Küçük veya büyük, teşkilatlı-anlamlı ve bütüncüllük iddiası taşıyan bir sistemin doğum süreci iki safhadan oluşur: İlk aşama, sistemin ideolojik olarak hazırlanması; mimarının yaratandan etkilenip yaratılışı tekrar etme aşamasına gelmesidir. Bu aşamada sistemin mimarı kafasındaki fikirler, kalbindeki duygular olgunlaşana kadar haftalarca, aylarca, hatta yıllarca bu fikir ve duygularla birlikte doğum sancıları içinde yaşar. İkinci aşama, fikrin yayılmasını temin edecek olan yapısal formlar aracılığıyla nesnelleşmesi aşamasıdır. Nesnelleşme tamamlanınca sistem de doğmuş sayılır. Bir üçüncü aşama, sistemin toplumun genel fikir çerçevesine yerleşmesi, büyümesi ve kalıcı olması için gereklidir. Sistem olarak mânâ ve kıymeti, ferd ve toplumu ahlâken güzelleştirdiği, kemâle erdirdiği nisbettedir…

Bütüncül anlamı itibariyle medeniyet yahut kültürel üst sistem, bir millet ve toplumun maddî ve mânevi varlığına ait üstün niteliklerden ve nimetlerden istifade ederek ulaştığı hayat tarzı; istidadını taşıdığı ve yatkın olduğu tüm alanlardaki tüm faaliyetlerinin ve tüm terâkkilerinin toplamıdır. Tabiatı gereği çift katlı, bir sebebe müstenid, bir gâyeye mâtuf, anlamlı ve toplumsal bir bütündür. İlk katı tabiat kuvvetleri, coğrafi şartlar ve tabiatın sunduğu nimetler temeline oturturken, ikinci katı da ferd ve ferdlerin demeti olan toplumu teşkil eden insanların istidatları, yatkınlıkları üzerinde, aklın ve ahlâkın yol göstericiliğinde ve denetleyiciliğinde yükselir.

İlk şartı, şahsi çıkarları istikametinde sorumsuzca davranmak, ne pahasına olursa olsun istediği şeyleri yapmak isteyen ferdin şahsi çıkarları ile toplumun menfaatleri arasında muvazeneyi temin etmek; giderek büyüyen ve genişleyen ictimâî bünyedeki âhengi canlı ve sürekli kılmak, bu âhenk sayesinde ictimâî bütünün iktisadî, siyasi ve kültürel unsurlarını nizam ve intizam içerisinde tutabilmektir. Bu sebeple, insanın istidatları ve yatkınlıkları üzerinde manevi-kültürel disiplini sağlamak, tabiat güçleri ve coğrafi şartlar üzerinde denetim kurmaktan, maddi gelişmeyi teşvik etmekten çok daha öncelikli ve önemlidir… Bu ihtiyaç sadece insanlığın belli bir kesiminin refah ve mutluluğu için değil, bir bütün olan âlemin ve üzerindeki canlı-cansız her bir parçanın maddî ve manevî iyiliğini istemek, tabiat üzerinde keyfî bir biçimde tasarrufta bulunmamak, Hakk’ın koyduğu “hadler”e riayet anlamında da gereklidir…

Bu açıdan bakınca, siyasi sistemlerde iyi bir idari mekanizma, ancak, insanları kötülüklerden uzak tutabildiği, iyi ve asil insanların yetişmesine ortam sağlayabildiği nisbette fonksiyoneldir. Zira, yere değerini veren insandır, insanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyi değiştirmek mümkün değildir. Bu sebeple, insanı insan yapan hasletler üzerinde hâkimiyet, bu istikametteki terâkki ve telâkki, maddî ilerlemeden çok daha önemlidir… Sadece maddenin harekete geçirdiği, yaşayamadığı için yaşayan ahlâk fukarası insan gerçekten utanılacak bir yaratıktır… Oysa insanı arınmış bir ruha sahip kılacak, gözü tekamül etmiş bir ruhun penceresi yapacak olan, insanı insan yapan hasletler üzerinde kurulan denetimdir… “Yaratılmışı yaratandan dolayı hoş görmek”, hayata saygı, “hemen ölecekmiş gibi âhiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak” ahlâkî hâkimiyetin, ahlâkî hâkimiyet de medeniyetin “özü”dür.

