Yaşanan darbe girişimi, sokaktaki vatandaşın televizyon ekranlarında boy gösteren tiplerden daha berrak bir şekilde gördüğü üzere yalnız içimizdeki değil, dışımızdakilerin de yer aldığı büyük bir konsorsiyumun ortaklığında gerçekleştirildi. Bu ortaklığın yurt içindeki oligarşik yapıyı oluşturan “ÜÇBİN AİLE” adına başrolünü ve tetikçiliğini bu kez FETÖ üstlendi. Ne var ki FETÖ, dün onun yerine aynı görevi icra eden Kemalistlerden ayrı bir şey değil. Darbe girişiminin ardındaki konsorsiyumun yurt içindeki unsurlarını ele alırken, Üç bin aileyi ve Kemalistleri FETÖ’den ayırmak, 15 Temmuz ruhuna tükürmek anlamına gelir.

Lozan Barış Anlaşmasından beri Anadolu’da dinimize, geleneğimize, hasılı kelâm topyekûn milletimize düşman bir rejime muhatabız. Yüzler değişse de, bu düşmanlık bir türlü değişmiyor. Rejim tıkandığı yerde kılık değiştiriyor ve hasımlığını sürdürüyor. Dün üstünde frak Mustafa Kemal, İsmet İnönü neyse, bugün kafasındaki takkesiyle Fettullah Gülen’de odur.

İttihat ve Terakki, Devlet-i Aliyye’de kendi milletine ve İslâm’a düşmanlık eden paralel devlet değil miydi? Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren paralel devlet, birkaç sene sonra Devlet-i Aliyye’yi Almanların yanında Birinci Dünya Savaşı’na sokarak tarumar etmedi mi? Bu sürecin içinde, bugün Fettoş’un üstlendiği misyonu o gün üstlenen Mustafa Kemal, Devlet-i Aliyye’nin askerî bürokrasisi içinde yetişmedi mi? Türkiye Cumhuriyeti, Devlet-i Aliyye’yi yıkıp, İslâm’ı yasaklayan, Müslümanları darağacında sallandıran, hilâfeti ortadan kaldıran bu paralel devlet tarafından kurulmadı mı?

Şimdi... Bugün Fetullah Gülen’in yapmaya çalıştığı ile dün Mustafa Kemal’in yaptığı arasında ne fark var ki, FETÖCÜ ile KEMALİST arasında ne fark olsun?

Bu sayfalarda çeşitli vesilelerle defaatle kaleme aldık; FETÖ, İslâm’ın Anadolu’da yeniden şahlanmakta olduğunu ve Müslümanlarla artık Kemalist kafasıyla mücadele edilmeyeceğini idrak eden Batılıların, onun yerine devşirdiği ve kullandığı “yeni” alettir. Aletler değişse de, bu topraklardan İslâm’ı kazıyıp atma hedefi değişmemiştir.

Son kullanma tarihi geçtiği için Batılı müttefiklerinin bile çöpe attığı Kemalizm ve Kemalistler ile FETÖ temizliği gerekçesiyle kısa vadeli bir ittifak bile faydasız ve gereksiz iken, FETÖ’cüler yerine bir de onları ikame eder bir görüntü vermek için kullanılacak kelimeyi biz lügatta bulamadık.

Kiminle Mücadele?

Türkiye’yi “bağımsız/kendi kendini yönetir”, hesabını ilk önce Allah’a ve sonra milletine verir bir idareye kavuşturmanın adresinin, Türkiye’nin yönetiminin Lozan ile Batılılar tarafından teslim edildiği Kemalistler ve Kemalizm olmadığını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok; bilakis bu görüş ve bu görüştekiler icra ettikleri rol yüzünden Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Baş nefret kutbumuzu” oluşturmaktadırlar. Müslüman halkımızın teveccühünü kazanmış bir kısım idarecilerimizde bu hususta kafa karışıklıkları gördüğümüzden, dilimizin döndüğü kadar bu ülkeyi GERÇEKTEN bağımsızlaştırmanın nasıl olacağını bir kez daha anlatalım dedik.
Bir kere düşmanı tanımak gerekiyor. FETÖ’nün ne olduğu bugün zaten apaçık ortada. Kemalistlerin de FETÖ ile halef-selef münasebeti ortada. Öyleyse gelelim diğerlerine...

