28 Şubat sürecinde, sırf Müslüman oldukları için, binlerce kişiye ahlâksızca işkence edildi ve ardından çıkartıldıkları DGM tiyatrolarında haksız hukuksuz yere senelerce hapis cezasına çarptırıldılar. 28 Şubat 97 öncesinde başlayan ve kararları darbe sürecinde verilen yargılamaları da sayacak olursak aradan geçen 23 senenin sonunda, Cumhurbaşkanından Adalet Bakanına, muhalefetinden müsteşarına, hâkiminden savcısına dek herkes verilen bu cezaların hukuksuzluğunda hem fikir olmuş durumda. Lakin 600’e yakın Müslüman, o dönem kendilerine reva görülen hukuksuz yargı kararlarından dolayı hâlen cezaevinde tutsak.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Müslümanlara reva görülen adalet, darağaçlarıyla sınırlıyken, senelerdir verilen mücadele neticesinde bugün F-Tipi cezaevlerine kadar son derece geniş kazanımlar elde edilmiş vaziyette! Yani Türkiye’de siyasî iktidar, bürokrasi ve medya kimin eline geçerse geçsin, rejimin, adaleti tesis etmek yerine bir silâh gibi kullandığı hukukun Müslüman Anadolu İnsanı’na bakışı hep aynı... Burada bir hatırlatma yapalım: Birisine sırf Müslüman olduğu için eziyet etmek ve onu cezalandırmak küfürdür!

İktidar el değiştirse de rejimin Müslümanlara bakış ve tavrında bir değişiklik meydana gelmemesi bahsini biraz daha açmakta fayda var. Bilindiği üzere son 15 yıldır iktidarda Ak Parti bulunduğundan, bu dönemde Müslümanlara reva görülen zulmün artık sona erdirilmesi beklenirdi. Fakat Ak Parti, bir ideale hizmet etmek üzere yola çıkmış olsa da, maalesef süreç içinde menfaatçilerin yoğun bir şekilde yuvalandığı bir siyasî teşekküle dönüştüğünden, kendi menfaatini doğrudan tehdit etmeyen, konforunu bozmayan meseleleri uzaktan seyreden kadrolar istihdam edildi. Değişen konjonktür ve yaşanan onca menfiliklere rağmen parti, kendi içinden idealist bir bürokrasi kadrosu teşekkül ettiremedi; bu hem Ak parti hem de Türkiye için büyük bir kayıp anlamına gelmektedir. İdealin olmadığı ve herkesin mama peşinde koştuğu yerde, kim, neden ve niçin idealist bir bakış açısıyla kendisini devletin arka planında görev alacak şekilde yetiştirme zahmetine girsin ki? 15 yıllık süreçte iktidar aynı kalsa da, bürokrasi, Kemalistler, Fetöcüler ve yine Kemalistler arasında el değiştirip dururken, rejimin Müslümanlara bakışında bir değişiklik olması da beklenemezdi. Zaten öyle de oldu.

Burada bir başka hususa da dikkat çekmek gerek. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun İdeolocya ve İhtilâl isimli eserinde, iktidara gelmenin yolu olarak neden demokratik yollarla gelmek değil de halk ihtilâli şıkkını işaretlemiş olduğu da ayan beyan ortaya çıkıyor. 15 Temmuz’da bunu yakinen tecrübe ettik. Türkiye’deki Kemalizm gibi yalnızca Müslümanlara hayat hakkı tanımamak ve onlara karşı düşmanlık beslemek üzere kurgulanmış bir rejim toptan değiştirilmedikçe iktidara gelen her kim olursa olsun zihniyetinin değişmeyeceği tüm bu yaşananlara bakıldığında son derece açık. Mesele bir zihniyetin değişim ve dönüşümü. Bütün olarak bir değişimden bahsediyoruz. Müesses rejimde arızalı olan tek müessese hukuk değil ki. Eğitimden ekonomiye, belediyecilikten meslek odalarına kadar hangi meseleye el atılırsa atılsın başka bir sorunla karşılaşılan ülke burası... Dolayısıyla bugün çıkıp da “ben hukuk düzeni getireceğim” diyerek yalnızca adalet mekanizmasına el atmakla çözülecek bir iş de değil. Tüm meseleleri bir bütün hâlinde çözüme kavuşturacak yeni bir sistemin benimsenmesi ve tatbik edilmesi gerekiyor. Demokratik yollardan iktidara geldikten sonra, kendini o mevkiye getirenlerin taleplerine kulak tıkayıp karşı tarafa şirin görünmenin, tek derdi seni bir kaşık suda boğmak olan düşmanını yaşatmak ve “eline fırsat geçince gel beni boğ” demekten başka ne anlamı olabilir?

Yakup Köse, bu hafta yayımlanan yazısında 28 Şubat ile alâkalı soruyor ya; “Ölenimiz şehid, kalanımız terörist mi?” diye. Biz de soralım, hakikatin hatırını herkesten ve her şeyden üstün tutan biz, siyasî iktidarın dostu muyuz, düşmanı mı? Yani daha açık bir dille ifâde edecek olursak, siyasî iktidar hakikate dost mu yoksa düşman mı? Aslına bakacak olursak bütün mesele bu.
***
28 Şubat’tan dolayı hâlen süren hukuksuzluklardan bahsederken, bu süreçte sermaye ve medyanın üstlendiği rolü de unutmamak gerek. Ana akım medyanın askerî darbeye davetiye çıkartır mahiyetteki manşetleri ile yaşanan hukuksuzlukları meşrulaştıran yayınlarının bir bedeli olmayacak mı? Yine sermayenin bu süreçte üstlendiği rol ile 28 Şubat postmodern darbe girişiminin hemen bir kaç sene sonrasında meydana gelen ekonomik kriz ortamını fırsat bilerek devleti ve milleti soyup soğana çevirmesinin hesabı sorulmayacak mı? 28 Şubat süreci ile alâkalı tek hukuksuzluk yargılanan ve cezalandırılanlardan ibaret değil. Bu sürecin faillerinin ve bu süreçten nemalananların hâlen yargılanmamış ve cezalandırılmamış olmasından da kaynaklanan bir adaletsizlik söz konusu.
***
Biz bütün eksiklikleriyle beraber bugünkü siyasî iktidarın, en azından tepe kadrolarının samimi insanlar olduklarını biliyoruz. Fakat hakikatin yanında nasıl ve ne şekilde duracağını hâlen kestiremediklerini görmek de son derece üzücü. Bir ân evvel 28 Şubat’tan doğan mağduriyetlerin giderilmesi, bu sürecin fâilleri ve nemalananlarının cezalandırılması ve hükümetin diğer meselelerde daha tutarlı bir tavır alması, hem darbeci Kemalist kesimin bütün kuvvetinin elinden alınması hem de 2019 seçimlerini kazandıracak en büyük amil olması hasebiyle son derece ehemmiyetlidir. Tayyib Erdoğan’ın “acırsanız acınacak hale gelirsiniz” sözü son derece doğrudur. 


Baran Dergisi 580. Sayı