17. yüzyılda bozulmaya yüz tutan, çatlamakta olan Osmanlı’nın siyasî, iktisadî, fikrî, ilmî sorunları 18. yüzyılda en üst seviyeye çıktı ve geçmiş asrın baş gösteren hastalıkları bu asırda adeta kangren olma seviyesine geldi. Yitirilen heyecan, terk edilen ahlâk, bozulan karakter, uyuşukluk, pörsüyen ruh, üzerine düşülmeyen aklî ilimler, çokça sefahat, altına ve gümüşe rağbet, yeniçeri isyanları ve eşkıyalıkları, savaşlara iştirak etmekten kaçınmaları; Rusya, İngiltere, Almanya ve diğer devletlerin sürekli taarruzları ve iç isyanlar artık yavaş yavaş yere yatırılan aslanın etrafından ısırıklar alınarak un ufak edilme vaktinin geldiğini ihtar ediyordu.

***

Tavrımız, ahlâkımız, karakterimiz ve anlayışımızla birlikte değişmeye yüz tutan mimarimiz büyük bir kopuşun habercisiydi. 18. yüzyılda bariz bir şekilde görülmeye başlanan Batılılaşma, Avrupalıya budalaca hayranlıkla birlikte rengini mimarimizde belli etmeye başladı. Artık Sinan gibi bir dehanın üslubu terk edilmiş vaziyetteydi. Üstad Necip Fazıl’ın tasviriyle “piç mimari barok ve rokoko” süslemeleri İstanbul’u kirletmeye başlamıştı. Artık ihtişamlı sadeliğin yeri yoğun barok süslemelerine bırakılmıştı. Kilise formatında camiler, şu güzelim İstanbul’a yakıştırılmaya çalışılmıştı. Adeta Nedim’in “Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır / Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır” dediği İstanbul, şimdi keşmekeş halinde karşımızda duruyordu.

Lale Devri ile Batı etkisinde kalan Osmanlı, terk ettiği klasik üslup yerine barok ve rokoko tarzı mimariye geçince; Nuruosmaniye Camii, Ayazma Camii, Laleli Camii, Sultan Ahmet Çeşmesi, Kabataş Mehmet Emin Ağa Çeşmesi, Karacaahmet Sadettin Efendi Çeşmesi, Mehmet Emin Ağa Çeşmesi ve II. Osman Çeşmesi gibi yapılar 18. yüzyılın farklı bir yüzü oldu.

Yedi düvele meydan okuyan Osmanlı’dan yedi düvele yenilen Osmanlı’yı yaşıyoruz şimdi. Yenilmekten başımızı oynatamıyoruz.

26 Ocak 1699’da Sultan II. Mustafa döneminde Avusturya Seferi’nden sonra imzalanan Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybımız gerçekleşiyor ve devamı da gelmeye başlıyor. Antlaşmanın verdiği ağırlıkla Avrupa kıtasında fethettiğimiz tüm topraklar sırtlanlar arasında pay ediliyor. İktisadî mânâda da artık rakip olmaktan çok çok gerilere düştük. Bu yüzyılda yaşanan hadiseleri kısaca sıralayayım;

Edirne Vakası (1703), Osmanlı-Rus Savaşı ve Prut Antlaşması (1711), Osmanlı-Venedik ve Avusturya Savaşları (1715), Osmanlı-İran savaşları, Patrona Halil İsyanı, Osmanlı-Rus-Avusturya savaşı (1736), levent ocaklarının kaldırılması (1742), Osmanlı-Rus savaşı (1768), Bulutkapan Ali Bey isyanı (1770), Zahir Ömer (ö. 1775) isyanı, Mora isyanı (1770), Mısır ve Hicaz’daki isyanlar (1780’ler), Osmanlı-Rus savaşı (1787), Nizam-ı Cedit’in kurulması (1793), Pazvandoğlu isyanı (1795) ve Osmanlı-Fransız savaşı (1798). (1) Görüldüğü üzere savaşlar ve isyanlar bu asırda başımızda demoklesin kılıcı gibi sallanmış ve Osmanlı’yı 19. Yüzyıla daha kötü biçimde taşımıştır. Bu yüzyıl Rusya’nın bir sırtlan gibi arkadan Osmanlı’yı ısırmaya çalışmasının bitmekte olduğu ve Baltacı Mehmed Paşa sayesinde Osmanlı’ya kafa tuttuğu yüzyıl. Üstad Necip Fazıl’ın tez olarak ortaya koyduğu şu satırlar sonraki asırlarda da tepemizde olacak Rusya’yı özetliyor:

“Bütün insanlığın başına belâ Rusya'nın meydana gelmesinde iki Müslüman ve asılları Türk başbuğ tanıyoruz. Bunlardan biri Moskofluğun temel atmasına vesile olmuş, öbürü de, Rusya'ya Büyük Rusya olmak şuuru gelir gelmez bu şuurun liderini eline geçirmişken bırakmak suretiyle son merhaledeki Rus oluşunu sağlamış ve böylece, dolayısıyle ve yine bilmeyerek tarihimizin en korkunç suçlamasına müstahak olmuştur. Bunlardan biri 14. asır sonlarında Timurlenk, öbürü de 18. asır başlarında Prut ordusu serdarı Baltacı Mehmed Paşadır. Ruslar, bugünkü oluşlarına kadar kendilerine vücut veren saiklerin iki ana remzi halinde, Moskova'nın göbeğine Timurlenk ile Baltacı Mehmed Paşanın heykellerini dikseler yerinde olur.” (2)

Rusya’ya karşı perişan olmamızın siyasî, stratejik ve iktisadî sebepleri olmakla birlikte yeniçerilerin bozuluşunu da sayabiliriz. Çünkü geçmiş yüzyıllara ve bu yüzyıla baktığımızda zor durumda da olsak ordu düzenli olduğu nisbette çokça başarı kaydetmiş ve küçük bir azınlık olmamıza rağmen müdafaada dimdik durabilmişiz.

Yeniçeriler Osmanlı’nın ilk dönemlerinde azınlık olmasının da getirdiği rahatlıkla düzenleri sağlanabiliyor, sistematik biçimde bu ocak yürütülebiliyordu. Devletin belkemiğiydi. Avrupa’ya korku salan ve hayranlıkla bakılan bir yapıydı. Fakat Kanuni’den sonra Yeniçeri Ocağı genişleyip önü alınamaz olmaya başlayınca isyanlarla birlikte dirlik ve düzen de bozulmaya başladı. Yine, devşirme sisteminin sürdürülememesi, yeniçerilerin evlenmeleri, savaştan ziyade aile hayatına adapte olmaları, ticaretle iştigal edip neredeyse esnaf hayatının yüzde 40’ına hâkim olmaları (ki böylece ticarette de köşe başlarını tuttular), askerden kaçmaları, isteksiz olmaları da ocağın bozuluşunun sebeplerindedir. Böylece Yeniçeriler her alanda etkin oldular. Saltanat değişimlerinde, tahtan padişah indirip padişah getirmede, cülus adı altında istediklerinin kellesini almak gibi hadiselerde baş rol oynadılar. Mesela Fatih döneminde de yeniçeri isyanı olmuş fakat padişahın anında bastırması ve sert tavır alması isyanı noktalamıştı. Yine III. Murad’tan itibaren 18. yy’a gelene kadar çokça yeniçeri isyanı yaşanmış, isyanların çoğunda da emellerine ulaşmışlardır. Sayısı 100 bini geçen kapıkulu sipahilerinin de yeniçerilerden bir farkı yoktu. Savaşlarda disiplinsizlikleri yüzünden sürekli yenilmemize sebebiyet vermişler ve devleti büyük sıkıntılara sokmuşlardır. Bu düzensizlik ve karmaşa 1826’da yok edilene kadar da sürmüştür. (3)

Bozulmuş vaziyette olan Yeniçerilerin aşılamazlığı ise aralarındaki sıkı bağdan geliyordu. Birbirlerini destekleyen, anından toplanabilen, anında isyan başlatıp sürdürebilen bir kuvvetteydiler. Düşmana gösteremediği dirlik ve düzeni eşkıyalıkta profesyonelce gösteriyorlardı. Bu sebepten devlet temkinli olmak durumunda ve genel anlamıyla ne isterlerse vermek durumunda kalıyordu. Ticarethanelere, esnafın iş yerlerine, limanlara yanaşan gemilere himayeye alma adı altında kendi özel işaretlerini asarak (balta asma) her ortanın kendi haraç kaynağını belirlemesi gibi uygunsuzluklar, ev soygunları, her türlü hırsızlık yeniçeri isminin yanında daha sık yer almaya başladı.(4)

Yeniçeri eski vasfından tamamen çıktı; yol kesen, taciz eden, ev basan, ev yakan, kundaklayan, köyleri yağmalayan, haraç kesen, rüşvet alan, adam öldüren, savaşa gitmeyen, savaştan kaçan, savaştaki eksikliklerini ordu kumandanına yükleyen, nizamsız, düzensiz, ahlâken çökmüş, içte ve dışta ahengini kaybetmiş çapulcular sürüsü haline geldiler. Osmanlı Rusya savaşlarında kaybetmemizin en büyük sebeplerinden oldular. Öyle ki savaş kararlarından sonra ordu savaşmaktan vazgeçti ve mecburen yeni anlaşmalar imzalanarak kâğıt üzerinde yenilmiş olduk.

