Önemli-önemsiz birçok meselenin maalesef laubali bir istihzâ ile (istihzâ’nın bile bir ciddiyeti, yerine göre kullanılışı lazımdır) karşılandığı bir devirde yaşıyoruz. Elbette bunun altında yatan birçok sebep var; kültür çevresinden tutalım psikolojik durumumuza, kitle iletişim-irtibat vasıtalarından hayat şartlarımıza kadar uzanan bir sürü etken sayılabilir bu mevzuda.
 
 Öncelikli birçok problemimizi “modernizm”e attığımız, olmadı “post-modernizm”e ötelediğimiz bir karmaşa dünyasının içindeyiz… Elbette burada “modernizm”in yahut post-modernizm’in etkilerini küçümsemiyor, dünya ve toplumumuz bakımından insanları kıskaca alan yönünü de yok saymıyoruz.
Haberin, bilgi’nin sağanak bir asit yağmuru şeklinde her yanımızı sardığı ve hissizliğimizin kat be kat arttığı, bu türlü cümleler kurulurken dahî önemini kavrayamadığımız, heyecanımızı körelten bir boşlukta yaşıyoruz. Bu boşluğun malzemesi ise günümüzde “bilgi” ile örülüyor. Batı adamının “ilm”i keşfedip elimizden kaptığı ve bize “bilgi” diye sattığı günden bu yana “mâlumat” dezenformasyonu ile karşı karşıyayız. “Dezenformasyon”un tarifine baktığımızda, onu tanımlamak için kullanılan şu sözler, bugün dünya ve içinde bulunduğumuz toplum yapısının nasıl tahrip edildiğine de bir misâl olur sanırız: “Geleneksel propaganda veya büyük yalan teknikleri toplumsal seviyede hissiyatı motive veya demotive etme amacı taşırken dezenformasyon, mâkul seviyede kitleleri kuşkuda bırakan çarpıtma bilgiler veya bu bilgilerin yanlış kasıtlı sonuçlara bağlanması yoluyla manipüle etme amacına hizmet eder.
 
Eğer hedef kitle bu tip kontrolden etkilenebilecekse uygulanan diğer bir teknik, gerçeklerin gizlenmesi veya sansürlemedir. Eğer bilgi alma kanalları tamamen kapatılmadan bırakılabilirse, bu kısıtlı bilgilerin dezenformasyon ile doldurulabilmesi ve hasmın kolayca ispatlanamaz birçok iddialar ile birlikte kuşkulu bir halde bırakılabilmesi mümkündür.
 
Bazı gerçek bilgileri ve gözlemleri bazı yanlış yorumlar ve yalanlarla karıştırmak veya bazı gerçek bilginin sadece bir kısmını vererek yanlış yorumlarla bilgiyi dağıtmak yaygın dezenformasyon taktiklerdendir”
 
Dezenformasyon, 'Dictionnaire De La Langue Russe’ye göre “yalan haber vasıtasıyla yanılgıya düşürme faaliyeti”, Volkoff’a göre ise, “kamuoyunu kandırmak gayesinden hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir haberdir”
 
Günümüzde “bilgi”ye bu kadar kolayca ulaşabiliyor olmamızın altında yatan başlıca sebeb, bu tekniklerin en gelişmiş yöntemleri ile beraber üzerimizde kullanılıyor olmasıdır.
 
İçinde bulunduğumuz çağa, bilindiği üzere, “bilgi çağı”, “enformasyon çağı” da deniliyor; kitle iletişim-irtibat vasıtalarının hayatımızın her safhasında yer aldığı ve Çin’deki bir haberin anında Alaska’daki biri tarafından öğrenilmesinin sadece birkaç saniye aldığını biliyoruz. Enformasyon, “Mâlumat… En genel anlamda belirli ve görece dar kapsamlı bir konuya (bağlama) ilişkin, derlenmiş bilgi parçası” Enformasyon’da yapısı gereği yanlış bilgiler de mevcut olabilir, Dezenformasyon ise sistemli bir biçimde yalanı zerk eder; zaten  “Disinform” kelimesinin “kısmen yalan içeren haber ile beslemek” mânâsı da durumu açıklıyor.
Günümüzün bu masum yüzlü korkunç “bilgi” hastalığının, ilmin-bilme’nin aslından koparılarak “bilmeme” mânâsına gelen “bilme!”ye dönüşmesindeki en büyük zaafımızı, üzerimize yağdırılan “haber” yahut “bilgi” karşısında kalkan vazifesi görecek “müfekkire” kuvvetimizin olmamasına bağlayabiliriz galiba?..  Marcel Proust’un bir eserinde “müfekkire’yi bir nevî bir zırh”a benzetişini de buraya not düşelim.
 
