Ümit ve Korku Ekseninde Berzahtan Taşan Mânâ: 
Ahit Sandığı veya Tabut-u Sekîne

Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın ikinci bir adı veya lakabı İsrail’dir. Yakub Aleyhisselâm’ın on iki oğlundan türeyen Yahudilere Beni İsrail, yani İsrailoğulları denilmiştir. 

Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Tur Dağı’na gidince, geride kalan İsrailoğulları buzağıya tapmaya başladılar ve dinden çıktılar. Daha sonra yaptıklarından pişman oldular. Pişmanlık neticesinde, “doğru yolu bulucu” mânâsına kendilerine Yahudi denildi. Ama Yahudiler, hiçbir zaman “doğru yolu bulucu” olmadılar, olamadılar. Çünkü onlar, her defasında Allah’ın emirlerine karşı geldiler ve en nihayetinde Allah’ın gazabına, daha doğru bir ifadeyle lanetine uğradılar. Hadîs ile sabit olduğu üzere, kıyamet öncesi Müslümanlarla Yahudiler arasında büyük bir savaş (“Melheme-i Kübra-Kanlı Savaş”) yaşanacak ve bu savaşta Müslümanlar galib gelip Yuda nesebinin nefesini kesecektir; çok azı müstesna hepsi gebertilecektir. 

Yahudiler, vakti zamanında peygamberleri olan Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a çok eziyet ettiler. Sonrasında pek çok peygamberi de katlettiler. Babasız hak peygamber olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı reddetmekle kalmadılar, onu çarmıha gerdirmek üzere Romalılara gammazladılar. Çarmıha gerdirme kararı çıkınca da, Allah onu ahir zamanda tekrardan yeryüzüne indirmek üzere gökyüzüne, güneş feleğine ref etti. 

Yahudiler, tarihleri boyunca şirretliklerine hep devam ettiler. En büyük lanetliklerini Fahr-i Kâinat ve Ufuk Peygamber olan Allah Resûlü’nün canına kastetmekle yaptılar. Bilindiği üzere Allah Resûlü, bir Yahudi’nin zehirlemesiyle şehid edildi. Daha sonra, Hazret-i Osman (R.A)’ın şehid edilmesiyle sonuçlanan fitne-fucür işlerine tevessül ettiler. Takiyye üzere yaşayan Müslüman görünümlü Yahudi İbni Sebe’nin Hazret-i Ali (K.V.) üzerinden nasıl bir cinayete vesile olduğuna tarih şahittir. İzleri bugünlere kadar gelmiştir. Meselâ Şia İsnaaşeriyye’nin mayası İbni Sebe tarafından yoğrulmuştur. Bugün İran’ın İsrail karşıtlığına hiç kimse bakıp da aldanmasın. Şia beslemelerinden hiçbir zaman Yahudilere bir zarar gelmemiştir. Bundan sonra da gelmesi muhaldir. Hem sonra, 1979 İran Devrimi küffara karşı yapılmış bir devrim de değildir. Ehl-i Sünnet Müslümanların anayurdu olan Anadolu topraklarından dünya Müslümanlarını harekete geçirecek bir devrim zuhur etmesin diye yapılmış veya yaptırılmıştır. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Müjde” isimli şiirinde altını çizdiği çok önemli bir husus hâlinde, “Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;/ Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek./ Ve bir devrim, evvela devrimi devirecek./ Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş.” sözlerinin mânâsının önüne geçmek için İngiliz aklı ve Yahudi sermayesi tarafından yaptırılmıştır. 

Tarih boyunca Yahudi, her nerede konuşlandıysa orada fitne-fucür için kendisine her daim bir zemin bulmuştur. Nice kültür ve medeniyet, Yahudi’nin ayak oyunlarına kurban gitmiştir. En son kurban, Osmanlı İmparatorluğu’dur. Cennet Mekân 2. Abdülhamîd Han Hazretleri’ne yapılanlar hafızalarda hala tazeliğini korumaktadır. Osmanlı sonrası kurulan veya kurdurulan Cumhuriyet üzerinden İslâm dünyasının içine düşürüldüğü acınacak hâl, yine Yahudi ayak oyunlarına bağlanabilir. En son olarak, Üstad Necip Fazıl tarafından “500 yıldır beklenen bir mütefekkir” edasıyla karşılanan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Telegram İşkencesi” -ki bu, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a yapılmak istenen ile, yani çarmıha gerdirme işlemi ile de örtüşen bir mânâdadır; nitekim İBDA Mimarı, “Ölüm Odası” isimli eserinde, Telegram ile Çarmıh arasındaki ebced tevafuklarına imadan öte bir vurgu yapar-,  neticesinde şehid edilmesinin arka planında da yine Yahudi olduğu çok açıktır. Bunun en temel sebebi, hiç şüphesiz ki, İBDA Mimarı’nın son dönem dile getirdiği, “Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer yoktur!” sözünden tüten mânâdır. Bu arada şunu da söyleyelim ki, “Deccal İsrail”dir sözü de yine İBDA Mimarı’nın şifahen söylediği bir sözdür. İBDA Mimarı’nın şehid edilmesinin temelinde de yine bu sözlerin istikbâle sarkan belirgin mânâsı vardır.  