Mesela yeniçerilerin bu hali Prusya Kralı II. Friedrich’in nezdinde alay konusu oldu. Dönemin büyük askeri Prusya Kralı II. Friedrich’in biraz da alaycı bir tavırla Rusların pek iyi durumda olmadıklarına telmihen dile getirdiği “körlerle tek gözlülerin savaşı” yakıştırmasında kastedilen tek gözlülük hali yine de Rusları nihayet Karadeniz’e açılacak, daha sonra ilhak etmek üzere Kırım’ı önce bağımsız hale getirecek ve ağır bir savaş tazminatı kabul ettirecek derecede güçlü kılmaktaydı. (5)

Bozguncu yeniçeriler sebebiyle bu yüzyılda iki büyük isyan meydana geldi. Biri 1703’te Müftü Vakası diğeri ise 1730’da Patrona Halil İsyanı.

1718-1730 arasında yaşanan ve tarihçilerin Lale Devri dedikleri dönem başlayınca Osmanlı yenilgilerinin üzerine bir “rahatlama” devri yaşamaya başladı. Tabii bu da uzun sürmedi. 1730’da Patrona Halil İsyanı patlak verdi. Bu süreçte çokça israf, eğlence hayatı, saraylardaki sefa, halkın sıkıntılarına karşı duyarsız kalma isyanın oluşmasına da katkı sağladı. Üstad Necip Fazıl’ın hamam tellakı dediği Patrona Halil isimli bir yeniçeri, etrafına topladığı çapulcu yeniçeriler ve bir kısım halk ile isyanı başlattı. Saray erkanından birçok baş istediler ve elde ettiler. Devlet erkanının konaklarını yağmaladılar. Üstad’ın Yeniçeri eserine göre; Sadrâzam, Kaptan Paşa ve Kethüda, sarayda boğduruldu ve cesetleri âsilere atıldı. Lâle Devri kahramanı ve zevk-ü-safa prensi Nevşehir'li İbrahim Paşa'nın cesedi parça parça edildi. III. Ahmed tahtı bırakmak zorunda kalarak yerini I. Mahmud’a bıraktı. Başka tarihçilerin kayıtlarına göre ise isyancılar, Lâle Devri’ni sembolize eden bütün köşk, bahçe ve kasırları tahrip etti. Birçok sanat eserlerini yakıp yıktı.

Yeniçerilerin bu haliyle birlikte leventler de büyük sorun teşkil etmeye başladı. İlk başlarda bunların kaldırılmasına teşebbüs edildiyse de başarılı olunamadı. Uzun seneler itiş kakış yaşandı ve 18. yy’ın sonuna kadar Osmanlı’nın uru oldular.

Bu devrin sonlarına doğru Osmanlı-Rus savaşlarında Yeniçerilerin Osmanlı’ya verdiği zarar Rusların verdiğinden az değildi. İçeride birbirlerini yemekten dışarıyla harp edemediler. Savaştan kaçanlar, savaşa katılmayanlar, üstlerine itaat etmeyenler, isyan çıkaranlar had safhaya varmış vaziyetteydi. III. Selim bu eşkıya sürüsünü tamamen tasfiye etmeyi denedi fakat başarılı olamadı. Üstad Necip Fazıl’a göre “III. Selim her türlü ince anlayışına rağmen sert ve hamleci bir seciye taşımadığı ve dervişlikle karışık bir sanatkâr mizacı içinde aksiyonculuk ruhuna yabancı kaldığı için” yeniçerilerin azgınlıklarına karşı bir şey yapamadı.

III. Selim sarayında ızdırab halinde yaşadı. Düşmanların rahat bırakmaması, başı zamanında koparılmayan yılanın besili biçimde sürekli sınırlara yüklenmesi ve başta ordunun yetersizliği, ekonomik sıkıntılar padişahın önüne acı gerçekler olarak sunuldu. Bu kadar ağır darbe, naif padişahın hastalanmasına ve ölmesine sebep oldu.

