Bugün, -İslâm alemi olarak “dibi” gördüğümüzden dolayı- müsbet mânâda tekrar bir kırılmanın eşiğindeyiz. Zaman, devrini yapa yapa yeni bir gaye noktasına varmak üzere... Dergimizin birinci döneminin 576. sayısında yayınlanan Ölüm Odası B-Yedi’nin, “SAPMAZ ÇİZGİ (HİCRİ 1400 GERGİNİ’NDEN)” başlıklı 401. bölümünde, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şöyle bir ifâdesi vardı: “HİCRİ 1 Muharrem 1440-Allah izin verirse, göreceğiz: MİLÂDİ 11 Eylül 2018.”

“Hicri 1400 gergini” olarak işaret ettiği Hicrî 1440 yılı, 11 Eylül 2018 tarihinde başladı ve klasik tarih kayıtlarından öte 15. İslâm asrı, böylelikle 40 yıllık bir zuhur gerginliğinin ardından, 1400’ün kemâl devresi olan 1440 itibariyle açılmış oldu. 30 Temmuz Cumartesi günü, Hicrî yeni yılbaşında, yine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun üzerinde durduğu, sık sık dikkat çektiği Miladi 2022 ve Hicrî 1444’ü idrak etmeye başlayacağız.

1440 itibariyle dünya çapında salgın hastalık, Ayasofya’nın yeniden aslî vazifesine memur edilmesi, Afganistan zaferi, Amerika’da kongre baskını, Rusya’nın Ukrayna’yı işgâli, Çin’in Tayvan’ı gözüne kestirmesi, ambargolar, dünya çapında iktisadî buhran ve yüksek enflasyon ile kıtlık kaygısı, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmek için çabası, Yunanistan’ın silahlandırılması, Rusya ile NATO arasında Soğuk Savaş döneminde bile görülmedik seviyedeki sıcak savaş ihtimali, eski Japonya Başbakanı Abe’nin suikasta uğraması, İngiliz Başbakanı Boris Johnson’un istifaya zorlanması, Amerikan Başkanının pedofil bir sapık olduğunun ortalığa saçılması gibi hiç beklenmedik, birçoğu da tahmin edilemez hadiseler silsilesi yaşadık. Bu bakımdan, Üstad Necib Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü adlı eserinde işlediği “fasledici tarih çizgileri”nden biri olmaya namzet günlerdir bunlar, yani zamanın akışı içinde bir devri diğerinden ayıran, bölen, çözen, sonuçlandıran anlamlarıyla fasledici tarih çizgisi.

Biz, İslâm âlemi olarak 15. İslâm asrından büyük bir beklenti içindeyiz, çünkü “Esfel-i Safilin dedikleri aşağılıkların en aşağısından yükseklerin en yükseğine zıplamak gibi bir mesuliyet altında” bulunuyoruz. Bir taraftan Kumandanımızın dediği gibi “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor.” diğer taraftan bütün beşeriyet gözünü ufka dikmiş haysiyetini iade edecek olan inkılâbı gözlüyor. Her ikisini anlamlı kılan ise, sanki bir yapbozun parçaları tamamlanırcasına ve “artık zamanı geldi” dercesine hadiselerin “akıl üstü bir tertib” içinde hizalanmasında görülüyor.

Her ne kadar bütün bu hadiselerin benzerlerine tarih boyunca rastlanmışsa da, bu kadar kısa bir zaman diliminde adeta konsantre olarak bu kadar çok ve çeşitli hadisenin yaşandığı bir dönem daha bilmiyor, hatırlamıyoruz.

İşte, tam da böylesine girift ve yoğun bir gündem altında şimdi Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ısrarla altını çizdiği Miladî 2022 ve Hicrî 1444 senelerinin kesiştiği günlere doğru ilerliyoruz.

Şimdi, biraz evvel son günlerde yaşanan ve yaşanmakta olan hadiseler silsilesinin toplamına bakın, bir de memleketin gündemi üzerine yapılan siyasetçi ve gazetecilerin gündemlerine… Dışarıda da tablonun memleketimizden pek de farklı olmadığı malûm. Peki, eşya ve hadiseleri zapt ve teshir edici konumda bulunması gerek bu zevat, yaşadığımız günlerin ehemmiyetini kavramaktan yana aciz olduğu için mi saçma sapan mevzularla alâkadar oluyor yoksa bütün bu hadiseleri izah edemediği için mi? Bize kalırsa ikinci seçenek. Fırtınalı bir hava eşliğinde son derece şiddetli dalgalarla boğuşularak, her ân her şeyin değiştiği böylesi günlerde esas meseleleri konuşmak için kendine ait sabitelerin olması gerekir. Yâni, bütün bu hadiseleri aşacak, günübirlik yaşanan gelişmelerin çelmesine takılmayacak bir dünya görüşün olması icab eder. Bizim siyaset, analiz ve gazetecimizde ne olmadığı da yaşanan hadiseler karşısında deve kuşu moduna geçmelerinden anlaşılıyordur herhalde.

