Madem yeni bir seçim sathı mahalline girmiş bulunuyoruz, bu vesileyle günlük politikaya dair bazı mülahazalarımı-fikirlerimi kerhen de olsa paylaşmak isterim. Böyle bir mevzuya eskilerin ifade-i cebriyye dedikleri zoraki bir üslup ile başlamamın iki sebebi var; ilki aktüel-güncel politik gidişatın hiçbir fikir tortusuna dayanmayan kof bir manzara içerisinde seyrediyor oluşu, ikincisi ise, ilkine tamamen mutabık olarak, bu türlü bahislerin alakamı cezbetmiyor oluşu… Bunlarla beraber, memleketimiz siyasetçilerinin iktidar ve muhalefetiyle, yani bir anlamda şöyle yahut böyle güdücülerinin kurtarıcı bir remze davaya sahip olmadan yürüttükleri ve neticesinde hep bir kaos manzarası etrafında cereyan ettirdikleri politik arenanın vasatlığını gidermek, buna dikkat çekmek, eğrisini doğrusunu izah etmek de o halde bir fikre nisbetle hareket edenlere düşüyor ki bu sebebten yani alakamı cezbetmiyor oluşundan maada alaka dairemin dışında olmaması gerektiğinin de farkında olarak bunları yazıyorum… Demek ki, memleketimiz politika ve siyaset sahnesini antipatik-itici buluşum basit bir hoşnutsuzluktan ziyade fikrî bir seçicilikten kaynaklanmakta ve ana gayesi memleketi maddî ve manevî bakımdan dört başı mamur bir hale getirmek olanların başlangıcını ve nihayetini her zaman bir kör döğüşe çevirdikleri sahaya karşı mesafeli bir duruşu temsil etmektedir…

Buraya kadar aktardıklarım, işin şahsî tarafını olduğu gibi diğer bir yönüyle de, yani bir şahsın herhangi bir fikre nisbetle duruşunu da yansıtmaktadır. Bu şekilde peşinen fikrimizi izah etmekle de daha sonra söyleyeceklerimizin neye nisbetle olduğu hakkında bir fikir verebilelim. Zaten politik yazıların ekseriya karaktersizliği buradan doğmaktadır; ya büsbütün particilik taassubu, ya particiliğe tam zıt bir taassub yahut da her iki tarafa da kendince ayar vermekten öte bir mânâsı olmayan iyi-kötü tesbitlerin taassubları kıskandıran havada asılı kalışı…

Peki ya ana maksat ne? Hedef ne? İdeal ne?

Politika bahsinde idealini söyleyenler, ideallerinin gerektirdiği zemin şartlarına bakmaksızın halkın, çevrenin bir yönüyle hitab edilmesi gereken –kültürel ve sosyal gerçeklikleri- yanlarını kaçırır ve içinde bulundukları dağınık görünüşten ötürü söyledikleri havada kalır. Söyledikleri ve görünüşleri arasındaki uçurumdan ötürü kaale alınmadıkları gibi, bir fikre nisbetle hareket etmeyenler gelmiş ve gelecek muvazaacı görünüşleri hatırlattıklarından ötürü bir başarı sağlayamazlar, sağlayamıyorlar. Bu basit kanaatlerimden yola çıkarak söylersek, bugünkü politik arenada çok gibi gözüken fakat esasında sadece iki tip aktör oluşturduğu bir manzaraya erişiriz. Birincisi, bir fikre, bir ideale nisbetle politik sahayı gayelerine matuf bir şekilde istismar niyetinde olanlar. İkincisi ise her biri kendi içinde başka bir renge ayrılan fakat tek hususiyetleri olan idealsizlikleri ile birleşen ve aynı sahayı güdük nefsleri uğrunda istismar alanı olarak seçmiş olan diğerleri. Yani, Atatürk istismarcıları, sosyal demokrat amblemli kendilerini ifade edemeyenler, ne istediğini bilmeyen ve hürriyet tutkunu olduklarını iddia edenler, aslını tenzih ederek söylersek tarikat müsveddecileri, bunlara yakın dernekler, partiler, particiler, particilere yakın idareciler, muhalifleri, onların yakınları, yakınlarının muhalifleri gibi çapraşık vaziyette olan ve toplumumuzun karmaşık görüntüsünü bize net bir biçimde gösterenler… İkinci grubun izahındaki nitelikleri bile bize bunlardan bahsetmemeyi ilhâm etmeli; esasında bunlar idare edilecekler grubunda olup ta idare edenler, idare edenlere muhalefet edenler diye kendi içinde ikiye ayrılanlar…