Böyle bir çevrenin, yani ferdin istidatları, ilgi alanları ve yatkınlıkları üzerinde ahlâkî denetimin üstün olduğu bir ortamın içine doğan bir insan, içine doğduğu çevrenin kendisine sunduğu imkânlar sayesinde, daha çocukluk-gençlik yıllarından itibaren hayattaki ve sanattaki eksik ve hataları berrak bir bakışla süzerek; ilgi duyduğu güzel şeyleri ruhuna katarak, ruhen mükemmel, iyi-zarif ve asil bir insan olarak yetişirken, kötü, yanlış ve çirkin olan her şeyden nefret edecektir. Daha sonra, şuur seviyesinin her değişiminde gerçekliği de değişip eleştirel ruhu ortaya çıktığında, kesintisiz ruhi hayata dair tüm aktiviteleri şuurlu bir etkinlik haline getirip kendi malı kılacaktır.

Bu sebepledir ki, yaratılış gayesine uygun bir hayat süren, sağlam bir yaratılışa dayanan imana sahip, hâfızası iyi anılarla yüklü bir insanla; İlâhî düzene isyan ve itaatsizlik içinde olan, insanın kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine inanan, hafızası kötü anılarla yüklü insan, sanki farklı bir yaratılıştadır. Ferdler arasındaki bu farklılık da, bizzat insan olmaklıktan dolayı değil, insanı insan yapan hasletlerin onlarda ortaya çıkışından kaynaklanır. Ve bu farklılık mevcut varlıktaki ayrışmanın hiçbirine benzemez… İnsan yaratılmışların en üstünü olarak, güzellik ve yücelikte meleklerden daha üstün bir mertebeye çıkabilecek niteliklere sahip bir varlık olduğu gibi, aşağıların aşağısına; hayvandan daha aşağı bir seviyeye düşebilecek fıtrat üzere de yaratılmış bir varlıktır…

İnsanın talihsizliği, yaratılış gayesine aykırı bir hayat sürmesinde yatar, başına gelen tüm felâketler de bu yüzden gelir… “Yeni”ye sırf yeni olduğu için tapınıldığı, zamanın ve zaman kavramının idrakinde radikal bir dönüşümün yaşandığı, ahlâk-dışı bir hayat tarzının özendirildiği, dine karşı duruşun “ilerici” olmakla özdeşleştirildiği modern zamanlarda idealize edilen hayat tarzı böyle bir hayattır. Dünyanın genetik yapımızın yetişemeyeceği bir hızla değiştiği bu süreçte, insan hem kendisine, hem çevresine yabancılaştı. Batı toplumunun hem kendisi, hem işgal ederek yahut modernleştirerek sömürgeleştirdiği ülkelerin insanı haline şuuru olmayan biçimsiz yığınlara dönüştü. Hakikati aramak, ona ulaşmak gibi bir kaygısı yok… Kendisine anlatılanlara hikâye ediliş biçimiyle inanmak, tek başına doğru yolda yürümektense, sürü ile birlikte yanlış yolda yürümek daha çok işine geliyor… “Olan”la yetinen “olması gereken”i ise umursamayan insanın ruh halinin siyasî ifadesi olan demokrasi kandırmacasından; “parça parça ve ayrı ayrı yollardan elde edilmiş hakikatlerin zihnî inşâıyla” kurulmuş ideolojilerden, verimsiz uygulamalardan medet bekliyor! Başkası olmadan başkası için olmanın asaletine ve zarafetine sahip olmadan, kendi hayatını yaşayabileceğine inanıyor! Bundan da bir hayli memnun… Yaşayamadığı için yaşadığının idrakinde değil.

