İBDA Mimarı, “Ölüm Odası B Yedi -Giriş-” isimli eserine, “Üç Işık” mânâsı çerçevesinde, “muhabbet kuşu” ve “kafes” metaforu üzerine bina ettiği “Takdim”inden hemen sonra, Üstad’ı Necip Fazıl ile Üstad’ının Efendisi Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri arasındaki rabıtanın derinliğini göstermek istercesine, “Yevmiye: Koltukta Oturanın Tasarrufu” başlığı ile başlar. Ardından, Üstad’ının, düşünce faaliyetini üzerinde oturarak gerçekleştirmeyi düşündüğü veya hâyâlini kurduğu koltuğa bir işaret olarak, -ki bu işaret aynı zamanda hem Efendi Hazretleri ve hem de İBDA Mimarı’na bakan yönüyle “berzah” keyfiyetini de haizdir-, “Kırmızı Koltuk” ve onun da hemen ardından, bizzat kendi hakikatine bir işaret olarak, “ademe mahkûm edilmek” mânâsını mündemiç, meselâ kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’ın kıssasını da hatırlatan olarak, “her ilim dipsiz bir kuyu” çerçevesinde, “bomboş devir”den mülhem “boşluğu doldurmak” adına “deliğe düşmek veya düşürülmek, atlamak veya atılmak” (“yılanlı kuyu” mânâsını mündemiç Telegram eksenli nefs terbiyesine taalluk eden Seyr-i Sülûk!) mânâsına kendisini fani kıldığı, görünmez kıldığı “Abdülhakîm Koltuğu” ile devam eder. Evet; bu mânâdan olarak, İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden hakikate işaret ediyor olması bakımından denilebilir ki, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “Abdülhakîm Koltuğu”na sûret teşkil eden bir mânâdadır. Buradaki sûret, “sûret mânânın aynıdır” mânâsını veren bir noktadadır. Yani “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “Abdülhakîm Koltuğu”nun ta kendisidir.  

Bir önceki yazımızda, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” bütün mânâsını, değerini ve izahını “üst dil-üst mânâ” çerçevesinde mecaz veya metafor, diğer bir ifadeyle “hakikate köprü” mânâsına “Abdülhakîm Koltuğu” sembolünde bulur tesbitini yapmıştık. Ardından da şu şekilde bir değerlendirmemiz olmuştu: “Abdülhakîm Koltuğu”, “Kaptan Kusto Müslüman” ve “Derviş Muhammed” sembollerini de mündemiç olarak, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “üst dil-üst mânâ” dilinin toplayıcı veya bütünleştiricisi keyfiyetini haiz bir sembol kavram olmakla birlikte, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan günümüze tüm insan ve toplum meselelerinin halli noktasında, tüm insanî verim şubeleri de dahil, tüm ezoterik kültürlerin inisiyasyon veya tradisyonlarında saklı “sembol dil” veya “mânâ dilleri”nin de toplayıcı veya bütünleştiricisi olarak, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda topyekûn insanlığın ortak dili veya mana dillerinin sembol kavramı olarak da okunabilir. Burada “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” hakikatinin bizzat doğrulayıcısı olarak, bütün dillerin, dolayısıyla da bütün kültürlerin tek dil veya tek kültürden neş’et ettiğini gösteren ibda edici bir tavır ve eda söz konusudur. Bu sembol dili, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda topyekûn varlığın “seyr-i sülûk”üne de işaret ediyor, denilebilir. Sözkonusu “seyr-i sülûk”ün genelde İslâm Tasavvufu, özelde ise Nakşibendiyye Tarikatının Halidiyye (İmam-ı Rabbanî Hazretleri ve Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri hattı üzerinden Efendi Hazretlerine ve oradan da Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a bitişik bir noktaya kadar taşınan kol veya dal) üzerine bina edildiğini söylemeye gerek yok, çünkü daha evvel ki yazılarımızda bu tür mevzulara çok değindik. İBDA Mimarı, “Nakşi sırrıdır kavgam!” mottosunu kullanırken, aslında “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine de yataklık ettiğine işaret ediyordu. 

