“Nereden ve nasıl geldiklerini bilmeyenler, nereye ve nasıl gideceklerini de bilmeyen ‘günün adamları’dırlar…” İdeolocya ve İhtilâl isimli eserinde böyle söylüyor İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu… Bu söz tüm insanlığı şamil olmasına rağmen biz bu sözü Türkiyeli Müslümanlar özelinde alırsak, hatta 28 Şubat’tan bu yazının yazıldığı güne kadar zaman ve mekânla da sınırlandırırsak yine bu sözdeki hikmetten ne nisbette nasiplenebildiğimizi görme fırsatına ermiş oluruz. Başkalarının üzerinden erkeklik taslama gibi bir şenaate düşmekten Allah’a sığınarak, bu yazımızda, 28 Şubat’tan bugüne Anadolu gençliğinin ne halde olduğunu başta kendimizi dikkate alarak canlı misalleriyle göstermek niyetindeyiz. Bunu yaparken de gençliğin yaş işi değil, ruh işi olduğu ölçüsünü göz önünde bulunduracağız, ismen “genç-gençlik” dediklerimizin gerçekten genç veya yaşlı olduğunun turnusol kağıdı görevini görecektir bu ölçü.
28 Şubat’ın yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde herkesin ağızında bir türkü, sözleri de şunlardan mülhem:
“1000 yıl sürecekti, 5. yılında iktidar olduk”; “Başörtülüler zulüm yaşıyordu, bugün başörtülü bacılarımız okuldan devlet dairelerine tutun her yere girebiliyorlar”; “Halkı temsil eden parti, milli iradeye rağmen kapatıldı, bunların zihniyeti böyle”; “MGK’da asker ile başbakan eşit idi, şimdi değil, başbakan başta oturuyor”; “Artık Kur’an okuyan devlet liderleri var, nereden nereye…”
Nakaratı da aynen şu: “Demokrasi tarihimize vurulmuş kara bir lekedir.”
Nakaratı hariç bu türkü baştan sona doğru ve bunu doğru zaman ve mekânda söylersek halay türküsü bile olur. Ama hâlâ cezaevlerinde 28 Şubat ve türevleri kararlardan ceza almış 600 küsur Müslüman varken, devletin hâlâ laik, demokratik, kavmiyetçi endişeleri varken, bürokrasi Anadolu’nun ruh köküne düşman “belhum adâl”lerle dolu iken söylersen bu türküyü, bu türkü olmaktan çıkar, olur ninni ve “981” yıl daha mışıl mışıl uyursun… Elhamdülillah devletin en tepesindekilerin Müslümanca duruşlarından şüphemiz yok ama “genç” kardeşim keşke sen de öyle durabilsen, sadece dehlemeyle harekete geçmesen, hukuksuzluklara, her türlü yarım oluşlara “hop dedik gardaş!” diyebilsen, keşke baştaki bir avuç dertli Müslüman’ın omzuna binmesen de sen onları omuzlasan, “başkalarının üzerinden erkeklik taslamasan”… Elbette ki bu meyanda büyüklere de bir çift sözümüz var: “En büyük dert… Kimin neye göre ne yaptığını açıklamaması, açıklaması gerektiğini bilmemesi…” Böyle olduğu için de gençler de ne yaptıklarını bilmiyor haliyle…
Peki, 28 Şubat’ın gayesi basitçe başörtüyü yırtıp atmak, tesbihi koparmak, takkeyi ezmek, sakalı kesmek, Müslümanların eğitimini engellemekle mi sınırlıydı? Elbette ki hayır! 28 Şubat, İslâm’a düşmanlığın alenileştiği ve doğrudan İslâm’a cephe alındığı son 2 asırda, çeşitli vechelerde patlayan küfür lağımının pisliğini saçtığı dönemlerden sonuncusudur. Bu dönemin topyekûn silahlarıyla özünde İslâm’ı tüttürecek her şeye ateş açtığını, dolayısıyla 28 Subatçılar’ın işi bizler gibi satıhta bırakmayarak özde bitirmek istediklerini görürsek neden “1000 yıl sürecek” dendiğini de anlamış oluruz. Zira davayı başörtüyle eğitimi, devlet dairelerinin imam-hatiplilere açılması, insanların rahatça sünnet sakalı bırakması gibi gerekli ama satıh üstü gayelerle sınırlandırırsak, yarın öbür gün bunlar bize verildiğinde savaşı kazandığımızı zannederiz. Dava bu muydu? Dava İslâm Devleti değil miydi? Biz kaybettiğimiz ruhu ve devleti geri almaya çalışmıyor muyuz? Bu bizim hakkımız değil mi? Ne diyordu bir yazısında azılı İslâm düşmanı Nur Sertel: “Federatif yapılı bir İslâm devletinin kurulması amacıyla faaliyet gösteren İBDA-C (İslami Büyükdoğu Akıncılar Cephesi) Merve Kavakçı’ya sahip çıkan örgütler arasında yer almaktadır. İBDA-C’nin, bir islamcı gazeteye verdiği ilanla “Merveler dik durun, 1999 kurtuluş yılınız” ifadesini kullanması, türbanın basit bir kıyafet tercihi olmanın çok ötesinde anlam taşıdığını ortaya koymaktadır.” Serter’in o gün türban davası üzerinde tüttüğünü gördüğü mânâ bugün demokrasi üzerinden tütmektedir. Tesettürlü bacılarımız bugün cemiyet içerisinde rahatça yasayabiliyorlar ama bu sefer de topyekûn demokrasi zokasını yutmuşuz, buna ne buyurulur?
Partili veya partiye yakın “stk”larda görevli gençlik yaptığı basın açıklamalarında, verdiği beyanatlarda, sosyal medya üzerinden yaptığı çalışmalarda hep “demokrasiye yönelik tehdit” girişimlerine karşı olduklarını, millet iradesini koruyacaklarını söylüyorlar. Bunu demeden hemen önce de “şiddete tenezzül etmeyen bir geleneğe sahip olduklarını” belirtiyorlar. Gezi’de de öyle yapmış, demokrasiyi korumuşlardı... Veya devletin, milletin aleyhine iş yapan casuslar Can Dündar ve Erdem Gül 28 Şubat arefesi bir operasyonla Müslümanlarla dalga geçercesine salınıp, ilk açıklamalarında da “Erdoğan’a güzel bir hediye verdik” kabilinden sözlerle hepimizi alaya alırken bizim gençlik milli iradeyi korumak için Kısıklı’ya doğum günü kutlamaya gidiyor. Ne diyelim Allah insana “gençliğini” yaşamayı nasip etsin.
Yazımı davanın ve idealin ne olduğunu nokta atışı ile belirtmesi hasebiyle Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun şu sözleriyle bitiriyoruz: “Herkes kendi zaviyesinden ayrı ayrı görüyor ki, biz bu işin ne fikir ve ne de fiil olarak şakasında değiliz... ‘Boşgörü’yü ‘hoşgörü’ adı altında pazarlayan ‘mamacı’ tipi değiliz... ‘Cek’ ve ‘cak’ gibi nisbet ekleriyle İslâm davasının ‘fikir’ ve ‘aksiyon’ cephesini daima uzak istikbâle ısmarlayan ve daima ‘çile’ ve ‘risk’ten kaçan ‘teyze adam’ tipinin tersine, idealizmin ne demek olduğunu kaskatı bir vakıa hâlinde meydan yerine dikeniz... Gözümüz, büyük İslâm inkılâbında... Başyücelik Devleti?..”
Baran Dergisi 478. Sayı