Tabiatı icabı sürekli güncellemelere ihtiyaç duysa da realist yaklaşım, uluslararası ilişkiler sathındaki hâkimiyetini hâlen korumaktadır. “Kuvvet prensibi”ni merkeze alan ve insanı “menfaatlerini düşünen hayvan/homo ekonomikus” addeden bu yaklaşıma göre uluslararası sistemin temel aktörleri olan devletler “çıkar-fayda” merkezli politikalar üretirler. Bugün dünya siyasetini tahlil edebilmenin yolu da buradan geçer.
Devletlerin uluslararası arenada çıkarlarını koruyabilmek adına kurdukları bir takım güç dengeleri vardır. Bu güç dengeleri, kimi zaman anarşik bir görünüm arzeden dünya siyasetinde devletlerin fevrî tavırları önüne konmuş “fren mekanizmaları” vazifesini görürler ve bu anarşik ortamı stabil/durağan hâle çevirme yönünde baskı yaparlar.
Devletlerin en büyük problemi ise varlık hakkı-meşruiyet problemidir. Devletler meşrûiyet problemini, askerî açıdan güçlenerek çözmeye çalışırlar. Son iki asrın uluslararası sistem anlayışında, elinin altında büyük bir askerî güç bulundurmak, hak sahibi olmanın tek yolu olarak görülmektedir. Her devletin kendisine has bir tehdit algısı vardır ve bu tehdit algısı çerçevesinde bir düşman belirler, o düşman üzerinden varoluşunu-meşruiyetini sağlar.
Bugün anarşi yüklü uluslararası sistemde, geçmişte oluşturulan güç dengelerinin bu gün yeniden bir güncelleme sürecine girdiğini görüyoruz. Yeni düşman tarifleri yapılıyor, yeni ittifaklar oluşturuluyor, alttan alta uzun süredir yürütülen gizli ortaklıklar resmî bir hüviyet kazanmaya başlıyor.
Bütün bunları anlatmamıza vesile olan hadise ise şu: P5+1 görünümlü ABD Hükümeti ile İran Hükümeti arasında İran’ın nükleer programı hususunda varılan mutabakat ve bu mutabakatın önü ve arkasında ne olduğu sorusu.
Ortadoğu’nun mevcut durumuna göz atacak olursak gördüğümüz manzara şu: Batı açısından tehlike dolu bir geleceği vaad eden, Batı ile sürekli sürtüşür hale gelmiş bir Türkiye. Paramparça olmuş ve kimin eli kimin cebinde olduğu bilinmeyen bir Suriye. Yok olma ihtimalini tarihinde hiç bir zaman bugünkü kadar hissetmemiş bir Ürdün. İçten içe kaynayan, ne zaman patlayacağı belli olmayan bir “sönmüş volkan” görünümündeki bir Suud. Saddam sonrası parçalara ayrılan ve 1000 yıldır idareci konumundaki Müslüman Arapların “paryalaştırılmaya” çalışıldığı bir Irak. Hükmü olmayan, İngiliz ve ABD uşağı ve Batı’nın finans damarlarına sürekli “Petro-dolar” pompalayan Körfez’deki kukla devletçikler. İsrail’in ve petrol yollarının güvenliği için her daim sıkı kontrol altında tutulması gereken bir Mısır. Kaddafî’yi katledip emperyalist “erketeliği” yapmanın bedelini parçalanıp iç savaşa sürüklenerek ödeyen bir Libya. Dünyadaki petrol sevkiyatının (Mısır ile beraber) en önemli güzergâhını elinde bulunduran ve Hint Okyanusu’ndaki en büyük Amerikan üslerinden birine (Sokotra Adası) ev sahipliği yapan, mezheb çatışmaları yüzünden parçalanmanın eşiğine gelmiş bir Yemen. Sözde Batı karşıtı, ama alttan alta tarihinde hiç olmadığı kadar Batı yanlısı politika izleyen bir İran. Aslında bir devlet bile olamayan Lübnan. Artık geri kalanları saymıyoruz. Tablo vahim…
Soğuk Savaş sürecinde nisbeten stabil bir görünüm arz eden bu coğrafyaya ne oldu?
Olan şu: Bir asır evvel İngilizlerin kendi emperyal çıkarları için parçalayıp yeni bir çerçeve içine oturtmaya çalıştığı Osmanlı hakimiyet sahası, bu yeni “dizayn”ı gayriihtiyarî reddediyor. Fakat Osmanlı’nın yok oluşunun getirdiği boşluğu dolduracak kalibrede, “kurtarıcı fikri” ve ona bağlı siyaseti üretecek bir devlet de maalesef ufukta gözükmüyor. ABD ve İngiltere de, başta İsrail’in güvenliği için, yaşanan bu bunalımı daha da derinleştirip, zaman kazanmaya çalışıyorlar. 
Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda tekraren söylemekte fayda var ki, Müslüman halklar için bir cazibe merkezi hüviyeti kazanma ihtimali en yüksek ülke olduğundan, Batı için tehlike arz eden tek devlet Türkiye’dir. Ortadoğu devletlerinin kendi içlerindeki çekişmelerin mevcut idarî yapılarını dikkate aldığımızda, Batı’nın denetimi dışına çıkamayacağını söylemeliyiz.
İran’a dönecek olursak, 79 devriminin şayianın ötesinde ne tür ilişkiler çerçevesinde gerçekleştirildiğini, ABD ve İsrail’in bu devrimdeki aktif rolünü bir düşünelim. Başta da dediğimiz gibi devletler varoluş problemini aşmak adına kendisine düşman üretmektedirler ve İsrail bu düşmanı İran olarak belirlemiştir. Bu çerçevede İran devriminin gerçekleştirilebilmesi adına da aktif rol almıştır. Her ne kadar ABD devrimden zararlı çıkmış gibi gözükse ve Humeyni yönetimi Şah rejiminin ABD ile yaptığı bir takım anlaşmaları feshetse de, devrim sonrasında ABD bu zararını fazlasıyla kapatmış ve üstüne İran ile devrim öncesinde şeffaf görünümdeki dostluğunu perde arkasına çekmeyi bilmiştir. Nitekim bu ittifakı gözler önüne serecek birçok hâdise yaşanmıştır. Bu hadiselerin en başında literatüre “İrangate Skandalı” olarak geçen, Amerikan silahlarının İsrail üzerinden İran’a satıldığının belgelerle ortaya konulması gelir. Bu ilişkiler yumağının ortaya çıkması neticesinde Reagan liderliğindeki Amerikan yönetimi tarafından silah teslimatını yapan ABD’li subay fedâ edildi ve bu hâdise ile alakalı arşiv kayıtları yok edilerek ilişkiler gizli tutulmaya çalışıldı. Benzeri birçok durumda gerek İran, gerek ABD, gerek İsrail cephesinden şahıslar bu gizli ilişkiler ağının fâş olmaması için her daim dikkat etmişlerdir.
Hepimizin hafızasında Batı ile İran arasındaki sözlü sataşmalar ve restleşmeler tazeliğini korumakta. Birbirlerine tehditler savurdukları günler devletlerarası ilişkilerin zaman mefhumuna nisbetle “dün” kelimesi ile karşılık bulabilir. Daha dün birbirlerini yok etmekle tehdit eden bu devletler ne oldu da bugün aynı masaya oturdular? Nükleer programından asla vazgeçmeyeceğini söyleyen İran; nükleer programın gerçekleştirilmesine müsaade etmeyeceği yönünde tehditler savuran ABD değil miydi? Her ne kadar siyasette söz önemli olsa da, bir müddet sonra insan “âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” diyor. İran’ın her zaman Müslümanlara düşman ve Batılılara yakın olduğunu, Batı’ya karşı içi boş tehditler savurmasından biliyoruz. Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye, Sudan, Libya gibi son 10-15 yılın sıkıntılı coğrafyalarında ABD, yanında müttefik olarak hep İran’ı buldu.
Bu müzakereler bize, ABD, İsrail ve İran arasında mevcut “sıcak” ilişkilerin ABD ve İran’ın arzusu ile gün yüzüne çıkarıldığını gösteriyor. Bu kararın arka planında bir takım siyasî ihtarlar var. Bu ihtarların muhatapları ise doğrudan Rusya ve Türkiye’dir. Doğu bloğunun hâkim gücü Rusya; Suriye, Ukrayna, Kırgızistan ve benzeri bölgelerde ABD ile bir istihbarat savaşı içerisinde… İran ile yakın ilişkileri olan Rusya’ya “sen ne kadar yakın olursan ol İran’ın politikaları bizim çıkarımıza daha çok hizmet eder” mesajı verilip uluslararası sahada daha da yalnızlaşması sağlanırken, Batı’dan uzaklaşmak istikametinde yol alan Türkiye’ye de “Ortadoğu politikalarımız hususunda vazgeçilmez değilsin” deniliyor. Birbirleriyle ilişkilerini sıklaştıran Rusya ve Türkiye’nin bu durum karşısında daha da yakınlaşmasını beklemeliyiz.
Bu ilişkiler ağının faş edilmesine avazı çıktığı kadar bağırarak karşı duran İsrail’in kaygısı ise, İran düşmanlığı üzerinden Batı kamuoyu nazarında kazandığı “sorgulanamaz ülke” statüsünü kaybetme ihtimalidir. Yoksa İsrail’in hem İran sopasıyla Suud ve Körfez emirliklerine hem de el altından İran’a silah satışı gerçekleştirdiğini bilmeyen kalmadı.
Kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen Batılı “homongolos” devletlerin mi, yoksa fazilete göre yaşamayı şiar edinmiş gerçek İslâm devletinin mi dünya üzerinde sözünün geçeceğini yakın bir zamanda göreceğiz; bunun icablarını yerine getirmek kaydıyla… 
Baran Dergisi 430. Sayı