Mersin’de geçtiğimiz günlerde Özgecan isimli üniversite öğrencisi bir kızcağız, bindiği minibüsün şoförü tarafından katledildi. Hadise zaten mâlum olduğu için, kızcağızın ailesinin de daha fazla canı yanmasın diye teferruatından bahsetmeye lüzum yok. Biz böyle bir hadisenin niçin vukuu bulduğuna, teşhis ve tedavi yollarına bakalım.

En başta şu hususa dikkat çekmek istiyoruz; cereyan eden hadisenin ardından yapılan tartışmalarda, esas ve usul bakımından bir sıkıntı var. Şöyle ki, vukuu bulan bu tür hadiseleri “kadına şiddet”ten ibaret görüp, teşhis ve tedaviye matuf tartışmaları bu zemin üzerine bina ederek hiçbir yere varılmayacağı peşinen anlaşılmalı. Çünkü, vukuu bulan bu ve benzer hadiselerin ortaya çıkmasının sebebi erkeğin kadına yönelik şiddeti değil, içtimâî ahlâk zaafıdır ve kadına şiddet bu zaafın neticelerinden biridir.

Eğer ki teşhis bu şekilde doğru konulabilir ve tartışma doğru zemin üzerinden yürütülebilirse, o zaman konuşulması gereken şu olacaktır; bu ahlâk zaafı nereden kaynaklanıyor ve nasıl tedavi edilebilir? İşte, eğer ki mesele bu zemin üzerinde tartışılabilirse, o vakit belki gerçekten elle tutulur sonuçlar elde edilebilir ve iş konuşmanın, vukuu bulan hadiseler üzerinden kendini pazarlamanın ötesine geçerek gerçekten çözüme yönelik olabilir.

*

2012 senesinde bugün cezaevinde tutuklu bulunan Yakup Köse’nin “Milat Gazetesi” adına gerçekleştirdiği söyleşide İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu şöyle diyordu:

- “Fikre bakılmalı. Bizim zamanımızda hassasiyet vardı. Hassasiyetle birlikte heyecan. Meselâ 25 asker kazaya kurban gider (Afyon hâdisesinden bahsediyor) bakarsınız televizyonlara çıkılır, konuşulur. Konuşmaktan ibarettir. Fikir yok, heyecan yok. Sanki hâdiseler bunlar konuşsun diye oluyor. Genel olarak bütün meselelere bu kapsamda bakılabilir.

*

İçtimâî ahlâk kısmen de olsa, bir toplumda makbul ve iyi sayılan davranış kurallarının bütünüdür. Devlet-i Aliyye’nin yıkılışının hemen akabinde başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber devletin imkânlarında de istifade ederek milletimizin hayat tarzının batılılar gibi biçimlendirmeye çalışması neticesinde, doğulu kalamamış, batılı olmamış, “arafta kalmış” bir toplum enkazı ortaya çıktı.

Kendi içinde kapalı bir hayat süren toplum, eski kural ve kaidelerine bağlı kalırken, medya organları vasıtasıyla gerçekleştirilen batıcı hayat tarzı bombardımanı neticesinde zaman zaman içindeki hayvanın tahakkümü altına girerek insandan aşağı fiillerin faili hâline geldi.

“Lâik-seküler hayât tarzının pompalanmasından dolayı” dendiğinde hemen bu zihniyetin mensubu olan 3-5 erkek ya da kadın kokana çıkıp diyorlar ya, “sizin örümcek zihniyetiniz” falan diye, gerçekten de yobaz ve gericiler. Kendi sosyeteleri içinde muteber olan sosyoloji ve psikolojiden de zerre kadar haberleri yok bunların. Toplum, bir araya gelmiş insanlar manzumesi bir yerde. Hâl böyleyken, insanın tabiatı itibariyle nefsinin en büyük zaaflarından biri olan şehveti, mümkün olan bütün imkânları kullanmak suretiyle provoke etmenin neticesinde ne bekliyorsunuz? Bu toplum, sizin istediğiniz gibi tam mânâsıyla batılı bir toplum olsa ve kimin kimi düzdüğünün bir ehemmiyeti kalmasa, o zaman bu provokasyon karşılığını bulur ve sıkıntı olmaz. Yine bu toplum doğulu olabilse, zaten ortada bunca şehvete yönelik provokasyon olmayacağından yine sıkıntı olmaz. Ne var ki, bu iki farklı hayat tarzının arasında sıkışıp kalmış olan toplum, patlamaya hazır bomba gibidir ve böyle bir durumda toplum nizamından bahsedilemez.

Bu durumdan, Mustafa Kemal’den başlayarak bugün televizyon ekranlarında yahut gazete köşelerinde hâlen lâiklik ve sekülerizm propagandası yapan herkes ortak bir şekilde sorumludur, suçludur ve hesabı da mutlaka ama mutlaka sorulacaktır.

*

Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder demişler, teşhisi yaptığımıza göre şimdi de tedaviden bahsedelim. 

Zaman zaman toplumlar da belli yol ayrımlarına gelirler; cereyan eden bu hadise ve ard arda vukuu bulan benzer hadiseler göstermektedir ki, bugün toplum olarak bir yol ayrımındayız ve bir karar vermemiz gerekiyor. Millet olarak batılılar gibi hayvanî kuvvelere teslim olup hayvandan aşağı bir toplum olarak mı bu araftaki hâlimize bir son vereceğiz, yoksa insan mı olacağız? Kimse hayvandan aşağı olmayı kabul etmeyeceğine göre?

İşler öyle üç beş soysuz cahilin toplantılarda dediği gibi mini etek giymekle, cumhuriyet gazetesinde nöbet tutmakla, sokaklarda dans etmekle, kızlı erkekli falanla filanla muhalefet etmekle çözülemez. Önce biraz ciddî, biraz da insan olmak gerek.

Üstad Necib Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı eserinde işaretlediği ahlâk yaralarımızdan dalkavukluk, iltimas, hırsızlık, rüşvet, fuhuş, içki, cinayet, kumar, hile, riya, yalan, nefret, inkâr, şüphe, istihza (alay), ciddiyetsizlik ve nizamsızlık hâlen kanamakta. Bu yaralar kanadığı ve pansuman yapmak yerine bu yaralara tuz basılmaya devam edildiği sürece toplumumuz kan kaybetmeye ve yeni facialara gebe...

Açık konuşmakta yarar var. Ard arda vukuu bulan bu ve benzer hadiseler gösteriyor ki, iktidarda olanlar ya bu hadiseleri vesile kılarak son derece radikal kararlar alıp toplumumuzu iyileştirme yoluna gidecekler ve bunun için atılması gereken adımları son derece kararlı ve tereddütsüz bir şekilde atacaklar, ya da toplum, nizamı bizzat kendisi son derece şiddetli bir şekilde tesis edecek.


İnsan olan

Hayvana özenir mi?

Gökten yağan belalar

İbret için değil mi?

Baran Dergisi 423. Sayısı