Bir önceki yazımızda şu şekil bir bilgiye yer vermiştik: “Tevrat’a göre İsrail’in oğulları Ruben, Şimeon, Levi, Yahuda, İssakar, Zebulun, Yûsuf, Benyamin (Binyamîn), Dan, Naftali, Gad ve Aşer adlarını taşımakta, bunlardan her biri aynı addaki kabilenin atası sayılmakta ve böylece İsrailoğulları on iki kabileden oluşmaktadır. Ancak Yûsuf’un iki oğlu Efraim ve Menasseh’nin soyu iki ayrı kabile olarak kabul edilmekte, Levi ise özel statüsü sebebiyle on ikinin dışında tutulmaktadır.”(1)

Yine aynı yazıda, “özel statüsü nedeniyle on ikinin dışında tutulan Levi kabilesini özel kılan şey nedir?” diye bir soru sormuş ve ardından da, söz konusu olan bu özel mânâ veya statünün, “Sanduka’nın koruyucuları Levililer”(2) bilgisi ile izah edilebileceğine dair bir imada bulunmuştuk. Evet; “Ahit Sandığı” olarak da bilinen, “Sandukanın koruyucuları Levililer” üzerinden ne / neler söylenebilir? Leviathan ile de ilişkili olarak bu sorunun cevabı üzerinde biraz duralım. 

Âyet meâli: “Peygamberleri onlara “O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde rabbinizden bir sekînet, Musa ve Harun ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı tabutun (sandığın) size gelmesidir” dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.” (Bakara Sûresi 248) 

Tefsir ilmi zaviyesinden bakıldığında, “Âyet metnindeki tabut, Hazret-i Musa’nın emri üzerine marangoz tarafından ahşaptan yapılmış, içi ve dışı altın levha ile kaplanmış sandıktır. Yahudi literatüründe bu sandığa ahid sandığı denilmektedir. 2,5x 1,5 arşın ebadında (1 arşın=68 cm.), yüksekliği de bir arşın kadar olan ahid sandığının dört tarafında altın halka ve taşımak için bunlara geçirilmiş iki sopa vardı. Tabutun içinde Tevrat’ın sayfaları yazılı malzeme, Hazret-i Musa ile kardeşi Harun’dan kalan elbise, baston (asâ), sancak gibi bir kısım eşya (bakiye) bulunuyordu.”(3)

Âyette geçen “tabutu (sandığı) meleklerin taşıması”ndan maksat, meleklerin rehberlik etmesidir(4)… Tedaisi, İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndan: “Süryanice, Süruş-Melek. Cebrail: 566: Maunet- Allah’ın Salih kullarına imdadı, inayeti… Seyyid Abdülhakîm Arvasî: 566: Şalituto Tabco-Süryanice, Hükümdarlık Mührü.”(5) 

Yukarıdaki “âyet metnindeki tabut, Hazret-i Musa’nın emri üzerine marangoz tarafından ahşaptan yapılmış, içi ve dışı altın levha ile kaplanmış sandıktır” ibaresi bize, Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamîd Han Hazretleri’nin marangozluk mesleğini tedai ettirdi. Tabut-u sekîne’nin ifade ettiği mânânın üzerine Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın, “Abdülhamîd’i anlamak her şeyi anlamaktır” tesbitini eklediğimizde ve Yahudi’nin Sultan 2. Abdülhamîd Han Hazretleri’nden nasıl korktuğu dikkate alındığında, makul bir değerlendirme yaptığımız kolayca anlaşılacaktır.