***

18. yy. öncesine kadar medreselerde aklî ve naklî, dinî ve din dışı ilimler veriliyordu. Yine hesap, hendese, hikmet dersleri; mantık, kelâm, Arap sarf ve nahvi, dil ve edebiyatı dersleri; tefsir, hadis ve fıkıh dersleri; felsefe, matematik, mühendislik, tıp gibi teknik dersler de verilmekteydi. (6) Fakat 17. yy. ve sonrası medreselerde bozulma başladı. Bu bozulmalar ilk idareciler eliyle başladı. Yine matematik kelam hikemiyat terk edildi ve naklî ilimler de eski asırlardaki gibi idrak edilemedi. Eski asırlarda müderrisliği bitirme ve staj gibi geçiş süreleri bu yüzyılda terk edildi. İşe ehil olmayan kimseler geçti. Yine eğitimlerin her bölgede aynı seviyede olmaması dolayısıyla Osmanlı’nın köylerinde kalanlar genel mânâda eğitimden mahrum kaldılar. (7)

Aklî ilimlerin terkedilmesi neticesinde yıldız ilmi vs. gibi ilimlere çok daldılar. Mesela Osmanlı savaşa gireceği vakit müneccim başından haber bekler oldu. Savaşa ne zaman katılacaklarını müneccimlere sorar oldular. Her ne kadar 18. yy’dan 39 sene sonra gerçekleşecek olsa da Üstad’ın Moskof eserinde gözler önüne serilen Büyük Moltke ile Başkumandan Hafız Paşa arasında geçen şu hadise tüyler ürperticidir:

"Bu savaşta bir Cuma günü aralarında Moltke'nin de bulunduğu Prusya'lı kurmay subaylar, başkomutan Hafız Paşa'ya tavsiyede bulunarak o gün hücuma geçilmesini söylemişlerdi. Ancak askerlerden çok mollaları dinliyordu Başkomutan... Ulema, Cuma günü savaşın şer'an caiz olmadığını söylemişti. Bunun üzerine Prusya'lı subaylar bir gece baskın tertibini düşünmüşler, bu sefer de Ulema, gece ansızın haydut gibi saldırmasının Padişah askerinin şanına yakışmayacağını buyurmuşlardı. Bu sırada Mısır ordusu Osmanlı ordusunu dört saat içinde perişan etti."

Bu devirde artık büyük şahsiyetler yetişmez oldu, orijinal eserler çıkmaz oldu. Hatta Kâtip Çelebi 17. yy. için ilme değerin azaldığını ve ilim adamının yetişmediğini söyler. (8) Haliyle 18. yy’da ise tamamen gerileme başladı. Sadece düzensizlik burada değil her sahada vuku buldu. Mesela tahrirler eskisi gibi disiplinli değildi. Tahrir defterlerinde şekil, tertip ve zenginlik gitgide ciddiyetini yitirdi. 16. yy’daki berraklık kayboldu. Osmanlı’nın iktisadî ve idarî açıdan güçlenmesini sağlayan Tımar sistemi, nizam ve kaideleri kaybetmesiyle birlikte tamamen bozuldu. Birtakım yolsuzluk, hukuksuzluk işin içine girdi. Hatta bu bozuluş 17. yy’da başlamış ve 18. yy’da zirveye çıkmıştı. Tımar sistemindeki buhran daha ziyade tımar işleriyle meşgul devlet dairelerindeki karışıklıkla, defter eminlerinin konuya vâkıf olmamalarından ve bu karışıklıkların imkân hazırladığı yolsuzluktan ileri gelmekteydi. (9) Kısaca usul ve kaide bozulmuş, rüşvet devlet dairelerinde yer edinmiş ahlâkî zafiyet baş göstermişti.

***

Bu devir, Ermenilerin, Yahudilerin ve Rumların zenginleştiği, birçok alanda yer bulduğu devirdir. Her ne kadar Müslümanlarla gayrimüslimler farklı bölgelerde yaşasa da iç içe olduğu bölgeler de mevcuttu. Haliç, Galata, Karaköy, Kadıköy gibi bölgeler gayrimüslimlerin ikamet ettiği bölgeler. Gayrimüslimlerin çok rahat cirit atmasına, dilediklerini yapmasına, şımarık tavırlar sergilemesine ve yine dinî mânâda da dilediklerini yaptırmakta 18. yy. etkili olmuştur. Çünkü başta Rusya olmak üzere Avrupa ülkelerinin baskısı neticesinde gayrimüslimlere haddinden fazla haklar verildi. Öyle ki, Ortodokslarla Katoliklerin karşılıklı çekişmelerinde bile Osmanlı arabuluculuk yapmak, birbirlerini yatıştırmak zorunda kaldı, her ikisinin de isteklerini yerine getirmek zorunda bırakıldı.

***

Musikiyi seven, tarihin hiçbir safhasında ihmal etmeyen ve en iyi icra eden milletlerden olmuşuz. Hatta fethettiğimiz toprakların da müziklerine adabte olmuş, onları kullanmış, terkip etmişiz.

Bu devirde yaşamış padişahların destekleriyle de Türk müziğinde genel anlamda bir olgunluk dönemi yaşandı, bestekarlık sahasında önemli kişiler eserleriyle iz bıraktı. Bestekarlar tarz farkı gözetmeksizin (divan, tekke ve aşık) her üç sahada da eserler verdi. Yine Kantemiroğlu ve Nayi Osman Dede gibi devrin önemli müzisyenleri icracılık ve bestekarlık yanında nazari sahada da (müzikolojik) önemli eserler verdi. (10)

En çok bu yüzyılda musikişinas ve bestekârlarımız oldu. Müziğe büyük hizmet ettiler ve müzikte büyük yol kat ettiler. Müzikle tıbbı birbirine bağlayarak makamların hastalıklara ve vücuda ne gibi fayda sağladıklarına dair keşifte bulundular.

Mesela, Rast makamı; bu makamın nağmeleri ve söylenişi ile beyin hastalıklarından ileri gelen bağırsak bozuklukları ve yarım felçleri önlüyor, tedavi ediliyor. Isfahan makamı; nağmeleri zihin açıklığı veriyor, çocuğun zekasını geliştiriyor, gücünü tazeliyor, ateşli hastalıklardan koruyor. Hicaz makamı; çocuklarda idrar zorluklarını düzeltiyor. Uşşak makamı; yetişkin erkeklerde ayak ağrılarına karşı yarar sağlıyor. Küçük çocukların rahat uyumalarının ve uyku sayesinde dinlenmelerine etkisiyle olgunluk düzeyine çıkmasının sağlıyor… (11)

Başta I. Mahmud ve III. Selim olmak üzere Buhûrîzâde Mustafa Itrî, bestekâr Hacı Sadullah Ağa, Nâzım Yahya Çelebi, tanbûrî mûsikîşinas Nûman Ağa, Abdülbâkî Nâsır Dede, mûsikîşinas Hâfız Şeydâ Abdürrahim Dede, Kemânî Hızır Ağa, bestekâr ve tanbûrî Enfî (Burnaz) Hasan Ağa, Mîr Cemil Zaharya, bestekâr Tanbûrî Mustafa Çavuş, bestekâr Tâb'i Mustafa Efendi, Abdülhâlim Ağa, Dilhayat Kalfa, Ali Nutkî Dede bu yüzyılda müziği icra etmişlerdir.

Bu devirde musiki klasik tarzda icra edildi ve devrin yarısından itibaren de 19. yy’ın ilk çeyreğine kadar son klasik dönem olarak sürdü. Bu devirde Batı müzik kültürü de dahil oldu klasik müziğe.

Geçmiş yüzyılda sarayda sadece tek yaylı çalgı kemançeyken bu yüzyılda yaylı çalgılardan kemânçe (rebâb), kemençe (armudî kemençe), sînekemân, kemân, lavta, viyola, viyolonsel ve kontrabas kullanıldı. Bunun dışında klarnet, ud, tanbur ve ney de kullanılanlar arasındaydı.

Kaynaklar:

1- XVIII. Yüzyıl Divanları Işığında Osmanlı Devleti’nde İç İsyanlar, Mesut Bayram Düzenli, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2017, s. 9

2- Moskof, Necip Fazıl Kısakürek, 1973, s. 18

3- Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal, 2013, s. 81

4- Yeniçeri, Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi

5- a.g.e

6- Medrese, Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi

7- Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal, 2013, s. 131

8- Ünal, a. g. e., s. 138

9- Ünal, a. g. e., s. 215

10- Özalp, N. (1986). Türk Musikisi Tarihi-Derleme, 1.cilt, Ankara, TRT Yayınları, s. 111

11- Özalp, a.g.e., s. 158

Aylık Baran Dergisi 6. Sayı

Ağustos 2022