Selâmün aleyküm.
Açlık grevindeyim. Dün geceden beri de sıcak içecekler içebiliyorum. Nihayet bana elektrikli su kaynatıcımı verdiler de bu sâyede çay kahve yapabiliyorum. Kendimi daha iyi hissediyorum bu yüzden.
Niçin açlık grevine girdim? Başka alternatifim kalmamıştı. Beni çok taciz ettiler, hâlâ da her vesileyle ediyorlar.
Dava dosyalarımı incelememi ve üzerinde çalışmamı da istemiyorlar. Bunu engelleyici müdahaleler yapıyorlar. Meselâ, bilgisayar problemi... Dvd’lerimde davamla ilgili dosyalar var, sadece dvd’lerde mevcud o dosyalar, ama bana bunları bile daha yeni teslim ettiler. Neymiş, dvd’leri inceleyeceklermiş. Size ne? Fakat, şimdi atıldığım bu hücrede bunlar üzerinde çalışamıyorum. Gerçekten berbat bir durum buradaki.
Aynı şekilde, beş kuruş para da ulaşmıyor bana. Venezüella Büyükelçiliği bana para gönderdiğini söylüyor, artık gelmesi lâzım ama, gelen giden yok. Uzun zaman önce siz gönderdiniz, o da gelmedi. Onların “gönderdik” lafı yalan olabilir ama sizinki doğru; peki niye ulaşmıyor elime? Böyle olunca, şu ân hiç para kalmadı cebimde. Sizi telefonla arayabildim, çünkü bir dost 100 euro gönderdi de öyle. Onu da zorunlu telefon aramalarına yatırdım.
Cezaevindeki insanlar normalde fakirdir. Ben, bu insanlara nazaran en zenginlerden bile sayılabilirim. Ne var ki, başka bazı sebeblerle beş parasız bırakılıyorum. Bana gelen paralara el konuluyor. Bana dışarıdan para gönderilmesi de ayrıca engelleniyor. Avukatlarımın da paraya ihtiyacı var ama onlar da benzer engellemelerle karşılaşıyor. Aynı şekilde, bana para gelmemesi yüzünden, onlar da para alamıyor. Yetmiyormuş gibi, Venezüella bürokrasisi içine yuvalanmış Amerikan işbirlikçilerinin müdahaleleri yüzünden, bana ailem tarafından resmî olarak tek bir dolar daha gönderilemiyor. Tamam, Chavez, beni apaçık destekliyor ama, bürokrasi işleri eğitim ve tecrübe gerektirdiği için, tüm bunlar eski rejimin kadrolarının güdümünde kalıyor, çünkü devrimciler bürokrasiyi bilmiyor, böyle olunca karşı-devrimciler istedikleri numarayı çevirebiliyor, bana karşı türlü sabotaj yapabiliyor.
Üstelik, eşimin hesabındaki avukatlık ücretini çekmesine, hattâ o hesabtan avans çekmesine bile izin verilmiyor. Olan biten çok ama çok tuhaf.
Sizden yeni bir haber var mı? (Av. Güven Yılmaz, Carlos’un maruz bırakıldığı baskılarla ilgili olarak bir basın açıklaması yaptıklarını ve bunu 2000-3000 civarında yerli yabancı basın mensubu kişi ve kuruluşa e-posta kanalıyla gönderdiklerini söylüyor.)
Çok iyi, çok iyi, teşekkür ederim. Diğer yollara ilâveten, bu tür imkânları ihmal etmemek önemli, çok teşekkür ediyorum.
Bu arada, Lübnanlı avukatım Hani Süleyman’a benden selâm söylemeyi ve iyi dileklerimi iletmeyi aman unutmayın. Lübnan’ı aramak çok pahalı olduğu için kendisini arayamadım. Leylâ Halid’e de hâkezâ çok selâm söyleyin.
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl? (Av. Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor.) Peki diğer gönüldaşlar? (Av. Yılmaz, onların da iyi olduğunu söylüyor.) Bana sormak istediğiniz herhangi bir soru var mı? (Av. Yılmaz, olmadığını söylüyor.)
Tamamdır, o hâlde bugün kendi durumumla ilgili konuşacağım.
