Esselâmü aleyküm.

Nasılsınız?

(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)

İyiyim, iyiyim. 

Bir haber var mı?

(Av. Yılmaz, yeni bir haber olmadığını, ancak Kumandan Mirzabeyoğlu’nu “dün” ziyaret ettiğini söylüyor.)

Kendisi nasıl?

(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun iyi olduğunu, Carlos’a selâm ve dualarını gönderdiğini söylüyor.)

Peki, yeniden yargılama tarihi belli oldu mu?

(Av. Yılmaz, duruşma tarihinin henüz belli olmadığını, mevcut durumun devam ettiğini söylüyor.)

Aynı durum sözkonusu diyorsunuz; tamamdır.

Bana herhangi bir sorunuz var mı peki?

(Av. Yılmaz, herhangi bir sorusunun olmadığını söylüyor, kendisinin nasıl olduğunu soruyor Carlos’a.)

İyiyim, ne olsun. Bir ziyaretçim vardı aslında. Görüşmeyi yarıda kesip buraya sizinle konuşmaya geldim.

Sanıyorum, Yemen’den bahsetmeliyiz biraz. Olur mu?

(Av. Yılmaz, “olur” diyor.)

Rejim, Yemen’in başşehri Sana’ya giren ve iktidar mevzilerini ele geçiren çiftçilerin; daha doğrusu, ülkenin kuzeyindeki Suudî Arabistan sınırında yaşayan “Huti” aşiretlerine mensub unsurların isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. 

“Hutiler”, haberlerde hep öyle geçtiği üzere, bildik anlamda Şiî değildirler; Zeydîdirler. Hazret-i Ali’nin torunlarından olan –İmam Muhammed el-Bakır’ın kardeşi- İmam Zeyd bin Ali’nin yolunu takib ederler. Bu konularda uzman bir insan değilim ancak Sünnîlere çok yakındırlar; Şiîlerden çok daha yakındırlar Sünnîlere.

Bu insanlar, hiç de öyle yabancıların ajanı falan değildir. Ne Suudî Arabistan ne de Amerikan ajanıdır Hutiler. Tek taleb ettikleri şey, Yemen’in kuzeyinde yaşayan insanlar olarak, gasbedilen haklarıdır. 

Zamanın Yemen kralı Zeydî olduğu gibi, daha sonraki Yemen Cumhuriyeti de –farklı aşiretlerden olmak üzere- yine çoğunlukla Zeydî unsurlarca kurulmuştur. Başşehir Sana’nın etrafındaki aşiretler de çoğunlukla Zeydî’dir aynı şekilde. Yine, Yemen’in kuzeyinde pek öyle Sünnî aşiret yoktur. Fakat Yemen’in güneyi neredeyse tamamen Sünnî aşiretlerden oluşmuştur.

Haberlere bakılırsa, “İran’ın silâhlandırdığı Şiîler Sana’ya saldırdı!”. Bu vesileyle, sanki “şeytan”dan bahseder gibi sözediyorlar İran’dan. Hâlbuki İran, bana sorarsanız, kendilerinin “İslâmî” olduğunu iddia eden çoğu rejimden çok daha meşrû ve İslâmî bir rejimdir.

Ben Şiî falan değilim. Şiîlerde hoşuma gitmeyen, hem beni hem hepimizi az çok rahatsız eden belli bazı şeyler de vardır üstelik. Buna rağmen, müslümandırlar ve siyasî olarak da doğru taraftadır İran.

Bu bakımdan, şayet İran, Yemen’in kuzeyindeki “kimsenin ajanı olmayan” bu Zeydî aşiretlere yardım ediyor ise, iyi bir iş yapıyor bence. Aynı şekilde, sözkonusu Zeydîlerin başşehir Sana’daki iktidar mevzilerini ele geçirmesi ve -anlaşma sonrası- iktidar mevkilerini paylaşması da yine güzel bir şey. Haklarına saygı gösterilecek demektir çünkü bu.

Unutmayınız ki, geçmişte Yemen’e bağlı olan ve şimdi Hutilerin Suudî Arabistan’la komşu olduğu kuzey bölgesinde bulunan üç idarî birimin büyük bölümü, Kral Abdülaziz bin Suud tarafından 1930’larda yapılan savaş neticesinde Suudî Arabistan tarafından ele geçirilmişti. İngiliz ve Amerikan petrol şirketlerince modern silâhlarla donatılan Suudî Arabistan ordusu, Zeydî Yemen kralının ordusunu bu savaşta yenmiş, sözkonusu bölgelere böylece elkonulmuştu. 40 yıl boyunca da devam etmişti bu statüko. 

Bu 40 yılın sonunda ise, kuzeyin başına Suudî Arabistan ajanı bir “şeyh” geçmiş, bir anlaşma imzalamış ve Amerikan destekli Suudî krallığının 1930’larda mezkûr bölgeler için Kuzey Yemen’e empoze ettiği imtiyazların şu kadar sene daha –net hatırlamıyorum- devamını tasdik etmiştir.

Sonuçta, bu Yemenli başbakan, bu “şeyh”, Yemen halkının temsilcileri tarafından ölüme mahkûm edildi, bir yoldaş da bu kararı Londra’da infaz etti, Londra’da öldürdü o adamı. Önceleri el-Fetih’te görevli olan bu yoldaş, daha sonra Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi-Dış Operasyonlar birimine katılmış bir mühendisti ve zamanın Somali devlet başkanının ihaneti yüzünden, Mogadişu operasyonunda katledildi.

Demek istediğim şey; tarih bu şekilde bizimle de alâkalı ve bizzat yaşadığım Yemen’de, hem kuzey hem de güneyden Yemenlilerle tanışma fırsatı buldum geçmişte. Bu çerçevede, hernekadar Sünnî müslüman olan bizlerle itikadî noktada kimi farklılıkları olsa bile, bazı Hutilerle de tanıştım. İyi insanlardı bunlar ve bu insanları dinî mülâhazalarla bir ayrımcılığa tâbi tutmamamız gerektiğini düşünüyorum. 

Üstelik, tüm dünyadaki müslüman kardeşlerimize şu noktayı hatırlatmamız gerektiğine inanıyorum: Hutiler, bizim tarafımızda olan, iyi tarafta olan insanlardır. Diğer taraftakilere, yâni şu ân Sana’da iktidarı gasbetmiş, hiçbir şekilde Yemen halkını temsil etmeyen ve ABD’yle –hattâ İsrail’le!- işbirliği içinde çalışanlara ise, Yemen’in güneyinde savaşan el-Kaide cihadçısı müslümanlar da, yine güneyli milliyetçiler de karşıdır.

Güney Yemenli milliyetçiler demişken; bunlar Güney Yemen’in bağımsız olduğu döneme geri dönmek isteyen insanlardır ki, hem tarihî, hem siyasî ve hem de ideolojik birtakım sebeblerle, kendilerine başka herkesten çok daha yakınımdır. Zaten yoldaşlarım, “taleb üzerine”, sırf o Yemenli hain başbakan için Londra’ya kadar gelmişlerdir meselâ.

Bu bakımdan, İran İslâm Cumhuriyeti’nin Hutileri desteklemesine bakarak hemen aldanmamalı ve bunun kötü bir şey olduğunu düşünmemeliyiz. Kaldı ki, Hutiler bildik anlamda “Şiî” olmadıkları gibi, elbette, o sıkça rastlanan tarzda “Şiî karşıtı” da değillerdir. İran’ın birilerini desteklemesi, bunun ille de kötü bir şey olduğu anlamına gelmez.

Bu vesileyle hatırlatmak istediğim bir başka husus da, İran’ın Bağdad’taki Irak rejimini hiç de öyle desteklemediğidir. Ancak Irak’taki birtakım –en iyi- Şiî milisleri desteklediği de doğrudur. Bu milisler Amerika’ya karşı savaştıkları gibi, Saddam’ın bazı Şiî Arab liderlerine baskısından dolayı ona da muhaliftiler geçmişte.

Her ne olursa olsun, o “İran, Yemen’deki Şiî direnişini temsil ediyor!” manipülasyonuna kanma yanlışına düşmemeliyiz. Bir kere, Yemen’de “Şiî” yok, -tekrarlıyorum- “Zeydî” vardır. Bunlar da Sünnîlere oldukça yakın olup, iyi tarafta savaşmaktadır. Suudî ajanı olmadıkları gibi, tam tersine, onlara karşı savaşmaktadırlar. Aynı şekilde, Batı ajanı da olmayıp, emperyalistler ve siyonistler için de çalışmamaktadırlar.

Dikkat etmemiz gereken nokta, propagandanın, bize olan biteni unutturmasına müsaade etmememizdir.

Diğer yandan, Irak’taki DAİŞ’le [eski adı IŞİD olan “İslâm Devleti” örgütü] dayanışma içerisinde olduklarını göstermek üzere, cihadçı oldukları anlaşılan bir gerilla grubu tarafından Cezayir dağlarında kaçırılan sivil Fransız dağcı, kafası kesilerek öldürüldü.

İnsanî zâviyeden bakınca, bir kişinin bu şekilde öldürülmesi elbette çok acı. Ancak unutmayalım ki, güya “sağ”dan güya “sol”a, Fransız hükümetleri, sadece Libya değil, siyah Afrika da dahil, Afrika topraklarını bombalıyor, işgal ediyor, insanlarını öldürüyor; aynı şekilde, müslümanlara karşı Ortadoğu’ya müdahale edip binlerce müslümanı katlediyor.

Buna karşı, hilâfet ilân eden DAİŞ yetkilileri de bir açıklama yapıyor ve “topraklarımızı işgale yeltenen ve bombardımanlara katılıp bize karşı harekete geçen tüm devletlerin vatandaşlarını -her kimi her nerede bulursak bulalım- öldüreceğiz!” diyorlar. ABD’yi, Fransa’yı ve onların saldırganlığına iştirak eden herkesi böyle tehdit ediyorlar.

Yâni şu: “Eğer sen onbin kilometre uzaktan kalkıp kendi anavatanımda bana saldırır ve beni öldürürsen, bulabildiğim hangi vasıtayla olursa olsun benim de sana saldırarak mukabele etme hakkım vardır!”

Bu şekilde sivilleri öldürmek elbette iyi bir şey değil. Fakat şayet yapacak başka bir şey bulamazlarsa, bunu mutlaka yapacaklardır. 

Dahası da var üstelik. Sözkonusu “İslâm Devleti”nin dünyada kaç milyon destekçisi var, bilmiyoruz. “İnternet” yoluyla, “haberler” yoluyla milyonlarca destekçi kazanabilirler. Bu insanlar, hattâ hıristiyanken yahut yahudiyken İslâma dönmüş Batı’daki birçok insan, Suriye ve Irak’taki İslâm devrimcileriyle hiçbir doğrudan bağlantı kurma gereği bulunmaksızın, kendi imkânlarıyla edinebildikleri herhangi bir malzemeyi kullanarak bu çerçevede eylemler gerçekleştirebilir; İsraillilere olsun, sokaktaki başka insanlara olsun, saldırabilirler. 

Böyle olmasına taraftar değilim; tekrarlıyorum, bu hiç de iyi bir şey değil. Ne var ki, olacak olan budur ve kimsenin tanımadığı, kimseyle doğrudan bağlantısı olmayan bu insanları engelleyebilecek hiçbir rejim ve hiçbir güvenlik servisi de yoktur. Birçoğu hıristiyan, hattâ yahudiyken İslâma dönmüşlerden oluşacak bu insanlar, ellerine silâh alacak ve sokaktan geçenleri öldürecek, belli hedeflere saldırılar düzenleyeceklerdir. İnşallah, masum insanları da öldürmezler. Kimseyle doğrudan temas kurmaksızın, kimseden doğrudan emir almaksızın, sırf “halife”nin inanç ve emirlerinden ilhâm alarak yapacaklardır bunu.

Böyle olunca, “İslâm Devleti” bünyesindeki birkaç bin cihadçıyı ortadan kaldırmayı başarsalar bile, takibçilerinin bu tarz eylemlerini durdurmayı kimse başaramayacaktır. 

65 yaşında ve ömrünün 20 yıldan fazlasını illegal biçimde zındanlarda geçirmiş, tüm bu felâket çapında karmaşık durumun şâhidi bir insan olarak diyebilirim ki, korkarım, Amerikalılardan bile fazla olarak, siyonistler var bu yeni “operasyon”un arkasında. Sorumluluğu o güya hıristiyan ülkelerin sırtına atarak kendilerini sıyırmak istiyor; diğer yandan ise, Batıda kendilerini güvende hissetmeyecek yahudileri İsrail’e göçmeye teşvik edecek bir ortam oluşturmaya, bu yolla kendilerine “eğitimli” yeni vatandaşlar devşirmeye bakıyorlar. Zaten “İslâmcılar sizi öldürecek!” propagandası yapılarak, Fransa’da bu tarz bir kampanya başlatıldı bile!

Komplo teorilerine prim veren bir insan değilim, kaldı ki “İslâm Devleti”nin arkasında siyonistlerin bulunduğunu da elbette söylemiyorum, ancak Suriye ve Irak’a yönelik tüm bu saldırganlığın ardında, dünyanın kalanının sırtından geçinerek daha da fazla bir güç kazanmak isteyen İsraillilerin ve siyonist hareketin bulunduğunu iddia ediyorum.

Her ne olursa olsun, kalbim, ruhum ve beynim, her yerde emperyalist ve siyonist saldırganlığa karşı savaşan ve direnen müslüman kardeşlerimle! Yanlış hedeflere yönelmeyeceklerini umuyorum.

Her zaman söylediğimi yine tekrarlıyorum: Her ne olursa olsun, korku bizim tarafımızda değil, onlarda! Belki başka hiçbir şeyimiz yok, ancak kalbimiz, beynimiz, cesaretimiz ve neredeyse silâhsız ellerimiz, tarihin gördüğü en modern silâhlara sahib düşmana karşı savaşma iradesine mâlik!

Allahü Ekber.


(Carlos, mûtad konuşması bittikten sonra, Türkiye’den kendisine –son sayfasında kendisi ve eşi Isabelle’le ilgili bir tercüme bulunan- bir dergiden üç nüsha gönderen şair-heykeltraş-aktivist Ümit Yaşar Işıkhan’a bilvesile çok teşekkür ediyor, dergilerin diğer nüshalarını ziyaretçilerin alıp götürdüğünü, postayla gelen yayınlarda bu tarz problemler yaşandığını ifâde ediyor.)


Baran Dergisi 403. Sayı...