Selâmün aleyküm.
İki gün önce, öğleden sonra, beni bulunduğum tecrit hücresinden çıkartıp, “VIP Quarters” dedikleri (tehlikeli ve tanınmış mahkûmların tutulduğu) bölüme geri götürdüler. Bir diğer ifadeyle, beni tecrit etmeyi bıraktılar. En yüksek seviyeden gelen bir müdahale oldu ve böyle bir karar aldılar. Ancak, getirildiğim yerde de bazı gardiyanlar beni taciz etmeye devam ediyor hâlâ.
Her neyse, başka bir şey söyleyeceğim. Avukatım Hasan Ölçer’in gönderdiği paradan hiç bir haber yok. Çok ama çok tuhaf. Elime herhangi bir şekilde para geçmesini sabote etmek istiyorlar. Bu yüzden, siz de duruma müdahale edip, Paris-La Sante cezaevinin müdiresi Sylvie Manaud-Benazeraf hanımla doğrudan irtibata geçmenin ve olan bitenin ne olduğunu öğrenmenin bir yolunu bulmalısınız. Büyük bir para değil bana gönderilen ama bu bir prensib meselesi. Buraya geldiğimde, adı geçen müdire hanıma bir yazı yazıp, avukatım Hasan Ölçer’in İstanbul’dan bana 300 euro gönderdiğini bildirmiştim. Neredeyse bir ay oldu bu yazıyı yazalı. 
Anlaşılıyor ki, elime bu paranın geçmesini ve telefon görüşmesi yapabilmemi istemiyorlar; asıl dertleri bu. Sadece siz de değil, bana gönderilen başka paralar da, bir aydan fazla bir süredir bana ulaştırılmıyor. Venezüella Büyükelçiliği dahi bana para göndermeyi yaklaşık bir ay geciktirdi. Hepsinin el ele verdiği, tuhaf bir sabotaj sürüp gidiyor. Beni çökertmeye çalışıyorlar.
Evet, paranın “para” olarak gelip gelmemesinden öte, bana İstanbul’dan gönderilen ama elime ulaşmayan bu paranın akıbetini araştırmanız ve burayla resmî olarak irtibat kurmanız için ısrar ediyorum. İstanbul’daki “baro”nun da hâdiseye müdahil olması gerekiyor, çünkü bir üyelerinin yargılanan bir müvekkiline, siyasî bir mahkûma gönderdiği para yerine ulaştırılmıyor, elbette hiç de normal bir durum değil bu. Daha önce hiç başıma gelmemiş, ilk kez yapılan bir şey.
Bu hâdise, tâlî bir mesele görünebilir ama bana karşı yapılan kanunsuzlukları gösteriyor. Kendi yazılı hukuklarına, yazılı kararlarına aykırı işlemler yapıyorlar. Beni tecrit hücresinde tuttukları için daha önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararıyla kınanmışlar, hattâ o dönem 2000 euro gibi bir para cezası da ödemişlerdi avukatlarıma. Ne var ki, alınmış böyle bir karara rağmen, kalkıp beni tekrar tecrit hücresine atma kanunsuzluğunu gösterebiliyorlar. Bir de üstüne yalan söylüyorlar. Neymiş, avukatım Francis Vuillemin benimle bir röportaj yapmış ve bu telefon röportajını alıp internet bloguna koymuş! Bir kere, ne Vuillemin’in en de eşim Isabelle’in böyle bir internet blogu yok ki! Tamamen yalan!
Sonra aradan birkaç gün geçiyor ve “aa, bir yanlışlık olmuş!” deyip, bu bahaneyle beni tecritte tutmaktan vazgeçiyorlar. İşin aslı şu ki, bana ne yapacaklarını, benimle nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlar. Blog veya gazetecilerle konuşma işi de bahane. Neticede kanuna aykırı herhangi bir şey yapmıyorum. Telefonda gazetecilerle konuşmam ve sonra bunun radyoda yayınlanması kanun dışı bir şey değil ki Fransa’da. 
Biliyorsunuz, Kasım ayının 7’sinde mahkemeye çıkacağım ve 16 Aralık’a kadar yargılanacağım. Tam da bu döneme denk getirdikleri şeye bakın. Daha önce özel Canal Plus televizyon kanalında yayınladıkları “Carlos” dizisini, bu defa resmi Arte televizyon kanalında yayınlatacaklar. Bu dizide, beni hiç işlemediğim bir takım eylemlerin faili olarak gösteriyorlar. Önümüzdeki günlerde yargılanacağım eylemin de sorumlusu olarak gösteriliyorum bu dizide. Madem bu eylemi ben yaptım, ben Fransa’ya getirileli neredeyse 20 yıl olmuş, şimdi mi akıllarına geldi? Kanun dışı ithamlar bunlar, yapılması mümkün olmayan bir mahkeme, fakat yapıyorlar. Mahkeme başkanı olan zât da anlıyor bunun kanun dışı olduğunu. Ne var ki, elinde yetkisi yok. Savcının yetkisi var buna ve zaten bunlar da onun başının altından çıkıyor; kanun dışı her şeyi yapıyor, kanun dışı her şeyi örtüyor.
Böyle olunca, tüm bu hukuksuzluklarla mücadele etmek için benim ve avukatlarımın paraya ihtiyacı oluyor. Fakat her yolla bunu engelliyorlar. Annemin bile bana bir dolar olsun gönderme izni yok. Bunu da Venezüella’daki işbirlikçiler, Amerikalı yahud Fransız istihbarat servisleriyle birlikte çalışan, bürokrasiye yuvalanmış hainler yapıyor. Üzücü ama tartışmasız doğru bir gerçek.
