Tarihte çeşitli kırılma noktaları vardır; Bizans İmparatoru’nun ordusunun büyüklüğüne güvenerek Alparslan’ın kurduğu tuzağa düşmesi, diğer bir Bizans İmparatoru’nun Haliç’in girişine çektirdiği zincir tedbirinden emin olması, Kanunî’nin Batı’daki fetih hâmlesini bir saplantı hâline getirerek Hindistan gibi Yavuz Sultan Selim’in hedef bellediği bir diyarı gözardı etmesi, devlet ricalinin kurtuluşu Batılılaşmada görüp Abdülhamid Han’ı hâl etmesi gibi... Tüm bunlar, tarihteki çeşitli kırılma noktaları; evveli ve ahirini birbirinden fasleden keskin çizgiler.

Bugün, -İslâm alemi olarak “dibi” gördüğümüzden dolayı- müsbet mânâda tekrar bir kırılmanın eşiğindeyiz. Zaman, devrini yapa yapa yeni bir gaye noktasına varmak üzere... Dergimizin 576. Sayısında yayınlanan Ölüm Odası B-Yedi’nin “SAPMAZ ÇİZGİ (HİCRİ 1400 GERGİNİ’NDEN)” başlıklı 401. bölümünde, Kumandanımızın şöyle bir cümlesi vardı: “HİCRİ 1 Muharrem 1440-Allah izin verirse, göreceğiz: MİLÂDİ 11 Eylül 2018.”“Hicri 1400 gergini” olarak işaretlediği Hicri 1440 yılı, 11 Eylül 2018 tarihinde başlıyor ve klasik tarih kayıtlarından öte 15. İslâm asrı, böylelikle 40 yıllık bir zuhur gerginliğinin ardından, 1400’ün kemâl devresi olan 1440 itibariyle açılıyor. 

Üstad Necib Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü adlı eserinde işlediği “fasledici tarih çizgi”lerinden biri olmaya namzet tarihtir bu, yani zamanın akışı içinde bir devri diğerinden ayıran, bölen, çözen, sonuçlandıran anlamlarıyla, fasledici tarih çizgisi. 
Biz, İslâm Âlemi olarak 15. İslâm asrından büyük bir beklenti içindeyiz, çünkü “Esfel-i Safilin dedikleri aşağılıkların en aşağısından yükseklerin en yükseğine zıplamak gibi bir mesuliyet altında” bulunuyoruz. Bir taraftan Kumandanımızın dediği gibi “şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor.”, diğer taraftan bütün beşeriyet gözünü ufka dikmiş haysiyetini iade edecek olan inkılâbı gözlüyor. Her ikisini anlamlı kılan ise, sanki bir yapbozun parçaları tamamlanırcasına ve “artık zamanı geldi” dercesine hadiselerin “akıl üstü bir tertib” içinde hizalanmasında görülüyor. Bunun konjonktüre olan yansımasına gelmeden evvel, kısaca da olsa nereden geldiğimize bir bakalım; böylelikle bizi nasıl bir istikbâlin beklediğine dair buradan çeşitli ipuçları bulmaya çalışalım.

Aklın Hakkını Alırken Haddi Aşması
Evet, beşeriyetin haysiyeti... Rönesans, kiliseden aklın hakkını-intikamını alırken haddi aştı ve bir noktadan sonra iş, kilise ile beraber onun temsil ettiğine inanılan bütün mücerret kıymet hükmü ve mefhumların inkârına kadar vardı. İşin acayibi, Müslüman olmamız hasebiyle mutlak hakikati bizde olan bu mücerretlerin, ruhçuluğun ve en nihayetinde tüm bunların müntehasında Allahçılık davasının hakikatini haiz olması gereken biz; aşk ve vecd çığırımızın kapanması ile değişen zaman içinde kendimize has anlayışımızı yenileyemedik. Bunun neticesi olarak da, bön bir hayranlıkla Batıdan esen bu samyeline kendimizi kaptırıverdik. Batının kiliseyi tasfiyesini maddî plandaki terakkisinin sebebi olarak gördük ve zannettik ki; “İslâm’dan kurtulursak, biz de tıpkı onlar gibi madde üzerinde tahakküm sahibi olabiliriz.” Fakat ferdî bakımdan Müslüman olmamız ile müessese planındaki inkârcılıktan doğan tezat, bizi içinde bulunduğumuz çukurdan daha da aşağı bir mevkie düşürmüş oldu. Bu dönemde “Ebed Müddet” kaydıyla işlettiğimiz devlet müessesemiz ve hattâ dilimiz bile anlayışımızdaki bu ferasetsizlik karşısında bizi terk etti ve kendisini tarihin karanlık sularına bıraktı. Böylelikle o dönem için bu sakat anlayışın devlet planındaki tezahürü diyebileceğimiz Cumhuriyet devresi de başlamış oldu.