Evet; İBDA Mimarı, “Ölüm Odası”nda, “Yevmiye: Koltukta Oturanın Tasarrufu” başlığı altında, Üstad’ının Mürşidi, (Mürşidinin Mürşidi!), Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile Üstad’ı Necip Fazıl arasında cereyan eden bir tecrübeyi başa alarak eserine başlıyor. Diğer bir ifadeyle de, Tasavvufun ferdî tecrübeye taalluk eden ve “zevken idrak”a mevzu bir ameliye veya disiplin olduğunu hatırlatırcasına, söz konusu tecrübede Üstad’ının kalben tasarrufu dileyişine bir cevap olarak, Efendi Hazretleri’nin “tasarruf şiddeti”ni mevzu ediyor. Bu “tasarruf şiddeti” her daim oturulan bir “Koltuk”ta gerçekleştiriliyor.(1) Buradaki “Koltuk”un, “sûret mânânın aynıdır” çerçevesinde okunması gerektiğini ne kadar çok tekrar etsek yine de azdır. Çünkü bu tesbit, bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşadığımızı gösteren bir meşale keyfiyetini haizdir. Yeri gelmişken şunu da söylemekte fayda var: Bilindiği üzere Üstad Necip Fazıl, Marmara Denizi’nde seyreden bir geminin (“Kurtuluş gemisi” mânâsına İBDA!) içindeyken karşısına çıkan meçhül bir zât, -ki bu zâtın Hızır Aleyhisselâm olma ihtimalini de hesaba katmak gerekiyor-, Efendi Hazretleri’ne uğraması gerektiğini söylüyor ve sonra da gözden kayboluyor.(2) Yine bilindiği üzere Marmara Denizi, Avrupa ve Asya, diğer bir ifadeyle de Doğu ve Batı’yı birleştiren olarak, Rahman Sûresi’nin 19. Ve 20. Âyetlerini de hatırlatan olmakla birlikte, “iki yılan” mânâsını veren marmar’ın, bir asanın etrafında dolanan iki yılan, yani tıp sembolü olarak da bilinen kadüseyi hatırlatması bir yana, Sokrates tarafından Eflatûn’a miras olarak bırakılan ve tıp tanrısı ve kadüse sembolünün de sahibi Asklepios’a adanan “horoz borcu”na da işarettir. Ayrıca, “iki deniz” mânâsını veren mermer’in rüyâda gelen mânâ olarak, “Abdülhakîm Koltuğu”nun “Bursa” ve “Eskişehir” yazan mermerlerini hatırlatması da cabası. Bütün bunlardan sonra, şöyle bir soru ile mevzuyu daha da zenginleştirmek isterim: “Koltuk”ta oturan Efendi Hazretleri neyi temsil ediyor? Bu soruya bir istifham olarak da bakmak mümkündür. Meselâ, her şeyden evvel neyden kasıd, ondan çıkan sesdir. Neyden çıkan ses ise kamışa üflenen nefesdir. Üfleyen kim, kamıştan çıkan ses ne ve neyden çıkan sese kamış olan kim?  Üstad Necip Fazıl’ın 1983 yılında yazdığı “Kamış” isimli beyti veya şiiri: “Ben gurbet rüzgârının üflediği kamışım… / Bir su başında mahzun, yapayalnız kalmışım.” Mevzuyu daha da dallandırmadan yukarıdaki sorunun cevabını hakkıyla anlayabilmek için, İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndaki şu terkibi hükümlere bakmak gerekiyor:

“Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566.
“Süruş: Cebrail. (Ruh. İNSAN) Melek: 566.

“Kürsî: Taht. Koltuk. Kaide. Merkez. Vazife. Saltanat, kudret ve mülk. Başkent. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. Mânevî makam. ARŞ’ın altında bir sema tabakası: 290.
“Fâtır: Benzeri olamayan bir şeyi yaratan. (Allah). Mübdî: 290.

“Kisra: Hükümdar: 290.”(3)

Yukarıdaki terkibi hükümlerden de anlaşılan o dur ki, İBDA Mimarı, Efendi Hazretleri’nin oturduğu koltuğun ta kendisidir. “Koltukta oturan” Efendi Hazretleri, hakîm vasfıyla hükümdar olandır. Diğer bir ifadeyle de hükümdarlık makamına tasarruf edendir. İBDA Mimarı’nın, rüyada gelen mânâ olarak, “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır” cümlesi, “mânâ kendisine uygun sûrette tecelli eder” terkibi hükmü üzerinden söylersek, “sûret mânânın aynıdır” noktasında kendisini gösteren “Fenafişşeyh-Şeyhte fani olmak”(4) mertebesine de işaret eder.