İki gün önce beni idareden çağırdılar ve kaldığım Paris-La Sante cezaevinin müdiresi Sylvie Manaud-Benazeraf hanım ile bir görüşme yaptım. Benazeraf, Fas menşeli bir yahudi ismi. Aslı, “ibn al-sarraf”. Neyse, bu hanım, benim La Sante Cezaevi’ne ilk geldiğim 15 Ağustos 1994 tarihinde, henüz genç bir müdür yardımcısıydı. Bana uygulanan muamele çerçevesinde dile getirdiğim bazı hususlar oldu bu konuşmada.
Bir kere, benden aldıkları hemen hiçbir şeyi geri vermediler. Elektrikli su ısıtıcısını bile daha dün verdiler. Bir litre su alan küçük bir şey. Tecrit hücresindeyim malûm. Hava zaten çok soğuk. Bir de açlık grevindeyim. Lütfettiler!
İşin özü, beni duruşmada kendimi savunmaktan alıkoyacak tarzda, bunu sağlayacak tarzda müdahale niyetleri var. Bunu istiyorlar. Ayrıca istedikleri, şaşaalı bir mahkeme organize etmek ve oraya tüm büyük siyonist örgütleri toplayıp bu vesileyle propaganda yapmak... Benimse ağzımı hiç açmamamı arzu ediyorlar, hattâ mahkemeye gitmemi bile istemiyorlar. İlk gün gidip bir görüneyim, sonra gerisin geriye dönüp bir daha hiç gitmeyeyim; istedikleri bu.
Gideceğim tabiî! Bunu mahkeme başkanı Olivier Leurent’a da söyledim. Kendisi tanınmış bir insan değil, ancak avukatlarımın intibaı düzgün bir adam olduğu yönünde. Benim intibam da bu çerçevede. Açık açık konuşulabilir bir insan. 45 gün sürecek bu mahkemenin iyi geçmesini diliyor. Bana, “tarihî bir mahkemeye çıkacaksınız, herhangi bir problem istemiyoruz, Carlos!” dedi. Ben de, “şahıslarınıza dönük bir problem çıkartmam sözkonusu olamaz, bizim savaşımız emperyalist sisteme ve siyonizme karşı. Göreceksiniz ki bu mahkeme vesilesiyle bana yöneltilen tüm suçlamalar da yalnızca manipülasyondan ibaret” dedim. Bana revâ görülen muameleden dolayı da çok rahatsız oldu. Kendisiyle görüşmeye çorapsız gitmiştim, o soğukta ceketim de yoktu, çünkü cezaevi idaresi bana elbiselerimi vermiyordu.
Yeri gelmişken, dün saat 6’da, havanın iyice buz kestiği bir demde, bana Türk yapımı deri montumu getirdiler. Nurettin Güven’in hediyesiydi bu. Bu arada, inşallah Nurettin Güven de benim La Sante cezaevinde bulunduğum dönemde Türkiye’ye gönderilmiş olur. Neyse, idareden bana bu montu iade etmelerini istiyordum kaç zamandır. Bana zaten vermeleri gerekiyordu, Poissy Cezaevi’nden buraya getirdiğim bir eşya neticede. Bu soğukta öleceğimden korktular sanıyorum. Normalde, ölmem kalmam umurlarında değil ama bu süreçte istemiyorlar.
Benimse ölmek gibi bir niyetim, bir dileğim yok. Daha uzun yıllar yaşamak istiyorum. Serbest bırakılıp ülkeme geri dönmek istiyorum. Sevgili eşim ve en iyi avukatım Isabelle Coutant ile balayına çıkmak istiyorum. Türkiye’ye gidip oradaki gönüldaşlarımı ziyaret etmek istiyorum. Bunları yapmak istiyorum, bu yüzden de daha çok yaşamak istiyorum. Ölmek istemediğim gibi, intihar etmeye de elbette niyetim yok.
Diğer taraftan, tabiî ki ölmeye de hazırım. Bu anlamda, yaşayan bir şehidim ben ve ölmekten de korkmuyorum, çünkü cennette Allah’a yakın bir yerde olacağımı biliyorum.