Her zaman Cumhuriyet döneminin menfilikleri ele alınıyor; fakat bu küfür tazyiki ile beraber yükselen iman kutbunun, aynı dönemdeki gelişimi ve ortaya koymuş olduğu eserler ile yeni bir anlayış, yeni bir dil, yeni bir düzen ve yeni bir hayat tarzı örgüleştirmiş olduğu, bu bedavacı yaklaşım dolayısıyla gözardı ediliyor. Abdülhâkim Arvasi Hazretleri’nin Altun Silsile’nin sonuncu halkası olarak Üstad Necib Fazıl’ı yetiştirmesi; Necib Fazıl’ın inşâ ettiği Büyük Doğu gemisi; ve sırf kendi konforu bozulmasın diye bu mübarek gemiyi çürümeye terk etmek için sarf edilen olanca çabaya mukabil, onu suya indirip, yüzdüren, İbda markası altında yürüten Kaptan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koymuş olduğu yeni dil, tavır, anlayış, dünya görüşü ve bunların bir bütün hâlinde Anadolu ve dünya çapında meydana getirdiği tesir, artık görmezden gelinemez bir raddeye varmıştır.

Ruhun İntikamı
Aklın da bir hakikati olduğunu ve Ortaçağ Avrupası’nda kendisini prangaya vuran Kiliseden intikamını acımasız ve haddi de aşmak suretiyle aldığını ifâde etmiştik. Evet, bir kez daha hatırlayacak olursak, Kiliseye karşı oluşta aklı temsil safındakiler o kadar ileriye gittiler ki, beşerî müesseseleri meydana getiren ne kadar mücerret ve ruhî kıymet hükmü varsa bir kısmını red ve kalan kısmını da metalaştırmak suretiyle, en kabasından fakat yakışıklı bir şekilde ambalajlanmış modern bir putperestlik imâl ettiler. Bir müddet sonra inananları bile işi Tanrı’nın eşya ve hadiseler üzerindeki mutlak rolünü inkâra vardırdı; onlara göre, evet Tanrı her şeyi yaratmıştı ama sonra sahneden çekilmiş ve bütün rolünü insanlara terk etmişti. 

Bu zihniyet tarafından kurgulanan dünya düzeninin üzerine bina edildiği demokrasi, lâiklik, kapitalizm, hürriyet gibi izafî kavramların mutlaklaştırılması ve dönem dönem dünya çapındaki muktedirlerin çıkarlarına göre yeniden tanımlanan ve dünyanın geri kalanına dayatılması ise aslında her şeyin altüst oluşunun temel sebebini teşkil etti. Burada altüst olduğundan bahsettiğimiz global çaptaki dünyadır ki Amerika’dan başlayıp Çin’e kadar hangi ülkeye ve insana bakarsanız bakın göreceğiniz ruhî sefalet ve bu sefaletten kaynaklanan buhranın sebeb olduğu altüst oluştur. İstikbâlden yana hiçbir ümidi kalmamış, maddî yönden %90’ı, manevî yönden ise neredeyse tamamı sefil, ruhî cihetten yana tımarhanelerin en azılı hastalarını ağırladığı odalarına layık, oyuncak olması gereken tekniğin elinde oyuncağa dönüşmüş sayısı milyarlarla ifâde edilen insanlık… Neresinden bakarsanız bakın, idrak edilmeye başlandığı andan itibaren bugüne kadar yapılmış korku temalı tasvirler ile tabloların tamamından da korkunç bir manzara.