İBDA Mimarı, “Yevmiye: Koltukta Oturanın Tasarrufu” başlığının hemen ardından “Kırmızı Koltuk” başlığına yer verir ki bu, doğrudan doğruya Üstad Necip Fazıl’ın hayâlinin gerçekliği ile de ilgilidir.(5) “Kırmızı Koltuk”?.. “Kırmızı Koltuk” ile “Abdülhakîm Koltuğu” arasında nasıl bir ilişki vardır? Kanaatim o dur ki, “Kırmızı Koltuk”, “Abdülhakîm Koltuğu”nun rengine dair bir işarettir. “Koltuk”un İBDA Mimarı’na işaret ettiği düşünüldüğünde, “Koltuk”un kırmızıya boyanmasına vesile olan kişinin Üstad Necip Fazıl olduğu çok açık ve seçik olarak ortaya çıkar. Kırmızı renk?

“Kırmız Koltuk”un kırmızı rengine dair söyleyeceklerimize geçmeden evvel, yine İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndaki şu terkibi hükümlerine idrakimizce yaklaşmaya çalışalım:

“Koltuk: 642.
“Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konmuş. Tayin edilmiş: 642.
“Musakkab: Delinmiş, oyulmuş: 642.
“Musakkib: Delen, delici, terkib eden: 642.”(6)

Yukarıdaki terkibi hükümlerden de anlaşılan o dur ki, “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki “delik”(7), Üstad Necip Fazıl’ın istikbali şekillendirmekteki esaslı bir marifetidir. Diğer bir ifadeyle de büyük nasibi! En büyük nasibinin “Mütefekkir yetiştiren mütefekkir” olduğunun şuuruyla, şu mânâda: “Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes! / Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!..” Üstad Necip Fazıl’ın “sur”da, yani İBDA Mimarı’nın şahsında veya istidadında açtığı “gedik” veya “delik”, “tecrid terleri döktürmek” mânâsına İBDA Mimarı’nın sürgününe taalluk eden bir mânâda okunabileceği gibi, “Telegram” eksenli düşünüldüğünde, “yılanlı kuyu”da kendisini kendisine bulduran, dolayısıyla da “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki “delik”i dolduran, yani topyekûn insanoğlunun boşlukta kaybolmasının önüne geçen bir mânâda da okunabilir.    

İBDA Mimarı’nın sıkça kullandığı terkibi hükümlerden biri de rüyâda gelen bir mânâ olarak, “kırmızı, red kökündendir” mecazıdır. Ölüm Odası’ndan: “Levha: Temmuz 1983… Bir, iki, üç… Yedi, sekiz… Çizgiyle yapılmış resimleri sayıyorum… Birden yanımda Avukat Harun… “Resim, redd kökündendir!” diyor… Bende hemen aklıma gelen şeyi söylüyorum: “Red, İngilizce’de kırmızı demektir!”… Ve İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Marifetnâme” isimli eserindeki rüyâ tâbirleri faslından “Re” harfini işaretliyorum… Ne olduğunu değil, sadece iyi olduğunu… Bir Not: “Samiri’nin Boğası” meselesinde, Musa Aleyhisselâm’ın yerine bıraktığı ağabeyi Harun Aleyhisselâm’a kızması ve ona “Ey annemin oğlu!” diye hitabı. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, bunun sebebini, Musa Aleyhisselâm’ın onu annesine nisbetle –rahmetle– nitelendirmesi ve o işde O’nun suçunun olmadığını bilmesindendi… Yevmiye: “Abdülhamîd’in en büyük suçu neydi, biliyor musun?”… —Merhamet… —“Hükmün tamam! Tuttular ona, Kızıl Sultan dediler!”… Veli sözü: “Kılıç çekilecek yerde ihsan etmek, ihsan edilecek yerde kılıç çekmek hatadır!”… Sabır için de aynı şey… Marifetnâme’de Re harfi: Talihi yaver olmak… Redd: İnsan, Allah’ın kendi marifetine ulaşması için yarattığı Halife, bir uzağa atılmış –Müzil– olandır: Kâinat, topyekün varlıklarıyla onun için ve onda toplu… Zel harfi, Allah’ın “Müzill-Zelil kılan” ismi, Hayvanlar mertebesi ve Kamer menzillerinden Sa’du’l Suud’a işaret eder; Derece almak. Mübarek. Mübarek yıldızlar… Hayvan: Beden… Yasin Sûresi, 72. âyet meâli: “Ve onlara bunları –hayvanları– musahhar kıldık”… Musahhar: Teshir edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. İstenilen hâle konulmuş. Birine bağlanmış… Beden, ruhun bineği: İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, “Ruh gülerken, nefs ağlar; nefs ağlarken, ruh güler!” buyuruyor… Ruh, bedenle sabitleniyor ve onu tasarrufuna almak üzere; bütün ibadetler, bedenle… İngilizce, Red: Kırmızı. “Merih yıldızını sembolize eder; ve ism-i celâl olan, Allah isminin nuruna işaret eder!(8)

