Tiyatro da diğer sanat sahaları gibi yelpazesi geniş, alâka cezbedici bir alan. Bu hususta tetkik ettiğim yazılar arasında “absürt tiyatro” başlığına rastladım. Daha ismini görür görmez hoşuma gitti. Bahsetmek gerekirse, klasik tiyatroyu reddeden, konuya göre dekoru önemsemeyen, perde düzenine mutabık olmayan, adı üzerinde “absürt” bir terkip. Bu akımın benim bildiğim iki öncüsü var; birincisi İrlandalı Samuel Beckett, ötekisi ise Romanyalı Eugene Ionesco. Bu iki şahsiyet tıpkı Pablo Picasso ve Georges Braque’nin Kubizm’de başı çektiği gibi, “absürt tiyatro”da öncü. Ionesco, sıradan hâdiselerin perde arkasındaki teferruatları absürt bir dille anlatabilme kabiliyetiyle işinde ehildi. Fyodor M. Dostoyevski ve Franz Kafka gibi isimlerden etkilenmiş, bu da onun edebî yönünü hayli geliştirmiş. Ionesco, 6 Temmuz 1973'te France Inter radyosunda Radioscopie programını sunan Jacques Chancel'in misafiri olmuş, “Ne sınırlı, ne de sınırsız bir evreni tahayyül etmemiz mümkün değil. Bunlar sadece kelimeler. Dolayısıyla düşünmeyi reddediyorum. Çünkü böyle bir ihtimalim yok. Her tür felsefe bana gülünç geliyor. Tahammül edemediğim asıl şey cehalet... Hiç tahammül edemediğim şey ise bilmişlerin daha da kompleks cehaletleri. Kendimizi sorgulamak yerine konuşuyoruz, konuşuyoruz ve konuşuyoruz...” ifadelerini kullanmıştır. Nihayetinde ise, “Konuşmak anlamsızdır, susmak daha da anlamsızdır!” diyor.
 

Bir başka tiyatro akımı ise: “Vodvil.” Burada da içtimaî sıkıntılar mizahî açıdan hicvedilerek sergileniyor. “Yedi Kocalı Hürmüz” vodvile örnek... Hatırlayanlar olacaktır, filmi de çekilmişti. İstanbul-Fatih’te yaşayan Hürmüz, her biri değişik mesleklerden olmak üzere yedi erkeği ağına düşürmüş, her gününü bir “kocacığına” ayırır ve sefahat peşinde koşar. Türlü entrikalar, aşüfteliklerle avını enseleyen Hürmüz, gülünç ve tuhaf gelişmeler karşısında kalır, her ihtimali hesaplamaya çalışsa bile "hayat tesadüflerle dolu"dur. Öyle ya, evdeki hesap çarşıya uymaz. 
 

Miladî 2020’ye gireli henüz iki ay bile olmamışken, şu son kırk günde yaşananları –şayet yaşanmasaydı- bir başkasına “böyle böyle olacak!” diye anlatsaydık, ihtimal ki “saçma sapan konuşma” yahut “abartma!” tepkisini alırdık. Çekirge istilaları, Korona virüsü, İran’ın komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesi, depremler, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması, ABD-İsrail’in “Yüzyılın Anlaşması”nı ilân etmesi ve sair şeyler... Ahir zamandayız ve hâdiseler çok hızlı cereyan ediyor, şartlar değişiyor. Konumuzla hiç alâkası yok gibi görünüyor ama belki de vardır bilemiyorum, Kemal Kılıçdaroğlu ise hâlâ aynı... 
 

Ve Donald Trump! Amerika Birleşik Devletleri’nin kırk beşinci başkanı... 14 Haziran 1946’da New York-Queens’te doğdu. Büyükbabası Almanya’dan ABD’ye göçmüş. Trump şimdiki gibi, eskiden de muzip bir sıpaydı, 1963 yılında dersleri kötü olduğu için liseyi bitiremeden askerî okula gönderildi. Birkaç sene sonra Pensilvanya’da işletmeye dair eğitim aldı. Emlakçı babasının –Fred Mesih Trump- yanında getir, götür işleri yapmaya başladı. Yirmi yedi yaşına geldiğinde 290 dairelik on sekiz katlı bir gökdelen dikti. 1975 yılında on milyon dolara Commodore isimli oteli satın aldı. Burayı bin 400 odalı lüks bir otele çevirirken maliyetin bir kısmını devletten aldı. Sonra on milyon dolara aldığı ve restorasyon yaptırdığı otelin yüzde ellisini Hyatt Oteller Zinciri’ne 100 milyon dolara sattı. Neredeyse doksan milyon kâr yaptı. Tüccar timsali bu adam, 1983’te “Trump Tower”u kurdurdu, şöhreti isminin öne geçti hatta “New York’u yenileyen adam!” oldu. Akabinde New Jersey’de “Tac Mahal” diye otel-gazino kurdu... Babası ondan manav olmasını istedi, o milyarder oldu... Yine de babasının istediği alanda muvaffak olamadı! Karılarından ayrıldığında bilmem kaç milyon dolar tazminat ödedi, bana mısın demedi! Bir “Trump Towers” da Mecidiyeköy’e dikti, açılışına dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan katıldı. Otellerinden birinde film çekeceklerdi, “Ancak bir sahnesinde beni gösterirseniz buna müsaade ederim!” dedi, aktör oldu! Gösteri ve “stand up”lara katıldı... Resmî olarak beş çocuğu var, Allah vereydi binlercesine bakabilecek kadar da parası var. O bir emlak zengini... O bir yazar, hatta üç tane kitabı var: “Büyük Düşün”, “Zirvede Kalmak”, “Başarıya Giden Yol”. Başkanlık seçimlerinde Hillary Clinton ile münazara yaparken yirmi yıl vergi vermediğini söyledi; başkan olmasının önüne geçemediler. “En yaşlı başkan” olarak Amerikan tarihine geçti, başkan unvanını aldıktan sonra ilk haftada on beş kararname imzaladı. Dünyanın altını üstüne getirdi. Hıristiyanların “mukaddes toprağı” Vatikan’a gitti. Apostolik Saray’da Papa’nın özel kütüphanesinde ekranların önüne geçti, evcil hayvanının başını okşarcasına Franciscus’un eline temas etti. 
 

Yedi olmasa da tam üç tane kadın eskitti... Hani bir şarkı vardı ya işte vodvili asıl o en iyi anlatır: “Allah’ım tek başına koyma kullarını. Yalnızlığa ancak sen dayanırsın. (...) Hey Allah’ım bana üç tane. Üç de yetmez beş tane. Beş de yetmez yedi tane. Ver ver ver ver. Ver Allah'ım ver!” Bu şarkıyı biri Trump’a dinletti mi, bilemem ama; adam bestekâr olaydı bunu yazması işten bile değildi. İşte bu adam, çöküşe geçmiş olsa da hâlâ dünyanın en güçlü devleti ABD’nin başkanı... Shakespeare’in dediği gibi, “bütün dünya bir sahnedir” ve bu sahnede absürtten, vodvile her çeşidin bir örneği mevcuttur.

Baran Dergisi 682. Sayı