İbda Mimarı’nın Aydınlık Savaşçıları isimli destanında “nerde o dağ gibi insanlar nasıl doğdu bu fareler” mısralarını bilen bilir. Kemalizm sonrasında nesillerin nasıl yozlaşıp nerden nereye evrildiğini anlatır bu sözler. Fatih milletin Batı kuyrukçusu köle sürüsüne dönüştürülmesi operasyonunu ifade eder. Bundan kendi zamanımıza hisse çıkararak kısa bir muhasebeye girişirsek, 28 Şubat hadisesi de total mânâda Kemalizm’in yaptığı gibi bir operasyonla “İslamcı” kesimi dumûra uğratarak tabiri caizse dağdan fareye dönüştürdü.

Şimdi şöyle bir geriye dönelim, ta Gölge Dergisi’nin çıktığı 1975 yılına. Menemen Sendromuyla korku delisi olmuş Müslüman halk, ilk defa İslam adına kavgaya tutuşan silahlı bir hareketle tanıştı. Kısa zamanda aksi seda bulan bu ses Akıncı Güç’le devam etti. Nihayet 80 Darbesi olduğunda artık İslam davası için savaşmak fikri, Anadolu insanının yani bu fatih milletin zihnine ve kalbine yerleşmiş oldu. 80’li yıllar boyunca Gölge’yle açılan çığırın sürekli büyüdüğü görüldü. Kimi kafasız solcular ve kendini oryantalize etmeye alışmış aklı ve kalbi hasta “İslamcı” müsveddeleri bunu NATO tarafından tezgahlanan Komünizme karşı “İslamizasyon” çabasına bağlasalar da Kumandan’ın teşhisiyle “ufukta kopan fırtınanın karaya vurmasıydı” bu. Evet, çığ büyüyerek geliyordu, o kadar. Ayrıca Amerika’nın pragmatist davranarak bu büyümeyi Batı aleyhine olmaktan çıkarıp yozlaştırma ve manipüle etme çabası, bu davanın büyümesini gölgelemez. Bilakis bu büyümenin küfür nazarında sebep olduğu tedirginliği gösterir.

Gitgide büyüyen İslam davasının 90’lı yıllarda rejim açısından nasıl tehlikeli görüldüğüne gelelim. Artık Bosna ve Çeçenistan’a binlerce insanın savaşa gittiği, halkın önemli bir kesiminin açıkça şeriat talep ettiği ve kendi partisi olarak gördüğü Refah Partisi’ni iktidara doğru ittiği günlerdi. Belli bir süre daha geçtiğinde bu selin durdurulamaz olacağını kestiren Kemalist rejim karşı taarruza girişerek malum 28 Şubat hareketini başlattı. Bu taarruzla İmam Hatipler kapanma noktasına geldi. Pek çok insan, gelecek korkusuyla çocuğunu İmam Hatip’ten aldı. Başörtüsü yasağıyla Müslüman kadın dininden taviz vermeden eğitim göremez ve çalışamaz hale getirildi. Genç kızlar üniversite kapılarında polis tarafından joplanırken FETÖ mankurtları başlarını açarak düşmanla iş birliği etti. Halkın umut bağladığı Refah Partisi doğru dürüst mücadele etmeden kavgadan çekildi. Her sahada topyekûn yenilginin yaşandığı bu hengamede – tarih şahit – İbda Mimarı 99 yılında son adam ve de tek adam olarak bu taarruza karşı koydu. Nihayet 2018 yılında telegram suikastiyle şehid edilmesi, bitmeyen 28 Şubat’ın eseridir.

Peki “postmodern darbe” diye literatüre geçmiş olan bu saldırının amaç ve yöntemi neydi. Bunu gizli evraktan bulacak halimiz yok. Serüven ve neticeden yola çıkarak konuşalım. Öncekiler gibi kitlesel tutuklamalar olmadı. Mesela 12 Eylül bu halka fiziksel olarak korkunç acılar verirken, 28 Şubat İbda bağlıları haricinde çok az kimseye fiziksel olarak saldırdı. Sol “12 Eylül’de şu kadar binlerce insan işkence gördük, zindanlarda açlık grevi yaptık, öldürüldük” diye anlatırken “İslamcı” kesimde İbda Mimarı’nın şanlı Metris Savaşı ve takriben 19 yıl boyunca gördüğü işkence dışında bir hikâye olmadı. Evet zulüm vardı ama, “dünyan için dininden vazgeç” diyen, “yoksa öldürürüm” demeyen, ufuktaki dünyevi ikbali gösterip, tercihe mahkûm eden, örnek olarak da FETÖ mankurtlarının her yerde önünü açan rejim bu yöntemiyle önceki darbelerden daha yıkıcı oldu. Üniversite kapılarında joplanan kızlar, sahipsiz kalarak okulunu bırakıp evine döndü. Belli sayıda memur vazifeden atılıp serbest mesleğe döndü. Kapanan Refah Partisi yeni ismiyle siyasete döndü. Ne asılan ne kesilen, üniversite kapısında joplanan kızlar, zindanda kurşunlanan İbdacılar ve münferid hadiseler dışında herkes için hayat rutininde devam etti. Mücadele yerine araziye uyma, mücadele metodu (!) haline geldi. Herkes manzarasını ve dilini değiştirerek rejimin hedefi olmaktan kurtulmaya baktı, sanki rejim bunu anlamıyormuş gibi. Zaten amaç da buydu. Gitgide büyüyen, sivrileşen ve halk tarafından kucaklanan İslam davası, kısa zamanda bu davayı sahiplenmekten vazgeçmeyen bir avuç divanenin elinde kor gibi kalacak ve kitleler dünyalık dertlerine dönüp gidecekti.