Not: Yukarıdaki paragraf baştan aşağı metafor / mecaz yüklüdür. Bu çok açık. Her bir sembol üzerinde müstakil olarak durmak gerekiyor. Ama bunun yeri burası değil. Burada not düşmek istememizin sebebi, Cennet Mekân 2. Abdülhamid Han Hazretleri hakkında kullanılan ve bir Yahudi yakıştırması olarak tarihe mal olan “Kızıl Sultan” tabiri ile yine bir Yahudi oyunu üzerinden İBDA Mimarı’nın “Terörist” ilan edilmesi arasındaki benzerliktir. Kızıl, dolayısıyla da kırmızının red kökünden olması ile, rejim güçleri tarafından İBDA Mimarı’nın terörist ilan edilmesi mânâsına reddedilmesi arasındaki benzerlik, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” sözü üzerinden “İBDA Mimarı’nı anlamak her şeyi anlamak olacaktır” sözüne ulaşılır ki bu, gerek beka sorunu ve gerekse istikbalimizi şekillendirmekte neye dikkat etmemiz gerektiğini göstermesi bakımından çok mühimdir. Evet; yakın zamanda, Tarihçi İbrahim Tatlı tarafından kaleme alınan ve Baran Dergisi’nde yayımlanan “Tarih Tekerrür Eder Mi? II. Mahmud ve Tayyib Erdoğan” isimli yazıdaki mevzular dikkate alındığında, istiklalimiz ve de istikbalimizin tehlikede olduğu çok açıktır. Naçizane bizim de yukarıda dikkat çektiğimiz mevzular “devlet aklı” tarafından, -böyle bir akıl var mı, yok mu onu da tam olarak bilmiyoruz ya, ayrı mesele!-, tez elden dikkate alınmalıdır. Gerek Sultan II. Mahmud zamanında kendisini dayatan şartlar ve gerekse Cennet Mekân 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin “Kızıl Sultan” olarak ilan edilmesini şanlı tarihimize musallat ettiren şartlar göz önüne alındığında, dünden bugüne İBDA Mimarı’nın değil terörist ilan edilmesi, baş tacı edilmesini gerekiyordu. Ama gel gör ki, İBDA Mimarı kendi yaşadığı zaman diliminde değil anlaşılmak, bilerek ve isteyerek ademe mahkum edildi. Hadi diyelim ki dün anlaşılmadı veya anlaşılamadı, istiklalimiz ve de istikbalimiz adına bari bugün anlaşılsın veya en azından anlaşılmaya çalışılsın. Bu ümmet veya milletin bu illete yüzyıllık katlanış çilesi artık son bulsun. Bu yol bu uğurda çekilen çilelerin nusretine şahidlik edilsin. Aksi takdirde, Deccal Komitesi’nin Satanist-Paganist tetikçilerinin elinde Asya bozkırlarına sürülmek şöyle dursun, bizzat Anadolu topraklarında Lût kavminin lanetli uygulamalarının mezesi hâline getirilecektir. Bu duruma hiçbir Müslüman rıza gösteremez ve de göstermemelidir. Muktedir olamadığı yerde, gerekirse kendisiyle birlikte bütün bir dünyayı ateşe vermelidir. Lanetli Yahudi, kendisinden olmayanları Yahudi yapamayacağını bildiği içindir ki, kendisini lanetli kılan Allah’tan intikam almak istercesine, topyekün insanlığı lûtîleştirerek lanetli kılmanın hesabını yapmaktadır. Laneti Yahudi, melekler arasında şeytana biçilen görevi adeta topyekûn insanlık arasında icra etmektedir. Bekledikleri Mesih’in Müslümanların nazarında Deccal olmasını buradan anlayınız. Nitekim onların Deccal dedikleri de, topyekûn insanlığa ahir zamanda geleceği müjdelenen Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’dır. Kim ki Cennet Mekân 2. Abdülhamid Han Hazretleri’ne “Kızıl Sultan” demiştir ve yine kim ki İBDA Mimarı’nı “Terörist” ilan etmiştir, bilinsin ki Deccal Komitesinin ekmeğine yağ sürmüştür ve elbette tuzağına düşmüştür. Bunu şunun için söylüyorum, dün Sultan Abdülhamid Hazretleri’ne “Kızıl Sultan” diyenlerin lanetli kimseler olduğu kanaati tarih kitablarında lâyıkı veçhile yer almadıysa da taşlaşmamış vicdanlarda aksülamel buldu. Peki bugün, İBDA Mimarı’nın üzerine atılı “Terörist” yaftasının halihazırda mahkeme koridorlarında “demoklesin kılıcı” gibi Müslümanların boynunda sallandırılmasını hangi taşlaşmamış vicdanlara havale edeceğiz. Devlet aklı, ilkin İBDA Mimarı’nın beraat kararının onanmasını sağlamalı ve ardından ilk iş olarak, tüm ibdacı faaliyetlerin legal platformda yer almasının önünü açmalıdır. Büyük Doğu-İBDA külliyatının aydın tabaka tarafından enine boyuna kritik edilmesini sağlamalıdır. 