Ahid sandığı veya Sekîne-i tabût… Takib edelim: “Sekînet İslâmî kaynaklarda, “sükûnet, gönül huzuru, yüksek moral” mânâlarında kullanılan Arapça bir kelime olarak düşünülmüştür. Buna göre ahid sandığının yanlarında bulunması İsrailoğullarına moral veriyor, bunu uğur sayıyorlar, savaşta cesaretleri ve zafer ümitleri artıyor, ahid sandığı yanlarında oldukça kendilerini güven içinde hissediyorlardı. Ancak İbranice’de -Arapçadaki sekîne gibi- yine sözlükte “oturma, rahatlama” anlamına gelen “şekine” kelimesi dinî bir terim olarak kullanılmaktadır. Bu bilgiler ışığında, ayette geçen sekînet kelimesini Yahudi kültüründeki “şekine” teriminin özellikle yukarıda işaret edilen ilk anlamıyla ilişkilendirmek mümkündür. Buna göre İsrailoğulları ahid sandığının bir tür ilâhî zuhur ve tecelliyi yansıttığına inanıyorlar; bu inanç onlara güven veriyor, morallerini yükseltiyordu.”(6)

“Yahudi kaynaklarına göre Filistîler İsrailoğulları’nı mağlûp ettiklerinde, içinde Tevrat’ın bulunduğu ve ahid sandığı denilen kutsal sandığı da onlardan almış; gövdesi balık, kafası insan şeklinde olan ilâhları Dagon’un bulunduğu mâbede götürmüşlerdi. Ahid sandığı burada yedi ay kaldı. Bu esnada Filistîler’in başına birçok belâ ve felâket geldi. Bunları ahid sandığını alıkoymalarına bağladıkları için bir araba hazırladılar, önüne iki sağılan inek koştular. Ahid sandığını bu arabaya yüklediler ve inekleri kendi başlarına bıraktılar. İnekler arabayı İsrailoğulları’nın memleketine getirdi. Onlar da büyük bir sevinç içinde onu bir eve koydular, oraya bir görevli tayin ettiler. (I. Samuel, 5/1-7/2)

Not: Kur’ân’dan anlaşılan tabutun (sandığın), Talût’tan sonra gelmesi, peygamberin de bunu, onun hükümdarlığının bir işareti olarak değerlendirmesidir. Yukarıda özetlenen Tevrat rivayetine göre ise tabut (ahid sandığı), İsrailoğulları’na, Talût’un kral olarak tayininden önce gelmiştir. İbn Âşûr’un yorumuna göre Tevrat rivayeti –birçok yerinde olduğu gibi– hadiselerin tarihi sırasına uygun değildir. Doğrusu Kur’ân’da olandır. Buna göre Filistîler, İsrailoğulları’nın bir kral yönetiminde birleştiklerini görünce kendilerinden intikam alacaklarını, bunun baş sebebinin de tabut (sandık) olduğunu düşünmüş, ilişkileri yumuşatmak için tabutu (sandığı) geri göndermişlerdir (II, 492). (Kaynak: Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 388-389)(7)

Evet; Ahd-i atik sandukası veya Tabut-u sekine, Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği ve içinde Hz. Musa ve Hz. Harun’dan eşyalar olan değerli bir sandıktır. Rivayet o dur ki, sandukada Hz. Musa’dan kalan taş levhalar ve Hz. Harun’dan kalan eşyalar bulunmaktadır. İslâm âlimlerine göre, sandukanın en önemli özelliği ise MÖ. 587 yılından beri kaybolması ve ahir zamanda çıkacak olan Hz. Mehdi Aleyhisselâm tarafından bulunacağının kabul edilmesidir.(8)

Not: Tarihi kaynaklara göre; Ahd-i atik sandukası, Hz. Harun döneminden sonra Hz. Davud döneminde şehrin Birleşik Yahudi Krallığı’nın başkenti ilan edilmesiyle Kudüs’e taşındı. Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mabede konulan sanduka, MÖ. 587 yılına kadar Beytülmakdis’te kaldı. Aynı yıl içinde Babil İmparatoru Buhtunnesar -Babil’in Asma Bahçeleri’ni yaptıran kral- Kudüs’ü işgal etti ve o tarihten sonra yaklaşık 500 yıl ortadan kaybolan sandukanın, tahrip edilemediği ve onu koruyan Levililer tarafından mabedin altında hazırlanmış gizli bir bölmede saklandığı inancı yayıldı. M.S. 70 yılında ise Roma valisi Titus’un Beytülmakdis’i yıktırdıktan sonra bu yeraltı odasına da ulaştığı ve mabedin kutsal eşyalarıyla birlikte sandukayı da Roma’ya götürdüğü varsayılmaktadır.(9)