Saldırının sıcak günlerinde araziye uyanlar, geçen yıllar boyunca ve Erdoğan’ın iktidarı döneminde hâlâ kamuflajları üstlerinde yollarına devam etti. Hâkim hale gelmiş olan FETÖ mantığı, bir gün bu kamuflaj kıyafetini çıkarmalarını umduğumuz insanları zaten korkmuş olmalarından da istifade ederek dünya işlerine daha çok angaje etti. Sonuçta “İslamcı” kesim bu iktidar döneminde bir tür burjuvaya dönüştü. Mevcut laik düzene ekonomik olarak entegre oldular. Bu entegrasyon tabii olarak başka sahalarda da entegrasyonu getirdi ve kısa zamanda vicdan ve zihniyet olarak laik düzenle mutabık hâle geldiler. Baba parasıyla yurt dışında okuyan kimi bayanlar bir yerlere gelip, başını açmadığı için üniversiteden atılanlara burun kıvırdı. Kimi bay ve bayanlar da akademisyen olup fildişi kule sandıkları odalarında kibir sattılar. Başörtüsü Allah’ın emri diyenler gitti, kişisel tercihim diyenler geldi. Elinde iktidar ve devlet aygıtı olduğu halde Allah’ın emrini dile getirmesi gerekenlerin dili dolanır oldu. Eskiden korkutulduğu için susan mazlumların yerini, düzenden memnun olduğu için susan üfürükten mağdurlar aldı. İşte 28 Şubat istediğini elde etmiş oldu ve ortaya devekuşu gibi garip tipler çıktı. Evrensel değerler adı altında Batının dünyaya yutturduğu ve sahteliği çoktan anlaşılmış demokrasiyi, eşitlikçiliği, feminizmi, ve dahi her türlü İslam dışılığı sahiplenerek laikliğe yapışmaya ramak kalmış halleriyle Tanzimat sadrazamlarına rahmet okutan bu tipleri nasıl adlandıralım? Postmodern Müslümanlar? Seküler sünepeler? Modernist deformeler? Abdurrahman Çavuş’un dediği gibi, dayılar, dürzüler, muhterem arkadaşlar?.. Karnı sırtı belli olmayan ve her tarafı yuvarlak görünen bu tipler, her milletin içinde yuvalanabilen sinsi Yahudi tıynetini hatırlatıyor. Bunların yanında dinin emirlerinden bahsetmek en galiz küfürden daha çok canlarını yakmaktadır. Çünkü artık faizin yasak olduğu bir dünyayı ancak masallarda olur kabul eden, modern dünya karşısında dînî bir nizamın kurulmasını imkânsız gören, varsa başında örtüsü onu da zamanında şiar olarak savunmuş bir geçmiş arkada durduğu için başından atamayan, aslında imanı delik deşik olmuş ama dünyalık çuvalında tek iplik yırtık görse canı giden bu insanlar acaba kendi durumlarının farkında mı?

Hz. Ömer, “inandığı gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanır” buyurmuş. “İslamcı” kesim yaşamayı istediği nizam yerine, içinde yaşayıp entegre olduğu nizama inanıyor olmasın? İşte bu en kötü şey olsa gerek. Geçmişte yoldan çıkan ümmetlerin ve kavimlerin akıbeti bellidir. Müslümanlar ne zaman dünya nimetlerine daldıysa başlarına büyük belalar gelmiştir. En kötü örnek Moğol İstilasıdır. Üstelik onlar sadece dünyaya dalmış iken, bugünküler sadece dünyaya dalmamış, “aman şeriat gelir” diye neredeyse laiklik çığlıkları atacak hâle gelmiştir.

Allah bütün müslümanları bu uyuz illetinden korusun. Amin!

Baran Dergisi 749.Sayı