Şimdi, büyük şeylerin yanısıra ufak şeyler hakkında konuşuyor olmaktan dolayı hakikaten üzgünüm. Ne var ki, bu küçük şeyler vesilesiyle insanların burada içine düşürülmek istendiğim durumu anlamasını diliyorum. Olan bitenler cidden inanılmaz çünkü. Neredeyse 17 yıldan fazladır cezaevindeyim, gayri kanunî bu kadar çok saldırganlığa maruz bırakıldığım bir başka dönem hiç olmadı.
Bir küçük örnek daha... 1980’lerin başından beri giydiğim, çok kaliteli, çok sağlam bir deri kemerim var. Avusturya yapımı bir avcı kemeri. Magdalena Kopp’un hediyesiydi bana. O kadar sağlamdır ki, o kemer üzerimde olduğu hâlde sayısız silâhlı operasyona katılmışımdır ve kemerime hiçbir şey olmamıştır. Çok da sever ve neredeyse 32 yıldır giyerim. Bakınız bu kemere ne oldu?
Dün iki ziyaretçim vardı. Bir avukat, bir de Sorbonne’da ve Küba’daki Havana Üniversitesi’nde profesörlük yapmış, Isabelle’in arkadaşlarından şimdi emekli bir hanım. Ben de bir duş alıp ziyarete çıkmak istedim. Ne var ki, beni hemen değil de tam ziyaretçiler kapıya geldiği zaman duşa götürdüler. Kasden hesablanmış bir numara tabiî. Neyse, elbiselerimi çıkarıp duşa girdim ve akabinde ziyaretçilerimi kabul ettim. Fakat dün pantolonumu değiştirirken ne göreyim, kemerin deliklere giren o sağlam metal ucu düşüverdi. Meğer ben duştayken birisi gelip o elle kırılması imkânsız metal parçasını kırmış! Başka bir kemerim daha var ama onu da vermiyorlar. Kaldım kemersiz! Kısacası, her fırsatta ve her vesileyle beni taciz etmeye bakıyorlar.
Benimle doğrudan savaşamıyorlar, asıl maksatlarını gelip yüzüme söyleyemiyorlar, neticede tam yedi yıl bu delikte, bu tecrit hücresinde yatmışlığım var önceden, sistem nasıl işler biliyorum, haklarımı ve bunları nasıl savunacağımı biliyorum, fakat direkt benimle yüzleşmek yerine, böyle arkamdan işler çevirip dolaylı yol ve bahanelerle beni taciz etmeye ve bunaltmaya çalışıyorlar.
Bir şey daha... Bana günlük Fransız gazetelerini de vermiyorlar, izin yokmuş! Daha önce, hem de 1996’dan beri cezaevinde her gün okuyabildiğim yayınlar. Öyle sol gazete ve dergiler de değil taleb ettiğim. Devrimci yönü olmayan, bildik burjuva gazeteleri, işte Le Monde, Le Figaro, Liberation, falan.
“Beyaz işkence” denilen türden bir işkenceye maruzum şu ân, tecrit işkencesidir bu. 10 yılımı bu şekilde tecritte geçirdim. Bu sene başından beri de ayrıca kötü muamelelere maruz bırakılıyorum. Hatırlayacaksınız, 1 Şubat’ta devlet başkanının muhafızları, yâni Cumhuriyet Muhafızları tarafından dövülmüştüm. O zaman da yine mahkemeye çıkarılacak ve konuşacaktım, ama cezaevine kadar gelip beni hiçbir gerekçe göstermeden dövdüler. Yıldırmaya ve susturmaya çalıştılar. Şimdi de 45 günlük bir mahkemeye çıkıyorum, onlar tam 45 gün boyunca propaganda yapacaklar ama ben ağzımı açıp hakikati dillendirmeyeceğim! Bunu istiyorlar.
Durum, müşkül ve çok berbat. Bana yapılanların, doğrudan cezaevi idaresiyle de alâkası yok. Talimat, çok daha yukarıdan geliyor.