Politik manzaranın maalesef böylesine dağınık ve seviyesi izah edilmemiş yahut müşterek olarak kabul edilmemiş bir kültür zemininde cereyan ediyor oluşu, bahsettiğimiz manzaranın çapraşıklığının müsebbibi. Yani, birçoğunun temsil ettikleri fikirleri kendilerine dahî izah edemedikleri ve neyi niçin istediklerini bilmedikleri, Batıdan aparma ve üçüncü sınıf kopya fikirler, din hokkabazlarından türeyen değişik argümanlar, yağdanlıkçı diyebileceğimiz rüzgârgülleri, birincisi ve ikincisi olan Cumhuriyetçiler, Türk –İslâm sentezine tutkun mikserden geçmiş faşistler, Ate’ler, modaya kapılmış Deistlerin şunların, bunların habire ortalıkta gezindiği bir mezbahane… Böyle bir manzaranın doğması devlet eliyle murakabe edilmesi gereken ve Aydınlar vasıtasıyla toplumun ilerici kesimlerini müşterek bir zeminde buluşturamama zaafından kaynaklanmaktadır. Yani düz anlamda ifade edersek yönetim biçiminizin ne olduğu belli değilse, yönetmeye namzet olanlar ve  yönetilecek olanlarda ortaya çıkan manzaradan iki de bir şikâyet edip şahısların zaaflarından yahut salakça hareketlerinden beslenerek politika yapmak sizi zayıflatmaz ama kuvvetlendirmez de; sadece bu günler gelir ve geçer. O kadar!
Haydi, soralım, bizdeki yönetim biçimi nedir?

İslâm değil, İslâm’a nisbetle değil, Demokratik değil, Teokratik değil, Aristokratik değil, Monarşik değil, İstibdat değil; öyleyse tekrar soralım, biz hangi kanun ve idare ruhuna nisbetle hareket ediyoruz, idare ediliyoruz?

Bu suâlin neticesine ulaşmak adına suâlimizi açarak ilerleyelim o vakit!

Evvela İslâm ve İslâm’a nisbetle olmadığını pek âlâ hepimiz bildiğine göre bu safhayı geçelim…

Hangi demokratik memlekette idare edicisine yapılan darbeye karşı duranların darbeciler ve yakınları tarafından yuhalandığı bir ortam olabilir? Veya bunların yargıladığı insanlar halen nasıl hapiste olabilir? Kitaplarda yazan ve ağızlarda sakız edilen demokrasi bu memlekette bir yönetim biçimi olmaktan ziyade ne yapacağını bilemeyenlerin çalakalem uydurdukları bir nizamnamedir. Buna da demokrasi denilemez ki, bunu da eleyelim! Çünkü bir idare biçimi kuvvetini ilkelerinden, prensiplerinden alır; o prensiplerin açıkça tahrif edildiği yerde bozukluk, mevzu bahis idare biçiminin zaafından değil idare biçiminin vazettiği kanunların bozukluğundan kaynaklanır! Kanunları bozuk bir idare biçimi ise kendisini kanunları görece tastamam bir yönetim biçimine nisbetle tanımlıyorsa, nisbet ettiği yönetim biçimine nazaran aradaki zaaflar bozukluktan ziyade eksiklik olması lazım gelir. Bizim memleketimizde demokrasi adına eksik diye nitelediğimiz birçok husus esasında eksikler-zaaflar silsilesi değil bizatihi kanunların kendisinden, bunlardan doğan prensiplerden ve yönetim biçiminin uygulanışından kaynaklanmaktadır. Hatta öylesine bir çorba ki, AHİM’e göre aşağıda, filana göre yukarıda, falancaya göre macun kıvamının az berisinde; nedir bu absürt vaziyet Allah aşkına? Böylesine bir karmaşa ancak Asri Turşucusu’nun mükemmel turşularında olur ki oradaki şey aslında bir kıvam ifâde eder! Şimdi açıkça söyleyebiliriz o halde; bir turşu yapımında olacak kadar bile dikkat veremediğiniz, aslını, esasını, kıvamını bilemediğiniz ve adına Demokrasi diyerek bizde yönetim biçimi olarak addedilen ve bütün bir memleketin ağzında sakız yapılan şey Demokrasi’nin kendisi değildir de sadece lafıdır! Eğer hakikaten bu memlekette demokratik bir idare biçimi olsaydı, bağlıları namuskârlık adına kendi kendilerini iptal eder ve o sebepten ötürü başka bir nizam biçimi gerektiğini itiraf ederlerdi. Sırf bu bedîhî husus bile gösteriyor ki, bizde demokrasi, ismi ve belirli teamül şekilleriyle varolan ama kendisi olmayan, yerine göre diktatörlükten bilumum birçok idare edilişe kadar uzayan tarafıyla her şekle sokulabilen elastikî bir şeydir!

