Global kapitalist sermayeden darbe üstüne darbe yiyen Fransa ve Almanya ile beraber, bütün Avrupa’nın ipini çekmek, Alman Parlamentosuna nasib oldu. Fransa’ya yapılan operasyondan geçtiğimiz sayı bahsetmiştik hatırlarsanız. Almanya’nın en büyük sanayi kuruluşlarının başını çeken Volkswagen ve Mercedes’e yönelik olarak kesilen emisyon cezalarının ardından, Fransa’ya akan para musluklarının kısılması, manzaranın daha net bir şekilde görülmesine vesile oldu. Tam da böyle bir konjonktürde, Avrupa, sermaye baronları tarafından para ile terbiye edilmeye çalışılırken, Alman Parlamentosu tarafından alınan Ermeni Soykırımı kararı, kararlı olabilecek bir Türkiye’nin, AB’nin ayağının altındaki tabureyi tekmelemesine imkân sundu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sosyal refah temeli üzerine yeniden bina edilen Avrupa sosyal hayatı önünde iki büyük tehlike söz konusuydu. Bunlardan birincisi, bu refahın temel şartı hâline gelmiş olan ekonomik düzenin muhafaza edilmesiydi. İkincisiyse, büyük bir göçün Avrupa demografisinde değişim meydana getirmesi ve ekonomiden başlayarak sosyal ve kültürel planda Avrupa nizamını onarılmaz şekilde sarsmasıydı. Bugün, Avrupa her iki tehdit ile birden yüz yüze gelmiş vaziyette. Senelerdir, AB kapısında dilenci konumunda beklettikleri Türkiye, Avrupa’nın demografisini değiştirecek kartı, mülteci kartını elinde tutmakta…

Ermenilere yönelik soykırım iddiasıyla devam edelim. Dikkat ediyorsanız her sene, bir ülke parlamentosunda bu soykırım bahsi görüşülüyor. Ermeni diasporası, her sene bir ülkeye bu tasarıyı götürüyor ve sonuç da alıyor. Anlaşılan bu sene de ihale Almanya’ya kalmış. Muhtemeldir ki Alman Devleti’de böyle bir konjonktürde, Türkiye ile Ermeni meselesi üzerinden karşı karşıya gelmek istemezdi; fakat görünen o ki, kâr-zarar hesabları hiç de buradan zannedildiği gibi değil.

Dönelim ve Avrupa ile devam edelim. AB içinde sosyal refahı meydana getiren şartlar, bilindiği üzere AB yasalarıyla koruma altına alınmış vaziyette. AB’ye üye olmak isteyen devletler, öncelikle ülkelerini bu yasalara uyumlu hâle getirmekle mükellefler. Bu uyum yasalarını, en iyi, senelerdir AB kapısında bekletilen Türkiye biliyordur herhâlde. Neyse, devam edelim... AB Komisyonu’nun, mültecilerin iade edilmesi karşılığında Türk vatandaşlarına vizelerin kaldırılması yönünde tavsiye kararı almasının ardından AB, 72 yeni kriteri Türkiye’nin önüne koydu. Bunların içinde en kritik olan maddeyse, terörle mücadele kanununda yapılması istenen değişiklikti. AB’nin endişesi, Türkiye Avrupa’daki mültecileri geri kabul etmeye başladığında veya vize kalktığında Türkiye’den Avrupa’ya gidecek olanların terörün geniş tanımını gerekçe göstererek siyasî iltica talebinde bulunmasıydı. Türkiye ise son zamanlarda yaşanan patlamalar ve doğu illerindeki çatışmalar dolayısıyla böylesi bir değişikliğe yanaşmıyor tabiî... İş yine dönüp dolaşıp kâr-zarar hesabına gelmiş vaziyette.

Şimdi, hem dayatılan maddeler ve hem de Ermeni soykırımı kararı dolayısıyla, eğer ki Türkiye sınır kapılarını açar, deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşmak için canını ortaya koyan mültecileri sınırlara yığarsa, o zaman AB ne yapacak? Türkiye’ye dayatılan terörle mücadele kanununun neticesi yahut Ermeni diasporasının isteklerinin geri çevrilmesi, AB’ye akın eden bir kaç milyonluk mülteci hareketi önünde ne anlam taşır ki? Anlaşılan, ya AB aklını yitirmiş yahut Türkiye Hükümetinin kendisine karşı böylesi bir kartı kullanmayacağından emin. Acaba hangisi?
 
***

Ayasofya açıldı, açılıyor, açılacak derken bir geri dönüş yaşanıyor ve dönemin Başbakanı Receb Tayyib Erdoğan, önce Sultanahmet camisi dolsun, taşsın ki açalım diyor.
Van Minut, Mavi Marmara, Gazze’de Cuma namazı derken, bir bakıyoruz ki; Türkiye, İsrail ile masada... Dün Gazze’yi devlet olarak tanıtmanın hesaplarını yapar, İsrail’i eski sınırlarına mahkûm ederken, bugün enerji ve inşaat malzemesi pazarlığı yapıyor.

Dün, Suriye konusunda Esad rejiminin sivil halka yönelik kimyevî silâh kullandığını ispatlayan, taviz vermeyen, muhalifleri gazlayan, Fırat’ın kuzeyine ambargo koyan, Rus uçağını vurup düşüren Türkiye ve bugün Esad’la, Putin’le masaya oturmaya çalışan, doğu illerini darmadağın eden PKK’nın unsurlarıyla sahada ortak bir şekilde savaşan ABD’ye hâlen müttefik gözüyle bakan Türkiye.

Ve daha benzer nice çark...

Avrupa, muhtemelen Türkiye’nin kendisine karşı mülteci kartını kullanmasını da yukarıdakilere benzer bir blöf olarak görüyor ve Ermeni diasporasının direktiflerinde yahut terörle mücadele yasasındaki ısrarında bir sakınca görmüyor.

Avrupa’ya operasyon yapılması ve AB’nin yanlış yaptığı kâr-zarar hesabından bize ne? Irak, Suriye, Libya ve İslâm Âlemi baştan başa yangın yerine çevrilirken, hangi Avrupalının umurunda oldu ki? Dolayısıyla bugün Türkiye’nin yapması gereken, bunca zamandır blöf yaptığı zannedilen kartları bir bir masaya açmasıdır. Eğer ki elindeki kartları açamaz ve blöf yaptığı noktasında masadaki diğer oyuncular tam mânâsıyla kani olurlarsa, Türkiye, elinde ne var ne yoksa masada bırakıp kalkmak zorunda kalacaktır.

Lâfla peynir gemisinin yürümeyeceği açık olduğuna göre, Türkiye’nin, Avrupa’ya açılan sınır kapılarını açmasının vakti gelmiştir. Sen kapıları aç, biz de o zaman bakalım, Avrupa insan haklarına ne kadar değer veriyormuş, ne kadar hümanistmiş ve hukuka ne kadar bağlıymış? Ondan sonra Suriye meselesi başta olmak üzere, dünya kamu hukukundan ve nizamından devam ile yeniden oturulup konuşulur. Buna mukabil eğer ki gereken yapılmazsa, o zaman psikolojik olan da dahil olmak üzere tüm inisiyatif karşı tarafın eline geçecek ve Rıza Sarraf ile başlayan yolsuzluk kisvesi altındaki saldırı, muhtemelen Suriye üzerinden savaş suçu işleme ithamıyla devam edecektir.

Bir lahza dahi tereddüt etmeden Avrupa’nın ayağının altındaki taburenin tekmelenmesi gerekiyor. Sen vurmazsan, onlar senin ipini çekmek için sırada bekliyorlar, unutma!
Taraflardan biri yanıldığını anlayacak ama, hangi taraf için olursa olsun bunu öğrenmek pahalıya patlayacak.