“Ahd-i atik sandukası, M.Ö. 587 yılından bu yana bulunamamıştır. Bununla beraber, Yahudiler sandukanın ancak Mesih’in gelişinden sonra ortaya çıkacağına inandıklarından, tarih boyunca sandukayı arayanlar genellikle Yahudiler değil Hıristiyanlar olmuştur. Mabed Tepesi’nde yapılan ve kaydedilmiş ilk “sanduka kazıları”nı 12. yüzyılda Haçlılar döneminde Mabed Şövalyeleri yapmıştır.(10) 
“Kudüs şehri, Hz. Süleyman’ın yaptırmış olduğu mâbed ve “Ahid sandığı” ile anılan bir tarihe sahiptir. M.S. 70 yılında Kudüs’teki tapınağın tahrip edilip yakıldığı ve kutsal eşyaların Roma’ya götürüldüğü, en yaygın olan görüştür. Ancak öne çıkan diğer bir görüş ise, M.Ö. 587 yılından itibaren kayıp olan sandığın Kudüs’te saklandığı ve Romalı veya başka kavimler tarafından tahrip edilmesin diye muhafaza edilmek üzere -Kudüs güvenli görülmeyip- daha kuzeye, yani Şam yakınlarındaki Taberiye’ye, Hatay’a, Mekke’ye götürülmüş olabileceği yönündedir.(11)

Günümüz dünyasında, sandukanın en ateşli arayıcılarından biri, hatta başlıcası “Kristal Krallık” hayâli peşinde koşan “küresel Sermaye” sahibleridir. Diğer bir ifadeyle de Şeytanın Dölü Satanist-Paganist Deccal Komitesi’ne tetikçilik yapan Yuda Nesebidir. Dünden bugüne pek çok arkeolojik kazı çalışmalarında sponsorluk görevi yapan taife, Yuda nesebinden başkası değildir. Meselâ modern dünyanın en nefret ettiği iki büyük aile olarak da tarihe geçen Rockefeller ve Rothschild’ler, dünyanın muhtelif yerlerinde, ama özellikle de İslâm coğrafyasında yapılan arkeolojik kazı çalışmalarında mutlaka isimleri zikredilen lanetlilerdendir. Üzerinde yaşadığımız Türkiye topraklarında, meselâ Tarsus ve Göbeklitepe’deki kazılarda bu lanetli isimlere isabet etmek mümkündür. Diğer taraftan, özellikle de İstanbul’un pek çok tarihi mekânında, meselâ restorasyon adı altında yapılan operasyonel çalışmalarda sandukanın arandığını söylemek için arif olmaya gerek yoktur. Ama ne yapılırsa yapılsın, aranılan şey aramakla bulunamayacak bir şeydir. Nasıl ki nasipsiz bir kefere, Allah Resûlü’nün peygamber olduğunu görüyor, ama inanmamakta direniyorsa, aynı şekilde, bulamayacağı bir şeyi aramaktan da geri durmuyor. Kefere işte! Vakti zamanında, “Kâfir iken Yahudi oldu!” sözü meşhurdur.
 
Dipnotlar

1-https://islamansiklopedisi.org.tr/israil-beni-israil
2-http://blog.milliyet.com.tr/iste-gercekler---kutsal-ahit-sandigi/Blog/?BlogNo=511528
3-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/255/248-ayet-tefsiri
4-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/255/248-ayet-tefsiri
5-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-derya-ya-karsi-abdulhakim-koltugu-403-h4154.html
6-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/255/248-ayet-tefsiri
7-https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/255/248-ayet-tefsiri
8-https://www.harunyahya.web.tr/tr/Makaleler/3305/tabut-u-sekine-hz-musanin
9-https://www.harunyahya.web.tr/tr/Makaleler/3305/tabut-u-sekine-hz-musanin
10-https://www.harunyahya.web.tr/tr/Makaleler/3305/tabut-u-sekine-hz-musanin
11-https://www.harunyahya.web.tr/tr/Makaleler/3305/tabut-u-sekine-hz-musanin



Baran Dergşisi 644. Sayı