Teokrasiye gelince, mevcut kanunlar ve uygulanış biçimine bakarsak dini referanslar ile de yönetilmediğimiz pek açık; esasında Fr: Theocratie-Teokrasi tabiri Tanrı namına Papazların idare ettiği şekle denilse de İslâm Memleketleri’ndeki karşılığıyla bizim ilk şıkkımıza yani İslâm’a nisbetle bahsine muadil sayılabilir. Nitekim 1304’de yayınlanmış Kamus-u Fransavi’de şöyle bir şerh vardır: “Kanun-u ilâhîyle ve sıfat-ı rûhaniyetle icrâ olunan hükümet”. Fakat bu mevzuyu bizim ayrı bir kategoride ele almamıza vesile asıl fark şudur ki, Papaz yani idareci sıfatıyla Kardinal -diyelim çünkü Papa bunlar arasından seçilir- Tanrı’nın mutlak vekilidir ve ilâhî kudsiyet atfedilir; yani kimseye karşı mesul değildir. İslâm’da, İslâm’a nisbetle idare edilen yönetim biçimlerinde ise idareci Şer’i kanunlara karşı mesuldür ve halkın idareciye karşı itaati de idarecinin Şeriate bağlılığı nisbetinden gelmektedir. Her iki mânâsına nazaran bizde yine yok tabiî… Aristokrasi ve Monarşi şıklarını da hemen eleyerek İstibdat’a geçelim…Muarızlarının şimdiki Cumhur reise iki de bir izafe ettikleri, izafe edebildiklerinden ötürü net bir biçimde olmadığını gördüğümüz yönetim biçimi ki o da yok! Peki, şu hâlde soralım, biz neye nisbetle yönetiliyoruz? O değil, bu değil, şu değil, beriki değil, öteki değilse ne?

Bunun da cevabını verelim de, fikrimize nisbetle farkımız belli olsun:

Politika’yı devlet işlerini düzenleme ve yürütme, Siyaset’i de bu düzenleme ve yürütmedeki görüş, anlayış olarak ele aldığımızda, yeni bir seçimden bahsediyorsak evvelki işleyişteki bir tıkanıklıktan bahsediyoruzdur! Bu hususa nazaran bizim memleketin bir orijinalitesi de şudur ki, işleyişteki tıkanıklık bir önceki hükümetten değil de mevzuun ta en başından, Cumhuriyetin ilk kuruluşu yani demokratik yönetim biçimine ilk geçtiğimizde başlamış olmasıdır. Montesquieu’nün pek sevdiğim bir tabiri vardır. Der ki “her yönetim biçiminin bozulması ilkesinin bozulması ile başlar” (Montesquieu ve Kanunların Ruhu- Doç. Dr. Ülker Gürkan) Ah, bizdeki durum bu veçheden bakıldığında ne de trajiktir; çünkü bizde yönetim biçiminin kendisi bizzat ilkesizlikle başlamıştır! Bu husus bizim yönetim biçimimizin ana prensibidir; yani, ilkeleri, prensipleri yerine göre istediğin zaman ve biçimde tahrif edebildiğin, yerine göre kuvvetler ayrılığı diyerek ayırdığın, zamanına göre Anayasa Mahkemesi diyerek kılıç salladığın, sahasına göre ekonomik ayar verebildiğin, şartlara göre eğip bükerek hapishane doldurup boşalttığın, zeminine göre insanlara kara çaldığın, esen rüzgâra göre göklere çıkarttığın bir başıbozukluktan ibaret!.. Elbette bunun âmili ne sadece bugünkü hükümet, ne diğerleri, ne şu, ne bu; mesele memleketimizin başta yöneticiler olmak üzere her aydın ferdinin ana meselesidir ve toplumumuzda gördüğümüz her bozukluk bir başka bozukluğun ve neticesinde her sahaya akseden başıbozukluğun bir eseridir ve devlet eliyle, yönetim biçimi eliyle murakabe altına alınmadıkça çözülemeyecek bir safhaya çoktan varmıştır. Devrimizde politikacı, idareci, güdücü diye nitelediğimiz kesimin iktidar ve muhalefetiyle beraber memleketimizin acil ihtiyaçlarını kavrayacak, kavradığı meseleleri çözecek belirli bir kültür vasatından gelmediğini, danışmanlar kalabalığı içerisine hapsolduklarını hep beraber görüyoruz; irfan-kültür Eliot’un tabir ettiği bir biçimde “bir toplumun dininin vücut bulmuş hâlidir” ve bugün ihtiyaçlarımızın ahlâkımızın önüne geçtiği şu safhada vücut bulan şey cinnet ve cinayet vak’alarının sıradanlaştığı bir atmosfere boş gözlerle bakan fertlerin oluşturduğu bir toplum manzarasıdır!

Bana kalırsa bugünkü dünya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu politik atmosferin ana görüntüsü –iktidarı, muhalefeti ve idare edicilere tesirleri sebebiyle sivil toplum kuruluşları da içerisinde olmak üzere- sadece bir tedirginler topluluğundan ibarettir. Ataletin ve alışkanlığın verdiği günlük itiş-kakışlar, hiç mevzu olmaması gereken hususların ana meseleler gibi ele alınıyor olması, hedefi, planı olmadığı hâlde varmış hissini imâ edici atıflar, boş tehditler, yapılamayacak vaatler ve bunlara bağlı kuru gürültü ritüelleri; asıl beklenen ve yapılması gereken, bir sabah uyandığımızda memleketimizdeki bir irin sahasının, bir kurtlu müessesenin kapısını sökebilecek ve söktüğü hastalıklı kapıyı diğer zarar verici unsurların başına çalabilecek, bunu da, “millet”i hakikaten bir iman merkezi hâline getirmek maksadından başka bir maksatla yapmayacak bir iradedir!

Dünya ve Türkiye’nin beklediği yeni idarecilik dehâsı, miskin, diğer seçimi kollayan ve madendeki göçükten sonra kâğıt üstündeki yetkilileri tutuklayan günübirlik politikaya hapsolmuş dar kafalılığı reddedecek ve idare ettiği toplumun sosyal, kültürel, ekonomik bakımdan derin yaralarını keşfedebilecek, ettiği keşiflerin hesabını temel atma törenlerinde değil masa başında ve iş üstünde muhasebesini yapacak bir üstün fikre bağlı aksiyon ruhundan doğacaktır!

Fikrin, gayelerinin üzerine basa basa ilerleyen ve ilerledikçe her aletini-vasıtasını erite erite ideâle doğru akan, aktıkça azizleşen, azizleştikçe erdiren fikrin buğulu rayihasını sezdiğimiz gün hakiki meseleleri konuşabileceğiz; konuşma ise aslî rengine büründüğü vakit gerçek fikirler illâ fışkıracak ve sahtelerini ayıklayacaktır! Bu fikir ve hamle kuvvetine âşık, hiç olmazsa prototiplerini yetiştireceğimiz belli başlı fertleri elde ettiğimiz gündür ki inkişaf kudretimiz o vakit ilâhî nefhalara yataklık edecek ve istediğimiz iklim Âdetullah icâbı kendiliğinden zuhur edecektir… Üstad’ın dediği gibi “gerisi zifos ve cavalacos!”


Baran Dergisi 596. Sayı