Ruhun intikamı mı? Evet. 15. İslâm Asrı, kaybedilen bütün mânâların, zincire vurulmuş masumlar gibi evvelâ kurtuluşuna ve ardından da o masumların “Mutlak Fikir” ölçülerine nisbetle şekillenmiş hukukuna göre kendisine bu hâli reva görenlerden hesab soruşuna şahitlik edecek! Müslümanlara ve mazlumlara kötülük etmiş ne kadar devlet ve şebeke varsa hepsi ve onlarla işbirliği yapanların dosyaları da bir bir bu devirde faş olacak; hesab verecekler! Bütün değer ölçüleri, tarih hükümleri, her iş ve her şey yeni bir miyara kavuşacak ve sırf bu yeni düzen içinde eskilerinin nemalanacak alan bulamayacak olması bile zaten destanlık çapta bir intikamın alınması mânâsına gelecek.

Ruh mutlaka intikamını alacak ama aklın intikamını alırken gördüğümüz hataya da düşmeyecek ve akla selim vasfını iade ederken, herşeyi layık olduğu yerine koymayı da ihmâl etmeyecek.

Umumî Vaziyet
Dünya çapında eşya ve hadiselerin seyri, bu seyir içinde devlet ve milletlerarası münasebetlerin şekillenişi, bu münasebetlerin şekillenişinde kullanılan enstrümanları ve bu enstrümanların mahiyetini izleyenler, hukukî, siyasî, iktisadî verileri son derece titiz bir şekilde inceler ve değerlendirirler; fakat bunlarla beraber tüm ferdî ve içtimâî faaliyet sahalarının üzerinde tezahür ettiği mücerret idrak zeminini ise göz ardı ederler. Evet, her gününün şafağında yeniden doğup akşam ezanıyla ölenler için bu metod belki doğrudur ama ufku gözleyenler açısından tüm bu veriler son kertede hiçbir anlam ifâde etmez. Çünkü istikbâl mücerret idrak zemini üzerine inşâ edilir.

Bu bakımdan dünya çapında kısa da olsa bir değerlendirmeye kalktığımızda görüyoruz ki, Amerika’dan Avrupa’ya, Rusya’dan Çin’e kadar asırlardır üzerinden mahsul elde edilen Rönesans’tan kalma mücerret idrak zemini artık verimliliğini yitirmiş, çoraklaşmıştır. Bizim anlayışımızı yenileyememe hatamızın bir benzeri de Batı’da tekerrür etmiş ve Rönesans’ta doğan anlayış, eşya ve hadiselerdeki süratli değişim karşısında pörsümüştür. Fikir, edebiyat, resim ve müzik gibi sahalarda artık hiçbir orijinal eser verilemediği gibi, bunun neticesi olarak aynı zamanda teknik planda elde edilen “yeni” kayıtlı ürünler de orijinal olmaktan ziyade 1950’lerde icad edilenlerin geliştirilmesi ve farklı farklı şekillerde terkib edilerek yeni gibi sunulmasından ibarettir. Bunun da bir hakikati var muhakkak ama Çin tecrübesine bakıldığında görüleceği üzere, kafaya koyduktan sonra zaten mevcut olanı alıp birbirine benzeştirmek ve bunları daha farklı şekillerde terkib etmek yalnız Batı’ya mahsus değil. Hâsılı bunlar artık orijinal değil. 

Diğer bir taraftan, asırlardır demokrasi, liberalizm, komünizm ve kapitalizm gibi insanlığın hayrına yahut zararına da olsa onlarca fikir imâl edip, bunların aksiyon planında kavgasını veren bir Batı da yok artık karşımızda... İçinde bulunduğu ferdî, içtimâî, siyasî, iktisadî ve diğer insanî faaliyet şubelerindeki sorunların içine gırtlağına kadar batmış, çözüm olarak ise yobazlığa soyunmuş bir Batı ile karşı karşıyayız. Amerika’da Evangelizmin benimsenmesi, Avrupa’da Faşizma ve Nazizma’nın yükselişi, ekonomilerde korumacı yaklaşımlara dönülmesi, askerî planda işin “indir o elini” seviyesini aşamaması hep bu hakikatin farklı cihetlerden dile getiriliş şekilleridir.