Velhâsıl, her yolla ağzımı kapatmaya çalışıyorlar. Onlar hiçbir kanunî hakları olmadığı hâlde siyonist örgütleri de davaya müdahil olarak sokmaya ve propaganda yaptırtmaya çalışacaklar, ama davanın süreceği o bir buçuk ay ben hiç konuşmayacağım, cezaevindeki baskı ve tehditlerden yılıp mahkemeye çıkmayacağım, bunu istiyorlar. Fransa’da bugüne kadar görülmemiş kanun dışı uygulamalara gidiyorlar benim için. 
Onlar ne isterlerse istesinler, ben gidip konuşacağım. Neticede kendimi nasıl ifade edeceğimi biliyorum; kötü aksanıma rağmen, derdimi Fransızca gayet iyi anlatmayı da beceriyorum. Açıkçası, onların hiç de hoşuna gitmeyecek şeyleri münasib bir yolla söyleyeceğim kuşkusuz. 
Anlaşılacağı üzere, çok zor bir durumla karşı karşıyayım. 
Yunan yetkililerin de işin içinde olduğu bir başka hazırlığı anlatmak istiyorum bilvesile. Paris’te eski bir hapishâne var. İsmi Melen. Yüksek güvenlikli değil, eski tipte bir cezaevi. Tutukevi olarak kullanılıyor daha çok. İşte bu cezaeviyle ilgili gizli bir malûmat ifşâ oldu birkaç gün önce. Meğer Fransa’da da faaliyet gösteren büyük bir Yunan inşaat firması, Sarkozy’nin bir marifeti olarak, bu eski cezaevinde yüksek güvenlikli tecrit hücreleri inşâ ediyormuş. Üstelik bu tecrit hücreleri, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki prototipinin kopyası olacakmış. Supermax dedikleri türden, pislik bir cezaevi. El-Kaide’den mahkûm Zacarias Moussaoui ve 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırı düzenlemekten mahkûm “kör imam” lakablı Mısırlı din adamı gibi Müslümanların tutulduğu Amerikan cezaevinin bir örneği olacak buradaki. Hiçbir sesin işitilmediği, çok küçük hücreleri olan, insan nâmına kimseyi göremediğiniz ve sadece kameralarla gözetlenen bir cezaevi işte o Amerika’daki. Şimdi bir benzerini de burada yapıyorlar. Peki kimin için?
Şimdi, teyid ettirdiğimiz yeni bir bilgi vereceğim. Birisi gitti Fransa’daki o yeni inşâ edilen tecrit hücrelerine. Henüz açılmamış ama yakında açılacakmış. 25 kadar hücre varmış. Şok yaşamış. Gardiyanlarla da konuşmuş. Gardiyanlar, “buraya kimler gelecek biliyormusunuz?” demişler ve üç kişiyi söylemişler: “Meşhur bir gangster, yahudi bir çocuğun kaçırılıp ölümüne yol açmış birisi, bir de Carlos!”
Çok ilginç tabiî. Bu sene Şubat ayının 1’inde (devlet başkanlığı sarayının korunmasından sorumlu) cumhuriyet muhafızları tarafından saldırıya uğramamı da hatırlarsanız, gidiş hiç de iyiye değil! Hiçbir insan hakkı ve hukuk tanımadan bana nasıl saldırdıkları ortada. Başkasına insan hakkı dersi vermeye çıkarlar ama kendilerinin hiç umurunda değildir. Fransız emperyalizmi Cezayir’de bir buçuk milyon insanın katledilmesinden sorumludur ancak tek bir kişi bile bu yüzden yargılanıp ceza almış değildir. Fas’ta 45 bin kişinin katledilmesinden sorumludurlar. Tunus’ta yüzlerce kişiyi sokak ortasında katletmişlerdir. 1950’lerde Kamerun’da bütün bir nüfusu kırımdan geçirmişlerdir. Ve yine bunlar için de tek bir kişi yargılanıp cezalandırılmış değildir. Bugüne kadar da böylece gelmiştir. İşte bugün Afganistan’da, Libya’da gerçekleştirilen katliamlarda da Fransa’nın dahli vardır. Yâni, benim durumum tek değildir.
Fransa’ya kaçırılalı 17 yıl olmuş. Beni yargılayacakları eylemle ilgili aleyhime hiçbir delil ve şâhid de yokken, üstelik onca yıl beni yargılamamışken, şimdi nereden çıkıyor peki bu dava? Burası önemlidir.
Son olarak, Kaddafî ve on binlerce Libyalı katledildikten sonra Libya’da “şeriat” ilân edilmesinden dolayı bir şok yaşıyor şimdi Fransa’daki kimi siyonistler. “Üç yüz milyon doları Libya’ya şeriat getirmek için mi harcadık?” diyorlar. Tamam, Libya halkı neredeyse tamamen Sünnîdir, içlerinde Hıristiyan ve yahudi yok denecek kadar azdır. Afganistan gazisi mücahidler de isyancıların komutan ve savaşçılarıdır. Bundan daha tabiî ne olabilir? Ne var ki bu durum, önce İngilizler, sonra İtalyanlar, şimdi de Amerika ve NATO olmak üzere, Senûsî çevresinin geçmişten bu yana emperyalistlerle işbirliği yaptığı, bugün de bunun devamı hâlinde Kaddafî’yi devirdikleri gerçeğini değiştirmiyor. Kaddafî’nin şehid edilme şekli ve naaşına yaptıkları da, bunların ne tür yaratıklar olduğu gerçeğini ortaya seriyor. Amerikan ajanıdırlar demiyorum ama, Amerika ve NATO’nun bunlara tam bir güven duyduğu açık. Niçin peki bu “Senûsî şeriatçı”lara böylesine bir güven?..
Allahü Ekber.
29 Ekim 2011
İngilizceden Tercüme: 
Hayreddin Soykan