Bizim memlekette bir cümlenin arasına beka kelimesi sıkıştırılıyorsa, o ândan itibaren akan sular durur. 16 tane devleti yıkılmış, 17. sini kurmak zorunda kalmış bir millet için devletin varlık meselesinin “kutsal”laşmasına şaşmamak icab eder herhalde. Ne var ki, bizde içinde bekâ kelimesi geçen cümlelerin neredeyse tamamı vaziyeti tesbit etmeye dair kurulur ve genellikle statükoya yönelen tehditleri işaret etmek için kullanılır. Bütün bu tehditler her kesim tarafından kendi bekâsına risk teşkil ettiği ölçüde sıralanır durulur. Ne var ki, bilhassa Türkiye Cumhuriyeti için konuşacak olursak, devletin varlığını idame ettirebilmesinin şartlarından olan, bütün bu riskleri aslında bizzat kendisi üreten lâik Kemalist rejimin kaldırılarak hakiki ve samimi bir bekâ davası gütmek uğruna bunun yerine yerli ve millî bir rejime geçilmesi gerektiğinin ne tesbiti yapılır ne de bütün bu sorunların kaynağı düzenin yerine bir yenisi teklif edilir. E tabiî, herkesin kendi zaviyesinden mevcut riskleri milletin gözüne sokup çevresini sağlamlaştırması ve statükonun haram nimetlerinden faydalanması varken, bunu değiştirmek kimin işine gelir ki?

15 Temmuz’un sene-i devriyesi vesilesiyle Saraçhane Parkında düzenlenen toplantıda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2013 yılından beri verdikleri çok yönlü mücadelenin yerinin ayrı olduğunu dile getirerek, şunları kaydetti:

- "Şu gerçekleri asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Gezi olaylarının sebebi asla ağaç ve çevre hassasiyeti değildir. 17/25 Aralık, yargı emniyet darbe girişiminin sebebi asla hukuk, adalet arayışı değildir. Çukur eylemlerinin sebebi, asla meşru hak talebi değildir. Sınırlarımızı taciz eden DEAŞ'ın ve PKK-PYD'nin saldırılarının sebebi asla tabii süreçler de değildir. 15 Temmuz darbe girişiminin sebebi asla ülkenin ve milletin çıkarları değildir. Türk ekonomisini mahvetme tehditleriyle başlatılan finans saldırısının sebebi asla faiz, kur hesabı değildir. Uzunca bir süredir hemen her alanda maruz kaldığımız siyasi ve ekonomik ambargoların, kuşatmaların, tuzakların sebebi asla demokrasimizi koruma gayesi değildir. Bugün halen vermekte olduğumuz mücadelenin de hiçbir kurala, kaideye, teoriye, ahlaki ölçüye uyan bir tarafı yoktur. Tahammül edilemeyen Cumhur İttifakı değildir, asıl tahammül edilemeyen, Türk milletinin kendi iradesine sahip çıkması, kendi hedeflerine kilitlenmiş olmasıdır."

Biz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıraladığı bu listeye tamamen katılıyoruz. Erdoğan bütün bunları dile getirirken yerden göğe kadar haklıdır. Lâkin bizim anlamadığımız, anlamakta güçlük çektiğimiz şey ise bütün bu sorunların vücut bulmasına imkân tanıyan batıcı, lâik, Kemalist düzenin niçin mesele edilmediğidir. Madem ki 10 senede bu kadar sorun çıkıyor, belli ki bu sorunların çözümü tek tek sivrisineklerle uğraşmaktan değil bataklığı kurutmaktan geçiyor.

Bu arada dikkatiniz çekmek isterim, defaatle söyledik: Biz, Türkiye’nin ve İslâm âleminin bütün meselelerine yalnız bizim anlayışımız, Büyük Doğu-İbda çözer iddiasında değiliz; biz, Türkiye’nin ve İslâm âleminin meselelerine çözüm getirecek gaye ve vasıta hükmünde Büyük Doğu-İbda’dan başka bir anlayış olmadığı iddiasındayız.

Nüfusu barındırdığı mültecilerle beraber 100 milyona yanaşmış bu memlekette, yalnız birkaç milyonluk Batıcı, ayyaş, sapkın, ibne ve kıçını gösterme meraklısının sırf keyfi olsun diye bu sorunların maliyetini bütün bir Müslüman Anadolu İnsanı’nın omzuna yüklemeye kimsenin hakkı yoktur. Ha, bu tiplerin aidiyet duygularının merkezi olan Batı’nın Yunanistan, Suriye, Irak ve Gürcistan üzerinden Türkiye’yi askerî mânâda kuşattığı, bunun seçimlere kadar bir gözdağı, seçimlerden sonra ise istedikleri neticeyi elde edemeyecek olurlarsa bir işgâl vasıtası olacağını da görmeyecek kadar kör değilsinizdir herhâlde.

Bu memleketin idare düzeninin Atatürk’e tapınarak geldiği-gelebileceği nokta burasıdır. Kendimize ve insanlığa faydalı olmak istiyorsak, önce bizim kendimiz olmamız icab ediyor.

Kurt kuzuyu yemeyi kafaya koymuş, koyunluğu devam edecek olursak bizden yalnız Batılılara ziyafet olacağı açık.

Rejim değişikliği dedik… Rejimin değişmesi neticesinde Türkiye’nin daha büyük bir ekonomik sıkıntıya düşeceğini düşünmüyordur herhâlde kimse. Hem Hazine ve Maliye Bakanı demedi mi dibi gördük, diye? İşin şakası bir yana, iktisadî mânâda Türkiye’nin hem mevcut krizden çıkması hem de artık dışarıdan gelebilecek saldırılardan kurtulması için gereken Altına Endeksli Türk Lirası teklifimiz zaten orada duruyor. Misâlini Rusya’da görmüş bulunuyoruz, maruz kaldığı ambargoya rağmen Ruble’yi altına endekslemek suretiyle parası değer kaybetmediği gibi bilakis değer kazanmadı mı?

Kuşatma Çemberini Kırmak ve Simetriyi Bozmak

İçinde bulunduğumuz konjonktürde, Türkiye’nin kendisini hedef alan ve alması muhtemel siyasî, iktisadî, askerî ve kültürel tehditlere simetrik olarak karşı koyması mümkün görülmemektedir. Öyleyse, hakikaten bütün bu tehditler bertaraf edilmek de isteniyorsa, Türkiye’nin bütün bu sahaları asimetrik plana taşıması şarttır.

Bir kere kuşatma meselesini ele alalım. Türkiye Yunanistan tarafından kendisine yönelen tehdide karşı Trakya başta olmak üzere Batı kıyılarında son derece ses getirici tatbikatlar gerçekleştirmeli ve bölge birliklerinin elindeki ateş gücünün namlularının hedefini şimdiden teşkil etmelidir. Olası bir Yunan dangalaklığında, karşı taraftan ateşlenecek tek bir mermiye karşılık Türkiye’nin elinde bulundurduğu silâh gücünün menzili içinde kalan bütün hedefler ağır bir şekilde kesintisiz olarak ateş altına alınmalı ve Yunan’ın beli bir daha doğrulmamak üzere kırılıp, mümkün olan en fazla tahribat gerçekleşir gerçekleşmez “bu bölgede biz barıştan yanayız, savaş istemiyoruz” açıklaması da yine Türkiye tarafından yapılmalıdır.

Suriye’de ise tıpkı Türkiye’deki CHP ve avenesi gibi Amerika’nın kucağında antiemperyalistlik oynamak iddiasındaki PKK-PYD’nin kontrolündeki bölgelerin ele geçirilmesi artık milletlerarası plandaki bir pazarlık meselesi olmaktan çıkarılmalı ve TSK, ÖSO ve HTŞ’nin müşterek katılımıyla bütün bu topraklar Amerika, Rusya, İran ve onların hempası kuyrukçulardan arındırılmalıdır.

Zaten süratli hadiselerin bu ay sonundan itibaren baş döndürücü bir hâl alacağı, kendisine ait sabiteleri olmayanların fırıldak gibi bir o tarafa bir bu tarafa savrulacağı, emniyet kemerlerinin bağlanması gerektiği, bugüne kadar yaşanan “korkutucu” görülen her şeyin ancak bugünlerin provası olabileceği yeni bir zaman devresine giriyoruz.

Biz, inancımız itibariyle Allah’ın eşya ve hadiseler üzerinde mutlak mânâda Fâal ve Kadir olduğuna inanıyoruz. Bu bakımdan, küllî tecelliler her daim onun eseri olmakla beraber, bize düşen, bu değişim ve dönüşüm sürecinden nasıl nasibleneceğimiz olmalıdır.

Evet, 1400’ün kemal çığırı 1440 senesine girmemiz ile beraber 15. İslâm asrı açılmış bulunuyor, şimdi ise 1444. Bu dönem, belki ağır bedeller ödenecek olsa da kutlu bir istikbal ile müjdelenmiştir. Ve bize düşen biraz evvel de dediğimiz üzere hiçbir bedelden kaçmadan, bu süreçten nasiblenebildiğimiz kadar hisse sahibi olmaktır.