Acı ama gerçek, bunlar arasında bir tek Yahudi Devleti, bâtıl da olsa dininin mutlaklarına sarıldığı ve bunun siyasetini güdüyor olduğu için onlardan daha tutarlı ve uzak görüşlü durumda bulunuyor. Arab Baharı’ndan başlayarak bugün Suriye’de düğüm olmuş hadiseler silsilesinin arkasında niçin Yahudi olduğu da daha iyi anlaşılıyordur herhâlde. 

15. İslâm Asrından Beklenen Büyük Zuhur ve Müslüman
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 1999 senesini “Kurtuluş Yılı” ilân ettiğinde, kendisine bağlı olanlar ona inandığı için ümitlerini tazelemiş olsalar da bugünkü gibi bir dünyaya çıkacaklarına dair bir tasavvurları yoktu. Geri kalan küfür zümresi ise zaten en güçlü olduğu bu dönemde kibrinden gözü kör olduğu için bugünkü gibi bir manzarayı tahayyül edemezdi. Ki Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 1999 senesindeki Kurtuluş Yılı çıkışını turfanda, mevsiminden önce yetişen olarak değerlendiriyor. Yani şu pazarlara mevsiminden hemen önce yahut başında gelen meyvenin pahalı olduğu dönem gibi; hani sonradan mevsimine girilince pazar tezgâhları o mahsulle tepelemesine dolar da fiyatı düşer ya, onun gibi... Bu benzetmede dikkat edilmesi gereken fiyatın düşeceğinden ziyade pazar tezgâhlarının tepeleme dolacak olmasıdır. Mevsiminden önce yetişen bir avuç Müslüman’ın tesirinin çapını bugüne bakarak bir daha düşünün ve şimdi bir de mevsiminde yetişecek 1,5-2 milyar Müslüman’ın zuhurunun tesirini. Allah aynı keyfiyeti muhafaza etsin.

Biz, inancımız itibariyle Allah’ın eşya ve hadiseler üzerinde mutlak mânâda Fâal ve Kadir olduğuna inanıyoruz. Bu bakımdan, küllî tecelliler her daim onun eseri olmakla beraber, bize düşen, bu değişim ve dönüşüm sürecinden nasıl nasibleneceğimiz olmalıdır. Büyük Doğu-İbda’nın inşâ ettiği mücerret idrak zemini dedik. İbda, muhatabından, dönüp dönüp bu zeminin inşâında kullanılan malzemelerin “Türk’e Türk propagandası” biçiminde birbirine pazarlanmasını değil, bu zeminden yeni mahsuller elde edilmesini bekler. Etmeyenlerin ise aslında pazarladıkları da fikrimiz değil, şuurunda oldukları yahut olmadıkları şekilde kibirden kudurmuş nefisleridir.

Evet, 1400’ün kemal çığırı 1440 senesine girmemiz ile beraber 15. İslâm asrı açılmış bulunuyor. Bu dönem, belki ağır bedeller ödenecek olsa da kutlu bir istikbal ile müjdelenmiştir. Ve bize düşen biraz evvel de dediğimiz üzere hiçbir bedelden kaçmadan, bu süreçten nasiblenebildiğimiz kadar hisse sahibi olmaktır.

Anadolu ve Türkiye’ye dönecek olursak. İslâm ülkelerinin bir bir düşürüldüğü yahut sapkınlıklarıyla işbirlikçiliklerinin faş olduğu bu dönemde, Müslümanlar açısından geri kalan tek merkez Türkiye’dir. Küllî irade zahirî olarak bu minvalde tezahür ederken, Üstad Necib Fazıl’ın da dediği gibi “İslâm, 500 yıl kılıcını elinde tutan Türkiye’de bozuldu ve her yerde altüst oldu. Bu, ancak Türkiye’de düzelirse her yerde sağlığına kavuşabileceğine ait ilâhî bir ihtar...” Türkiye’nin istese de, istemese de kendisine biçilmiş misyonu budur ve bunun gereğini yerine getirmekten başka bir alternatifi de yoktur!

Son Olarak
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu şehid ederek 1440’ın mânâsından kaçabileceklerini sananlar, yanılgıları kadar büyük bir hesabı öderken hatalarını anlayacaklar.

Baran Dergisi 608. Sayı