Üstelik Fransa, geçmişte maruz bırakıldığım 10 yıllık tecrit sebebiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da kınanmış, 2000 euroluk bir de cezaya çarptırılmıştı. Böyle bir karara rağmen, aynısını yapıyorlar yine. Bunu kendilerine söylediğimde, önce “güvenlik” sebebiyle diyorlar, fakat sonra baklayı ağızlarından çıkarıyorlar: Basına konuşuyormuşum! Oysa ben son 12 yıldır fiilî olarak zaten her hafta en az bir röportaj yahud basın açıklaması yapıyorum. Çoğu da yabancı basın organlarına. Fransızlarla pek olmuyor, çünkü bana karşı tam bir sansür ve kuşatma var Fransa’da.
Geçen gün, mahkemem dolayısıyla bir Yunan gazeteciyle konuşmuş ve Yunanistan’a bu vesileyle bir mesaj göndermek istemiştim. Malûm, neredeyse bir devrim yaşanıyor orada. Bir de bizim Yunanistan’da, direniş için Saddam Hüseyin tarafından gönderilmiş ağzına kadar silâhla dolu cebhâneliklerimiz vardı geçmişte, birkaçı hâlâ durur. Bu çerçevede, telefonla konuştuğum gazeteciye, oradaki özel mahkemede hakkımda ileri sürülen “17 Kasım Örgütü’nün şefi” iddiasının gerçek olmadığını, Atina’da yargılanan 40 kadar kişiden benimle irtibatlı gösterilen Troçkist çizgideki 10’unu tanımadığımı, kendilerine saygı duyduğumu ancak bir irtibatımın olmadığını, aslında üçüyle Sudan’daki bir Yunan kulübünde görüştüğümü ama onların benim kim olduğumu bilmediklerini, zaten siyasî bir konuşma da yapmadığımızı, hem zaten “şef” olduğum söylenmesine rağmen niçin yargılanmadığımı, kaldı ki 1995’te görüştüğüm Yunan hâkimin de konuşursam bazı politikacıların zarar göreceği düşüncesiyle beni davadan uzak tuttuğunu, üstelik Yunanistan’a da hayatımda hiç gitmediğimi söyledim. Gazeteci de bunu büyük bir Avrupa televizyonunda yayınlatıp yayınlatamayacağımı sordu, olabilir dedim. İşte bu program daha yayınlanmadan evvel beni apar topar yatağımdan kaldırıp aşağı indirdiler ve henüz yayınlanmamış bir beyanatım yayınlanmış gibi suçlandım.
Yine, tıraş olmama, tıraş takımlarımı almama bile izin vermiyorlar burada. Üç haftadır tırnaklarımı bile kesemiyorum, çünkü tırnak makasımı vermiyorlar. Hayâl edebiliyor musunuz?
Özetle, burada her fırsatta ve her bahaneyle taciz ediliyorum. Peki nasıl cevab verebilirim? Ancak bu şekilde, yâni açlık greviyle!
Artık genç bir insan değilim, yaşadığım sekiz yıllık uzun tecrit döneminin ortaya çıkardığı bir de şeker hastalığım var. Öyle bir tecrit yaşadım ki, tarihte belki benzeri görülmemiştir. İstisnâsız her gün ve gece, tam 16 kez, kaldığım hücrenin gözetleme deliği açılıp kapatılarak, yaşayıp yaşamadığım kontrol(!) ediliyor, güya böylece intihar etmemem sağlanıyordu(!). Ne anne ne baba tarafımda, geriye doğru dört nesil hiçbir şeker hastalığı vak’ası yoktur. Ben bu bakımdan ilkim. Bu hastalık, şimdi yine benzerini yaşadığım o uzun tecrit döneminin stresinin ortaya çıkarttığı bir netice.
Evet, bu şekilde taciz ederek maneviyatımı, savaşma ruhumu, sömürülen insanlar adına emperyalizme ve siyonizme karşı verdiğimiz Filistin mücadelesinin haklılığına olan inancımı çökertmek istiyorlar. Bu suçlular, böyle davranıyor, çünkü ellerindeki tüm o devâsâ güce, paraya, atom bombalarına rağmen, bizden müthiş korkuyorlar. Bizse korkmuyoruz! Çünkü yaşayan şehidleriz ve kazanacak olan da biziz!
Allahü Ekber.
 
22 Ekim 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan