15 Temmuz gecesi Amerikan gizli servisinin Türkiye’de faaliyet gösteren takkeli ajanlarının, Kemalistler eliyle yerleştikleri ordu içinden gasp ettikleri rütbe ve silahlarla iktidarı ele geçirmek için darbe teşebbüsünde bulunması ve milletimizin aksiyoner kimliğine yakışır bir şekilde, kendinden zuhur diyalektiğinin son derece şık bir eseri hâlinde bu girişimi bertaraf etmesinin üzerinden tam dört sene geçti.

Ergenekon ve Balyoz davaları ile öz kemalistler ile ılık kemalistler arasında yaşanan yer kapmaca kavgası ılıkların temsilcisi konumundaki FETÖ’nün bürokrasinin kilit mevkilerini ele geçirmesiyle bitmiş ve akabinde 7 Şubat 2012’den itibaren FETÖ’nün iktidara yönelik operasyonları başlamıştı.

2012’den 15 Temmuz gecesine kadar süren dört senelik zaman zarfında yaşananların bedelini Türkiye çok ağır ödedi. Gezi Olayları, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi, Hendek Operasyonları ile neticelenen barış süreci, Rus uçağının düşürülmesi ve nihayet tüm bunların finalinde yaşanan 15 Temmuz Darbe Girişimi... Esasında buraya nokta koyup, başka mevzulardan bahsetmek isterdik; fakat emperyalistlerin bir asır evvel Anadolu’da çıkartıp gittikleri çizmeleri giymek için yarış olduğundan, kalpaklısı gidip takkelisi geldiği, takkelisi gidip bu sefer onun yerine ulusalcı, kemalist, muhafazakâr tiplerden ortaya karışık vıcık vıcık bir başkası geliyor olması dolayısıyla ne yazık ki bir nokta koyup mevzuyu kapatamıyor ve üç nokta koyup sıradakini beklemek zorunda kalıyoruz. Tabiî tüm bu yaşananların diyalektik bir sürecin parçası olduğunu ve Müslüman Anadolu milletini tarihî misyonunu üstlenecek liyakate erdirmek üzere pişirdiğini de görmemek mümkün değil.

Hâkimiyet ve İstiklâl Kavgası

Bu toprakların öz evlatları ile Batı’nın içimizden devşirdiği veled-i zinalar arasında bir asırdır süre gelen bir iktidar kavgası var. İşin özünde ise Müslümanlar ile tüm şahsiyetini ve varlığını Batı’da, bunun için de İslâm düşmanlığında bulanlar arasında bir kavgadır bu. Bilmiyorum ne kadar fark ediliyor; bu memlekette iktidarlar değişiyor, yargı ve askerî bürokrasi tarafından siyasî iktidarlara ve vatandaşlara karşı darbeler ve darbe girişimlerinde bulunuluyor, ekonomik krizler yaşanıyor, bankalar hortumlanıyor, çeteler kuruluyor çeteler dağıtılıyor, şu oluyor, bu oluyor ve neredeyse herkes gelip geçiyorken, bilhassa sermaye kanadındaki birileri Türkiye Cumhuriyetinde yaşanan bahsettiğimiz siyasî ve iktisadî krizlerin hiçbirinden etkilenmediği gibi tüm bu süreçlerin hepsinden konumlarını güçlendirip, nüfuzlarını da arttırarak çıkıyorlar. Senelerce Genel Kurmay Başkanlığı’nın bir numaralı misafiri olan, eşofmanla başbakan karşılayan, Fettoşla elmas alışverişi yapan, devletin bütün stratejik ihalelerinde senelerce mutlak söz sahibi olan, siyasî, hukukî ve iktisadî tüm süreçlerde dahli olan, bıyıklı yatırımcı olarak memlekete giren ve çıkan bütün dövizi ve bunun üzerinden de kuru kontrol ederek her gün yeni bir operasyona imza atan bu kesim varlığını her ne olursa olsun idame ettiriyor. Evet, bunların sesi son zamanlarda eskiden olduğu kadar çok çıkmıyor, çünkü eskiden olduğu gibi yalnız konuşarak bir şey elde edemiyorlar; fakat biraz evvel sıraladığımız üzere son zamanlarda lâfla değil, icraat yaparak hainliklerini sergilemekle meşguller. Ha tabiî hiç konuşmuyor da değiller, yurt dışında katıldıkları siyasî ve iktisadî toplantılarda buradan kaçan FETÖ’cülerle beraber çok güzel bir şekilde ihanetin gereğini yerine getiriyorlar.

Sahadaki Zaferler Zihniyet Planındaki Zaferleri Doğurmalı

Tüm bunlara mukabil, her ne kadar bizim siyasîlerin ağzından “dış güçler” lâfı eksik olmuyorsa da, dış güçlerin içerideki bu âletleri hakkında hiçbir işlem, takibat yapılmıyor. Bilâkis resmî bilançolarındaki yıllık büyüme rakamlarına bakıldığında bile görülebileceği üzere milletimizin kanını her geçen sene daha fazlasıyla emmeye devam ediyorlar.

Bu açıdan hadiseye yanaşıldığında, 15 Temmuz, Türkiye’de yaşanan hâkimiyet ve istiklâl harbinin yalnız bir muharebesini teşkil ediyordu, biz bunu kazandık; fakat savaş daha bitmedi.

15 Temmuz’dan sonra Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçilmesi, Anadolu’nun tabiî hinterlandına yönelik harekâtlara başlanması ve bunların sürdürülmesi gerçekten de son derece yerinde hamleler olmakla beraber, Türkiye’de milletin iktidarını tesis etmenin yolunu açacak ruhî ve ahlâkî değişiklikleri peşinden getirecek bir zihniyet değişiminin hâlen yaşanmamış olması son derece rahatsız edici.

Misâllendirecek olursak:

Yargı bürokrasisi tarafından Müslümanlara karşı beslenen düşmanlık değişmedi. Bugün yargı müessesesinde çalışan başı kapalı bir hâkime hanım bile statükoya yaranmak için önüne gelen Müslümanlara karşı en üst sınırdan ceza vermeye yahut şartlarını el verdiğince kötüleştirmeye çalışıyorsa, zihniyet değişmedikten sonra yargı bürokrasisine o girmiş, bu girmiş ne fayda.

Bürokrasinin diğer kademelerinde de eski hastalık aynen devam ediyor. Ben bu devletin, yâni milletin memuruyum, onun menfaati için çalışmalıyım demesi gereken memur, ben ortada bir yerde konum alayım, etliye sütlüye karışmayayım da iktidar değişirse de koltuğumu koruyayım derdinde hâlâ.

Ya eğitim? Katı Kemalizm ile Ilık Kemalizm dönemlerinde yetişen gençlik İslâmî hassasiyetlerini muhafaza ederken, bugün yetişen gençliğin en küçük bir İslâmî hassasiyeti ve şuuru olmamasına ne demeli? Daha da beteri bir de gençler arasında meşrulaştırılmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılan türlü sapkınlıklar... Ha şimdi birileri çıkıp diyecektir ki, internet bilmem ne devir değişti, bu da o sebeple falan filan; fakat, kusura bakma canım ama çağın meselelerine çözüm getirmek noktasında sen aciz kalıyorsan biz ne yapalım?

Siyasette de aynı manzara hâkim. Her ne kadar çoğunlukla tenkid ediyor olsak da doğrusunu söylemek gerekirse Erdoğan’dan başka çalışan, gayret eden, çabalayan kimse yok ve olmadığı gibi, kendi parti kadrosu da dâhil olmak üzere Devlet Bahçeli’den başka Erdoğan’a köstek olmayan da yok. Ak Parti, CHP, HDP, İyi Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi ve saire... Statükocu tipi olurdu da, eski statükonun sevdalısı gerçekten de daha bir acayip oluyormuş, Cumhurbaşkanlığı Sistemine geçtikten sonra onu da bunlar sayesinde görmüş olduk.

Hakeza medya, her ne kadar havuz medyası diye yaftalanıyorsa da bugün yapılan gazete yahut televizyon yayınlarının muhtevasının dünden ne fark var? Bunların başını çeken Sabah Gazetesi’ni ele alalım, Dinç Bilgin’in Sabah’ından bu gazetenin farkı ne? Meselâ Pazar günü Cumhurbaşkanı Erdoğan Millî Enerji ve Maden Politikası çerçevesinde 52 Hidroelektrik Santrali’nin açılışını yapıyor, Yeni Akit’ten başka bir gazetede manşet bile olmuyor. Medya havuz medyası da, kimin havuzu?

Hâlbuki 15 Temmuz gecesi esmeye başlayan rüzgâr ile yelkenler doldurulup, milletimizin ruh kökleriyle mutabık bir anlayış değişimine doğru yelken açılmış olsa, başlayan şanlı halk ihtilâli inkılaplarla taçlanmış olsa, bu değişimin önüne dikilen yahut musallat olmaya kalkanlar 15 Temmuz gerekçe gösterilerek böcek gibi ezilmiş olsa, biz bunlardan bahsetmek zorunda kalırmıydık?

Türkiye büyük bir fırsatı tepti. Bugün devletin içeride sergilediği en basit savunma refleksleri bile sanki iktidarın muhalefete operasyonuymuş gibi lanse edilebiliyorsa, bu vaziyet yine 15 Temmuz’un hakkı verilemediği içindir. Yine aynı şekilde Müslüman milletimiz Erdoğan’ı destekliyor olması dolayısıyla bugün tıpkı Ergenekon operasyonları öncesinde olduğu gibi Beyaz Türkler, Kemalistler, Ulusalcılar ve diğer vatan haini, Yahudi ve Haçlı aparatları ile bunların çanak yalayıcıları tarafından benzer sözlerle aşağılanabiliyorsa, bu da yine 15 Temmuz da kesin zafere doğru yürünmediği içindir.

15 Temmuz’un Mânâsı Ne ise Ayasofya’nın ki de Odur

15 Temmuz için Müslüman Anadolu İnsanı’nın Anadolu’daki hâkimiyet ve istiklâl harbinin muharebelerinden biri demiştik hatırlarsanız. Bugün aynı hâkimiyet ve istiklâl harbinin uzun zamandır süren muharebelerinden biri de Ayasofya özelinde kızışıyor. 15 Temmuz gecesi bu milletin FETÖ’ye dur deme sebebiyle Ayasofya’nın aslına rücu ettirilerek cami olarak yeniden aslî hüviyetine kavuşturulmasının istenme sebebi aynı; iki mesele de aynı hâkimiyet kavgasının parçalarıdır. Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi, dışarıdan Ayasofya’ya müdahale edilmesi Türkiye’nin egemenlik haklarına müdahaledir, doğru; fakat içeriden de hangi cenahtan olursa olsun birilerinin çıkıp Ayasofya’nın statükosunun korunması ile alâkalı vermiş olduğu mücadele de Müslüman Anadolu milletinin egemenlik haklarına müdahaledir. Bunun bu şekilde ele alınması, Ayasofya’nın müze statüsünün muhafazası için, yâni Anadolu’da küfrün hâkimiyeti için çabalayanların bu minvalde değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır.

“Zafer Mutlak İyinin”

Küfür mücadelesini sürdürüyor ve Anadolu’da tutunmak için azamî derecede çabalıyor, zaten olması gereken de bu; fakat Müslüman Anadolu milletinden taraf olduğu iddiasında olanlar bir türlü eziklik psikolojisinden çıkarak küfrün kalelerine tam mânâsıyla yüklenemiyorlar ve bu da yaşanan sürecin daha uzamasına ve gerilmesine sebeb oluyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koymuş olduğu “1400 Gergini” esprisinde olduğu gibi, hadiseler yalnız Anadolu’da değil dünya çapında gerilmeye devam ediyor. Yay ne kadar çok gerilirse okun o kadar şiddetle fırlayacağı yahut madde veyahut mânâ ne kadar çok sıkışırsa o kadar şiddetle infilâk edeceği hakikatleri göz önünde bulundurulacak olursa, bize kalırsa tüm müsbet ve menfî yönleriyle yaşanan tüm bu hadiseler bir bütün hâlinde ele alınacak olursa, son derece hayırlıdır ve taraflar hem tersinden hem de düzünden beklenen şanlı İslâm ihtilâli ve inkılâbının hizmetkârı konumundadır.

Öyle ümid ediyoruz ki daha fazla uzatılmadan Ayasofya yeniden İslâm’ın hizmetine tahsis edilir ve Müslüman Anadolu milleti, Üstad Necib Fazıl’ın Ayasofya’nın açılması hâlinde hasıl olacağını ifâde ettiği bereketi de kuşanarak bir asrı aşkındır süren hâkimiyet ve istiklâl harbinin bir muharebesinden daha zaferle çıkıp, kesin zafere doğru ilerleyişini sürdürür. Dünya çapında cereyan eden hadiselere bakıldığında da görüleceği üzere Müslüman Anadolu milletinin kendi ruh köklerinin hâkim kılınması yolunda elde edeceği zafer artık yalnız bizim değil, bütün dünyanın meselesi hâline gelmiş bulunmaktadır.

Baran Dergisi 704.Sayı