Müfekkire: “Zihnin bir konuyla ilgili bilgileri karşılaştırarak, aralarındaki bağlantıları inceleyerek bir yargıya yahut karara varma etkinliği.” Burada şu tanımları da eklemek gerekiyor “…İlim, bilinenlerden netice çıkarılması; tefekkür de, anlayış ve anlamanın tafsile girişmesi” (İmân ve Tefekkür “İmân ve İki Âlem” Salih Mirzabeyoğlu)
 
Buradaki mühim detaylardan birisi, “bilgi”den mahrum kalınması değil, aksine bilgi’nin tahrif edilerek muhataplarının “manipüle” edilmesi. Manipülasyon: “İnsanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri hâlde etkilemek ve seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirmek.” Bu mevzuya en canlı örneklerden birisi de “11 Eylül Fedâ Saldırıları” karşısında bir türlü ABD’nin de “vurulabileceği” fikrine inanamama durumudur; oysa buradaki temel problem, böyle bir eylemi Müslümanların yapıp-yapmadığı değil, ABD’nin Allah’tan daha büyük bir imaj olarak zihinlerde yer edip etmediğidir.
 
11 Eylül eylemleri sonrası dezenformasyon’un sistemli bir şekilde yapılması, bedenleri ile birlikte zihinlerinin de satın alındığı “elemanlar”ın manipülasyon (hileli yönlendirme, güdümleme) bombardımanları ve neticede sadece fertlerin değil toplumların zihinlerinin tahrifi-esir alınması… Bu mevzu “dezenformasyon”a iyi bir örnek sanırız; çünkü sonrasında ABD’li Michael Moore isimli bir yönetmen, 11 Eylül’ü Müslümanların değil, ABD’nin Irak’a girmek için yaptığına dâir belgesel bir film bile çekti; tabiî ki burada Moore’un belgesel filminin bir anda bütün dünyaya nasıl yayıldığının da altı çizilmesi gerekiyor. Sonrasında ise, Moore’dan daha ateşli bir şekilde bu mevzuyu savunan sayısız insan türedi. Elbette, Moore da bu dezenformasyonun bir parçasıydı. Moore’un “belgesel”ini kaynak göstererek ABD’ye iman tazeleyen, neyi savunduğunu, niye savunduğunu bilmeyen binlerce insan türeyiverdi. Bedir’de Allah’ın yardımı ile Peygamberin zafer kazandığına inanan, inanması gereken sayısız insanın, Amerikan Gücü’nün mutlaklığına bu kadar inanabiliyor olması, günümüzde dezenformasyonun hangi boyutlara ulaştığının net bir göstergesidir.  Burada şu önemli husus da gözden kaçırılıyor ki, ABD Irak’a yahut başka bir yere girmek için bahane aramaz ki! Tarihi boyunca Kızılderililerden Vietnam’a, Japonya’dan Afganistan’a kadar bir çok milleti mahveden ABD, Irak’a girmek için niçin bunca zahmete katlansın ki? Burada gözden kaçırılan husus, fena yakalanan, bir anda şoka uğrayan ABD’nin meseleyi ustalıkla manipüle etmesidir bizce.
 
11 Eylül’ü, ABD işi bir oyun diye hararetle savunan ve onun yıkılabileceğine inanmayan insanların bir anda türemesi ve “türeyen” bu insanların çoğunluğunun “halk” tabakalarına (genellikle orta sınıf) mensup olmaları ve bu “fikri” şiddetle savunuyor olmaları da dikkate değer bir durum olsa gerek…
 
Biraz evvel söylediğimiz gibi, bu mevzuda bizim üzerinde durduğumuz temel espri “böyle bir eylemi Müslümanların yapıp-yapmadığı değil, ABD’nin Allah’tan daha büyük bir ‘imaj’ olarak zihinlerde yer edip etmediğidir”… Oysa Müslümanların yaptığı bu harika “Fedâ Eylemleri”ni, misâl, onlar gerçekleştirmemiş olsaydı, sıradan bir Müslüman, ABD’nin, küffarın zararından mütevellit buna sahip çıkar ve binlerce insanın kanını döken zalim bir sistemin kalbinde (Pentagon) patlayan bombalara bakarak şöyle derdi: “Eden bulur; elbet Allah’ın kuvvetinden daha kuvvetli değilsiniz! Allah Müslümanlara yardım eder ve eninde-sonunda biz galip geliriz!” … Bu ve buna benzer yüzlerce söz varken, tavır varken, yapılan ve “yapılabilir” bir eylemin, hareketin önünü kesici davranış biçimlerini takınmayı insan kendisine nasıl yakıştırır, hayret!..
 
11 Eylül mevzuundaki en büyük dezenformasyonlardan birisi de “ikiz kulelerde ölen siviller” kelimelerinin devamlı tekrarıdır herhalde. “Pentagon” gibi senelerce “büyük bir savunma sistemi var” diyerek dünyaya hava atılan ABD Genel Kurmay Başkanlığı’nın çökmesinin on saniyede gerçekleşmesinin şoku ancak böyle bir manipülasyonla kapatılabilirdi. Hep “ikiz kuleler”e ve “sivil kayıplar”a vurgu yapılması, “Pentagon hezimeti” kapatılırken Müslümanların “masum siviller”e saldırdığı imajının altının devamlı çizilmesi ve buna benzer birçok hususla beraber maalesef Müslümanların da bu yalanları, dezenformasyonlar ve manipülasyonları yutması da acı vericidir.
 
Meselenin özüne gelirsek, Amerika yahut herhangi kokuşmuş bir sistem-o sistemi idame ettirenler Allah’tan büyük değildir; en azından bir Müslüman için! 
 
Baran Dergisi 354. Sayı