deyimi için uzun mücadele verip acı çekmelerine ve yolu açmalarına: Herşeyden önce bilmek gerekir ki, "Türkiye halkları" ile "Kürt Halkı" nitelemesi birbirinden ayrıdır... Birinde "Türkiye", yâni Türklere âid mekândaki halklar sözkonusudur, diğerinde ise halk olduğuna ve halka âid olduğuna göre "Kürdistan"... Arada hem coğrafî, hem de idarî-siyasî bir niteleme farkı var... Geçmişteki İslâm devletlerine âid bir inceliği de bu vesileyle belirteyim: İçinde değişik kavim özellikleri bulunan devletlerin hiçbirinde, "ümmet" anlayışından dolayı kavmi öne çıkarıcı bir isim yoktur... Emevîler, Abbasîler, Eyyubîler, Selçukîler, Osmanlılar vesaire... Ve bizim fikrimizin tecelli plânı olarak seçtiğimiz mekân ismi, aynı zamanda insan mekânını da ifâdelendirici şekilde, "Anadoluculuk"tur; bu asıl üzerinde, Lâzistan da yerini bulur, Kürdistan da... Halkların kardeşliği mi?.. Müslüman olan Rum Beyi Mihâl Gazi, Osmanlılar'daki akıncı teşkilâtının kurucusu bir yiğit adamdır ve akıncılar 300 sene boyunca bu aileden gelenlerce yürütülmüştür... Buna mukabil, Sovyetler Birliği'nde din yasaklanınca, kavim duygusunun öne çıkışından bahseden de, bir kaç sene önce Türkiye'ye gelmiş olan bir Sovyet Türkologudur; nitekim Osmanlılar'da da, din duygusu pörsüdükçe kavmiyetçilik azmıştır... Gelelim başka bir meseleye: "Ümmet" kavramından bahsederken, bunun gûya İslâmî fikirden haberdarmış gibi bir dekor ve aksesuar olarak kullanılışından bahsetmiştim... Ümmet, "cemaat, kavim, din birliği olan insan topluluğu" mânâlarına gelir... Şayet kavramların birbirini destekleyen verilerin billûrlaşması olduğunu dikkate alırsanız, bu kavramlar müslümanların keyfiyetini doldurduğu kelimelerdir... Bu mânâlar çerçevesinde, bizim "halk"tan bahsetmemizle solun "halk"tan bahsetmesi arasında bir keyfiyet farkı var; bu keyfiyet farkı, aynı zamanda fikir kıymetini de gösteriyor... Halkların kardeşliği; neye göre, kime göre?.. 1400 sene önce, "müslümanlar kardeştir!" demiş ölçümüz; sol neyin nesi... Biz zaten pratikte de çökmüş, fikir plânında ise 40-50 sene önce çökmüş sol düşünceyi tasvip etmiyoruz ki, onun açtığı yola sahib çıkalım... Ve çektiği acının bizimle alâkası olsun; yâni, ister müslümanlar diye alınsın, ister Kürt müslümanlar... Acı çeken, acı çekmeyen hikâyesi, solun kendi içinde aransın; acı çeken solcularla, araziye uyan solucan karakterli solcular, ayrıca solculuk adına tutunduğu 40 dal da kırıldıktan sonra can havliyle Kürtçülük dâvasına atlayarak solculuk oynayan solcular... Devam etmek zorundayım: Bugün hâlâ Kemâlizm'in davulculuğunu yapan solculardan ne haber... Kemâlist rejimin Türk ve Kürt müslümanlara karşı yürüttüğü katliamları ve her türlü zulmü "gericiliğin ezilmesi" diye karşılayanlar nerdeler?.. Kürt müslümanlara yapılan zulmü "gericiliğin ezilmesi" diye karşılayıp, "Bağımsız Türkiye!" sloganları atan zamane Kürdistan solcuları kimlerdir?..”(Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar/ -1984’den 1996’ya-, İbda Yayınları 1997, s.159-162)


Baran Dergisi 389. Sayı...