Bu hayat tarzını özendiren, hatta idealize eden de, “iyi” ve “kötü” ayrımında yerini bulan ahlâk anlayışından ve ahlâkî temelden yoksun; dünyayı kavrayamadığı, insanı düşünemediği artık apaçık bir hakikat olan, fakat, hâlâ kendini evrensel insan medeniyeti ile eş tutan Batı Medeniyeti’nin bizzat kendisi! Oysa, toplum bütününü kuşatıcı ahlâkî temelden mahrum olmak, hukukî-sosyal ve siyasî kurumların gayesi olması gereken “doğru ve hak” ayırımından da mahrum olmak demektir ki; evrensel değerlerin taşıyıcısı olduğunu iddia eden bir medeniyetin, aslında, “olamadığı mânânın mâliki görünmek” sevdasında olduğunu gösterir. Büyük bir eksikliktir… Ahlâkî temelden mahrum olmak, ahlâkçı nihilizmin ve ahlâk-dışı medeniyet anlayışının gelişmesine sebep olur. Nitekim, Batı Medeniyeti için de böyle olmuştur. Bu da, ahlâkın “Bütün Fikir” içindeki mânâsının kavranamadığını, sosyal olan her şeyin siyasî, siyasî olan her şeyin dinî olduğunun şuuruna varılamadığını, şuur ile ahlâkın ilişkisinin koptuğunu gösterir. Oysa bir kültürün yükselebileceği en üst mertebe dindir ve hayatı düzenleyen kurallar bilime değil dine aittirler. Bu sebepledir ki, medeniyet uzun bir süre din dışı temeller üzerinde yükselemez… Kutsal olmayan alanın düzenlenebilmesi için yine kutsalın içinden konuşmak zaruridir…

İbda Mimarı’nın da işaret ettiği gibi, “Düzen, yani medeniyetin ilk şartı, ferdin sınırsızca işler yapmak istemesindeki şahsî çıkarları ile, bir teşkilattaki topluluğun çıkarı arasında bir muvazenenin kurulmasını gerektirir; böyle bir muvazene şarttır.” doğrusu üzerinden yürürsek, meselenin her şeyden önce ahlâkî olduğunu ve “ahlâkî diriliş”in tüm insanlığın en acil ihtiyacı olduğunu görürüz. Zira, “İnsan faaliyetlerindeki işleyici ve işletici sıfat ahlâktır ve bütün insanî tezahürler bu ahlâkî bütünün şubeleri ve ifadesidir.” Bir başka ifadeyle, “Ahlâk insanda hem yaratılıştan mevcut, hem de cehd ve gayretle elde edilmesi mümkün bir varlıktır.” Hangi biçimiyle tezahür ederse etsin, halkın değil, Hakk’ın hakimiyetini esas alan, her şeyi onun ışığı altında yorumlayan bir dünya görüşüne dayanmalıdır. Böyle bir dünya görüşü ve ahlâk var olduğu sürece sistem de var olacak, toplum gelişimini sürdürecektir. Fakat ahlâkî temel eksik ve zayıfsa, sistemin dayandığı diğer güçler yerli yerinde duruyor ve çalışıyor olsalar bile, sistem hep açık verecek, çöküşün en önemli göstergesi olan kurumsal dejenerasyon artacaktır. Kuralsızlık geçerli tek kural hâline gelirken, yasal olan kolayca ahlâkî olanın, çıkar da ilkenin önüne geçecektir. Böyle bir yozlaşma ve soysuzlaşma koyu bir bunalım dönemi demektir. Nitekim, Doğu’su ve Batı’sıyla çivisi çıkmış, tüm değerlerini yitirmiş günümüz dünyası böyle bir dünya… Ferdden devlete uzanan çizgide, hiç kimsenin hiçbir yerde kendini güvende hissetmeyeceği, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyebilecek karanlık bir çağa girmiş durumdayız. Yitirilecek olan sadece bu veya şu milletin geleceği değil, tüm insanlığın geleceği. Sorun her şeyden önce ahlâkî ve “ahlâkî diriliş” tüm insanlığın en acil ihtiyacı…