Hiç hesapta yokken yukarıda mevzulara da değinmiş olduk. İyi de oldu. Madem ki “Her şey çok güzel olacak!”, bize de düşen, “Her şey çok çok daha güzel olacak!” mottosuna yol bulmak veya buldurmak olmalıdır. Sözün hâl ve makamdan söylenmesi asıldır. Söylenen sözün sahibi isen ne ala, aksi takdirde, sözün muhtevası sahibini yakar mı yakar. Meselâ beddua, beddua edileni arayıp bulamazsa, döner dolaşır ve beddua edeni bulur. “Kendim ettim kendim buldum” durumları hasıl olur. Demem o ki, aksi söylenmesi mümkün olmayan bir sözün sahibi olmak, sözün sahibini hiç mi hiç yüceltmez. Meselâ “Her şeyde bir hayır vardır” sözünü söyleyen kişi, kendine dair ve de kendini ilgilendiren herhangi bir şey söylemiş olmuyor. Asıl olan şudur ki, evet, her işte bir hayır var, çünkü her şey Allah’tandır ve Allah her şeyi hikmetle donatmıştır. Bundan dolayıdır ki, “Şerde de bir hayır vardır” denilmiştir. Öyleyse; bütün mesele, “Olan karşısında senin tavrın nedir ve hayra dair sen ne görüyorsun?” sorusuna makul bir cevap verebilmektir. Bu çerçeveden bakıldığında, ezelî ve ebedî âlemde sahibli olan İstanbul’a talib “bebeto”nun ne neye talib olduğuna ve ne de talib olduğu şeyin mahiyetine dair herhangi bir fikri olmadığı çok açıktır. Altında ezilmesi ise mukadderdir. Demedi demeyin: Sözün sahibinin hilafına da olsa, olacak olan olacak ve her ne olacaksa, her şey çok güzel olacak!   

“Kırmız Koltuk”un “kırmızı” olmasının hikmeti üzerindeyiz ve mevzuumuza kaldığımız yerden devam edelim. Kırmızı, “Allah’ın isminin nuruna işaret eder”... “Kırmızı Koltuk” başlığından da anlıyoruz ki, Üstad Necip Fazıl’ın üzerinde oturarak düşünme hayâli kurduğu “Koltuk”un renginin kırmızı olmasının bir hikmeti de, “Beklenen Kahraman”ın Büyük Doğu teknesinde yoğrulacağının müjdesine vakıf olmasıdır. “Beklenen Kahraman”ın Allah Resûlü’nün gölgesi mahiyetinde zuhur edeceği düşünüldüğünde, mevzu daha da derin bir anlam kazanmaktadır. Allah Resûlü, meâlen, “Ben Allah’ı daima kırmızı bir hülle içinde gördüm” buyuruyorlar. Bilindiği üzere, İBDA Mimarı’nda tecelli eden mânânın hakikati “İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesinde saklıdır. “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ise, Allah’ın bir vaadi olarak, bizzat Allah tarafından gerçekleştirilecek bir müjdedir. Bu müjdeye yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, toplayıcı sembol olarak kendisine “Abdülhakîm Koltuğu”nu uygun görmüştür. Takib edelim:

“ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU-BERZAH” başlıklı bölümden: “ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU, mürid olarak kabul edilmiş olmam ilgisi içinde, yaptırmam gereken bir KOLTUK, rüyâda böyle bildirildi. RÜYÂ: HAYÂL… Benim ne olduğum, beklenen olarak bellidir: FİKİR Kahramanı… Rüyâda sözü geçen SÛRET de, hecelenmesi gereken bir keyfiyet-keyfiyetle doldurulması gereken… Şu bellidir: Seyyid Abdülhakîm Arvasî, Üstadım ve ben… Bu çerçevede, bâtın ve zâhire doğru bir tecrid…”(9)
 
Dipnotlar
1-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi -Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2012, sh.11.
2-“Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum,Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” beyti ile anlattığı hadisenin kabaca özeti: 1934 yılında, oturduğu Beylerbeyi’ne giden vapurda, Abdulhakim Arvâsî’nin müridlerinden birisiyle karşılaşır. O zat Necip Fazıl’a Efendi Hazretleri’nin Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz verdiğini duyurur. Şu öğüdü vermekten de geri kalmaz; “Dinleyecekleriniz halk için, nas için söylenen sözler… Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!” Yanında ressam arkadaşı Abidin Dino ile birkaç cuma sonra Beyoğlu Ağa Camiine giderler ve Efendi Hazretleri’ni dinlerler. Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek isterler. Efendi hazretleri bir müddet onlara baktıktan sonra şöyle diyorlar; “Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz. Ne zaman isterseniz buyurun” Artık Necip Fazıl, efendi hazretlerine gidiş gelişlerini sıklaştırır. Efendi hazretleri, Necip Fazıl’a sorar: “Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu?” Bahriye Mektebi’nde okuduklarını söyler. Efendi hazretlerinin cevabı: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?” Necip Fazıl’ın dünyası alt-üst olmuştur.
3-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi -Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2012, sh.12.
4-Fenâfişşeyh, tasavvuf ehline göre, bütün mâneviyâtını şeyhin mânevî şahsiyetinden ve feyzinden almak demek olan bir tabirdir. Yani buna Râbıta çeşitlerinin en makbulü olan ve “ulvi veya kudsî râbıta” olarak tanımlanan üç tür râbıtadan biri. Diğerleri; Fenâfilresûl ve Fenâfillah!
5-“Ölüm Odası”nda “Kırmızı Koltuk” başlığı altında yazılanlar: “Üstadm’ı, arkası yüksek, yeni kaplanmış bir kadife koltukta, keyifle kurulmuş ve bana daima düşünme memnuniyetini, dünyada kıymete değer en büyük şeyin bu olduğunu ihtar eden bir sahne olarak daima hatırlarım; gerçek kıymetinin onun yanında olduğunu bilerek ve yaşayarak… Babiâli isimli eserinde geçen şu ifadeler, lâfız hâlinde edebî bir anlatım değil, onun ta kendisidir: -“Dış dekor kaygısı bende o kadar köklü ve derindir ki, tek kuruşum olmasa ve imzaladığım maddî ve manevî senetler yüzbini aşsa, derdimin çaresini ipekli bir halı veya şahane bir koltuk üzerinde düşünmek isterim. Çareyi ancak böyle bulacağımı sanırım. İlle de dış dekor, ille de konfor…” (Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi “Giriş”, İBDA Yayınları, İstanbul, 2012, sh. 12)
6-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi “Giriş”, İBDA Yayınları, İstanbul, 2012, sh. 12.
7-“SEMM-Delik. Derinlik. “Abdülhakîm Koltuğu’nun ortasındaki yuvarlak delik hatırda”: 100: KELM-Söz. Kelime. “Küllî ruh’un isimlerinden biri, Kelme-i Ehem: Öne alınmış kelime”… DAİN-Doğruluk. Maden. Mutlak tâbi: 851: RUHAMÎ-Mermer. Mermerden yapılmış. “Abdülhakîm Koltuğu” hatırda…” (http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-konusan-kedi-h4454.html)
8-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-daima-o-ve-ben-362-h2914.html
9-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası – B Yedi – “Tarih”, İbda Yayınları, İstanbul 2013, s. 172


Baran Dergisi 651. Sayı