Büyük bir kültürün zirvede olduğu dönem, yani medeniyet safhası o kültürün son aşamasıdır, nihai kriz aşamasına geçildiğini, çöküşün başladığını gösterir. Bunun da kendine has alt aşamaları vardır: İlâhî düzene isyan ve itaatsizlik; paranın hakimiyeti, tek başarı kriteri olarak görülmesi; para yığınlarına sahip olanların derebeyi misâli, mülkünü iktidara dönüştürüp bunu dayatma yetkisi olarak kullanması; dünyanın bir ganimet alanı olarak görülmesi; ahlâkî gerileyiş ve çürüyüş bu alt aşamaların farklı zaman dilimlerine tekabül eden safhalardır. Lider yokluğu, buna mukabil siyaset madrabazlarının parlatıp piyasaya sürdüğü, kendi toplumlarında millî ve mahallî hiçbir karşılığı olmayan, zavallı ve kullanışlı figüran tiplerin revaç bulması, bu alt aşamaların bir diğer özelliğidir.

İçinde bulunduğumuz, “Bilgi Çağı” yahut “Dijital Çağ” olarak adlandırılan günümüz dünyasına gelirsek, görünen “manzara” şu: Geçmişte insanlığın büyük bir kısmını ilgilendirmeyen tarih olaylarını keyfî biçimde “Eski, Orta ve Yeni” dönemlere bölen Batı Medeniyeti’nin, bütün insanlık tarihi sürecini yine benzer ve yanlış varsayımlarla “Bilgi” yahut “Dijital Çağ” olarak isimlendirmesi, geçmişte olduğu gibi tarihi olayları kategorize edişindeki keyfiliğin, günümüzde de aynen devam ettiğini gösteriyor… Tıpkı, Batı Medeniyeti’nin âlemşümûl insan medeniyetiyle eş tutulmasındaki yaygın fakat yanlış bir inanca, ilkelere ve yanlış varsayımlara dayanmasında olduğu gibi bu isimlendirme de, tümüyle temelsiz. Bu yaygın ama yanlış inanç ve varsayımlar yüzünden, Doğu’su ve Batı’sıyla tüm insanlık, ne adına ve kimin için “ilerleme” olduğu “malum”, hiçbir zaman norm oluşturmayan doğrusal ilerleme anlayışının peşinde, umudun ve temenninin yol açtığı bir körlük içinde, “ilerleye ilerleye” uçurumun kenarına geldi, dayandı! Batı Medeniyeti’nin hem kendisi, hem Batı kültürü tarafından yok edilme veya emilme tehdidi altında “can çekişen” Batı dışındaki kültürler yoğun-derin bir yozlaşma ve soysuzlaşma içindeler.

Ancak bu zihnî çözülüş, ruhî çöküş ve ahlâkî çürüyüş, çeşitli kültürlerin bundan önceki gerileyiş ve çöküşlerinden çok farklı… İnsanın bizzat kendisi tükendi, artık yücelemiyor! Dahası, “Kurtarıcı Fikir”leriyle bizleri bütünleyecek; kurtuluşa erdirecek büyük ruhlar artık yetişmiyor. Yetişenlerin de bilgisi sıradan, ferâset ve basîretleri kıt, otorite olarak ekranlarda boy gösterenlerin kendileri himmete muhtaç! İnsan, mesleğinde söz sahibi olan, sözü geçen yahut kimi çevrelerce ehl-i mârifet kabul edilen bu kişilerin farklı konularda söylediklerine baktığı zaman, aklen ve ahlâken bu kadar pejmürde bir insan, kendi işinde ne kadar marifet sahibi olabilir ki diye düşünmeden edemiyor…

Hâsılı kendini evrensel insan uygarlığıyla özdeşleştiren Batı Medeniyeti’nin, hiç de söylendiği gibi evrensel değerleri haiz, evrensel değerlerin taşıyıcısı bir medeniyet olmadığı çok net olarak ortaya çıktı. Bu inancın yaygın ama yanlış fikir ve ilkelere dayandığı, yüksek bir medeniyetin erdemleri olarak sunulan normların, aslında vahşiyâne hasletlere sahip vahşiler sürüsüne verilmiş tavizler olduğu artık bir bedahet. Batılı halklar paganizme ve politeizme tutkun, tek tanrı inancından nefret eden zâlim topluluklardı, bâtıl inançlarını Hristiyanlığa ve Hristiyanlık sonrası kurguladıkları Avrupa merkezci teorilere de taşıdılar. Bu yüzden de Batı fikir yaşayışının ulaştığı hiçbir yerde şefkât, merhamet, rikkât; ruh, beden ve lisan zarafetine delalet eden asâlet zemini inkişaf edemedi… Ruh ve ruha bağlı, insanı insan yapan hasletler kör ve kısır kaldı. Dolayısıyla, Batılı halkların hâkim insan prototipini temsil etmekten çıkması, insanlık için büyük bir nimet olacaktır…

Kendisine ve çevresine yabancılaşmış, plastikleşmiş, maddî şeylerin bataklığında boğulan bu insan modeli, insanca yaşamak ve yaşatmak isteyen asil ruhları da kendisiyle birlikte dibe çekiyor… Bunlarla aynı hayatı paylaşıyor olmak, her şeyi derinden duyan bu insanlara ağır geliyor. En acıklı ve ölümcül olayları bile mekanik bir formül içine hapsetmekle rahatlayan, acıyı da günahı da benimsemekten uzak bu insan tipi adına utanıyor… Kendi ruh dünyalarına kapanıp yaşamak, kendini çaresizliğin ezilmişliği içinde hissetmek, ruhlarında hep yeni yaralar açıyor. Hâsılı; insanlık, var oluşa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadını büyük ölçüde yitirdi! Yeryüzündeki tüm varlıklardan Hakk’ın nuru kalktı demeye dilim varmıyor. Çünkü bu bir kıyamet alameti! Lâkin insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek karanlık bir çağa girdiğimiz de kesin. İnsan olarak kalıp kalamayacağımız bile şüpheli! Nitekim, Anadolu Ajansı’nın verdiği habere göre Dünya Sağlık örgütü (DSÖ) Avrupa Birliği direktörü Hans Kluge, Avrupa’yı etkisi altına alan ve çok sayıda (1700) can kaybına sebep olan sıcak hava dalgalarının “eşi benzeri görülmemiş, korkutucu ve kıyametle alakalı” olduğunu belirtiyor.

“Gayb’ı bir tek Allah bilir, bir de Allah’ın bildirdikleri. Gerçek âlim bildiren olmadan gayb’ın bilinemeyeceğini bilendir”, doğrusu üzerinden yürürsek, “sıradışı” hadiseleri kestiremediğiniz zaman, tarihin seyrini de kestiremezsiniz… “Dehr”in hükümlerini doğru okuyamazsınız… Öngörülerinizde isabet kaydedebilmeniz için bilginizin keşfî olması; imâna has sıradışı bilginin sezgisine sahip olmanız gerekir. Aksi halde, bilgisizliğinizin de farkında olmadığınız için bildiklerinizi bilmediklerinizden daha fazla önemser, doğru hükme varma, doğru hükmü ayırt etme konusunda yetersiz kalırsınız… Bilginiz artsa da bilgeliğiniz artmaz… Sadece cahilliğiniz, zihin karışıklığınız ve kendinizi beğenmişliğiniz artar… Âlim olsanız da ârif olamazsınız. Bilgisizlik ve bilginizin keyfiyeti hususunda yanılma bir araya gelir, “başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaleti”nde boğulursunuz!

“Gerçekleşmeden önce her şey mümkün olma özelliğiyle vardır” doğrusu bağlamında söylersek; muhtemeldir ki, içinde bulunduğumuz çağ bir medeniyet yahut kültür üst sisteminden bir başkasına, farklı bir medeniyet ya da kültür üst sistemine geçiş dönemi… Artık ortada ne ganimet alanı olarak görülecek bir dünya var ne de para tek başına bir güç… “Panik deneyler”, gıda kıtlığı, enerji krizi kapımızda. Devlet güçleriyle mâli güçler arasındaki denge bir daha kurulmayacak biçimde bozulmuş durumda. Aynı şekilde, devlet ve toplum dengesi de yok olmak üzere. İnsanların alıştıkları hayat düzeni altüst oldu. Yerinden yurdundan edilen insanlar çaresizliğin ezilmişliği içinde sığınabilecekleri bir yer arıyor, denizlerde boğuluyorlar. Sade vatandaş bile kendisine; “Ben neyim bu hal neyin nesi? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Benim, ailemin, milletimin, memleketimin hâli ne olacak? Tüm bu kötülüklerin sebebi ne, sorumlusu kim?” sorularını sormaktan kendini alamıyor… İnsanlığın büyük bir kesimi, “işler”in iyi gitmediğinin, hiç kimsenin hiçbir yerde kendini güvende hissetmeyeceği karanlık bir çağa girildiğinin farkında.

Böyle olmakla birlikte, esasen ümitsizliğe düşmek de yersiz… Her şeyden önce, her bilenin üstünde bir de “HER ŞEYİ BİLEN”in var olduğunu bilmek, zamanı geldiğinde ahkâmı kesecek olanın “O” olduğuna inanmak başlı başına bir büyük nimettir. Aynı şekilde, “insanüstü fikir”in objektifinden hadiseye, eşyaya ve insana bakarak hayatı yorumlayacak, her idrakin aradığının Mutlak içinde doğrusunu gösterecek, “İslama Muhatap Anlayış”ın “vasıta sistem”i olan “BÜYÜK DOĞU-İBDA DÜNYA GÖRÜŞÜ” gibi eşsiz, misilsiz ve benzersiz “KURTARICI-BÜTÜN FİKİR”e sahip olmak da hem bir büyük ümit, hem bir büyük imkandır…

İnsanlığın kurumuş can damarlarına can suyu olacak bu fikir doğmuştur. Mimarı da Mübdîînden etkilenip ibdayı iade eden merhum Salih Mirzabeyoğlu’dur. Ne var ki, ne fikri temsil ettiği iddiasında olan kesimde, ne de entelektüel merakını rafa kaldırmış, sığlığını kibriyle örtmeye çalışan entelektüel kesimde böyle bir “BÜYÜK GERÇEKLİK”e inanacak cesaret yok... İnanmak için anlamak, anlamak için de imana has sıradışı bilginin sezgisine sahip olmak gerekir… Anlamadığınız bir şeyi layıkıyla temsil edemezsiniz. Nitekim, yaşarken, Allah ehli bu yüce insanın etrafında yükseltilen lehte ve aleyhteki korkaklık, vefatından sonra da aynen devam ediyor.

Muhakkak olan bir şey varsa, o da şu: Fikirlerin de zamanı vardır. Vaktinden önce tahlile, tenkide maruz kaldıklarında, tıpkı erken açan veya kıymetini bilmeyenlerin ellerinde ziyan olan nadide çiçekler gibi solup, yitip gitmeleri kaçınılmazdır. Bir başka gerçeklik de, böylesi bir “büyük gerçeklik”i ancak üstün bir yaratılışa sahip ferdlerin ve bu fertlerin demeti olan toplumun anlayabileceği, inanabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir… “Gelecek yeni kültür”ün geleceği bu şartların oluşmasına bağlı. Aksi halde, gelecek yeni kültürün getireceği; iyi-doğru ve güzel bulduğumuz şeylerin de bir değeri, kalıcılığı ve bağlayıcılığı olmayacak, sevinç ve hüzün hallerimizde olduğu gibi, sık sık yer değiştirecek, sürekliliklerini devam ettiremeyeceklerdir.

Aylık Baran Dergisi 6. Sayı

Ağustos 2022