***

Türkiye’de hem Kemalistler ve hem de FETÖ’nün etkin bir şekilde rejim üzerinde tasarruf sahibi olduğu dönemde kendi pozisyonunu koruyan kim var? İlk akla gelen elbette ki yukarda zikrettiğimiz “3000 aile”... Milletimizin tankların altına yatmak zorunda kaldığı 15 Temmuz’dan sonra bile “Avrupa Birliği”, “hukuk” bilmem ne diye beyanat veren bu sermaye odakları tasfiye edilip tamamen etkisizleştirilmedikçe, yani Türkiye’deki ana sermaye odakları tamamen millileştirilmedikçe, içimizdeki ihanet şebekelerinin kökünün kurutulmasının mümkün olmadığı açık... Çıkarını “ideolojileştirmiş”, kendi menfaatleri için halkımızı ateşe atmaktan bir an bile çekinmeyecek bu yapıların finansmanı kesilmek zorunda. Para akışı devam ettiği sürece, bu topraklarda ne hain biter, ne de ihanet.

***

FETÖ’nün üstlendiği misyon neydi? Anadolu’da yaşayan Müslüman milletimizin itikadını tahrif edip, Batılı efendilerinin istediği şekilde inanan bir insan tipi meydana getirmekti, değil mi? Peki bugün ekranlarda, gazete köşelerinde ve hattâ siyaset sahnesinde izlediğimiz mezhepsiz sapıkların gayesi ne? Hadi FETÖ’nün bir gayesi vardı. Adam servis elemanı, öyleyse bunlar ne? Bir iki isim de verelim. Mustafa İslamoğlu ve Hayrettin Karaman... -İsim dedik de, kimi yazsak diye şöyle bir düşünürken zihnimizden o kadar çok isim geçti ki...- Bunlardan İslamoğlu mezhepsiz. Karaman ise eski diyalogcu, yeni reformcu, sapkınlığın müçtehidi. FETÖ’nün izlediği metoda bakılarak bile, Ehl-i Sünnet Vel Cemaat yolunu reddeden kim varsa, o yolun sonunun nereye çıktığı görülmez mi? Bunları, FETÖ’nün yerine ikâme etmek demek, aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemekten başka bir anlam ifâde etmez.

***

Kimle mücadele dediğimiz zaman ön plana Kemalist, FETÖ, 3000 aile ve mezhepsiz reformistler çıkıyor. Demek ki FETÖ ile yapılan mücadele tek odaklı değil, onun içinden türediği ortamı kurutmaya yönelik yapılmalı ki, sonuç elde edilebilsin. Aksi takdirde öyle sanıyoruz ki, bu mücadelenin muvaffakiyetle neticelenmesi mümkün görünmüyor. En azından şimdiki aktörler tarafından...

Nasıl Mücadele?

Darbe girişiminden sonra FETÖ operasyonunu kim, nasıl yapıyor? Haberlere bakacak olursak MİT, emniyet, savcılık gibi müesseseler ön planda... Koyun koyuna yaşadıkları çıyanlara karşı senelerdir sessiz kalan, işine bakan, “amaan, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen bürokratlar için bugün ne değişti ki, böylesi bir operasyon onlara havale ediliyor? Söyleyelim; bir kısmının 15 Temmuz gecesi hakikaten canının yanmış olması dışında, hiçbir şey değişmedi. Dün “aman ben yerimi koruyayım”, “memleketi biz mi kurtaracağız canım” diyen adamlar, bugün aynı zihniyet ile temizlik(!) yapıyor. Gelen bilgiler de umumiyetle “FETÖ’ye fazla lâf etmeyin”, “işinize bakın”, “yarın geri gelirlerse mamamızdan oluruz” minvalinde. Bu adamlarla değil operasyon, yemek bile yapılmaz.

Üç bin ailenin güdümündeki FETÖ, Kemalizm ve reformist mezhebsizler gibi menfaat merkezli yapılara karşı, dünyalık kaygısı güden, Allah’tan başkasını “Rezzak” bilen, menfaatperest tipler tarafından bir mücadele yürütülebilir mi?

Yapılan operasyonlara baktığımızda da kocabaşların yerlerini muhafaza etmekte olduklarını görüyoruz ne yazık ki.

15 Temmuz’dan beri FETÖ yeniden yapılanırken, eski günlerini özleyen Kemalistler ve reformist mezhebsizler de ellerini ovuşturup önlerine atılacak kemikleri bekliyorlar. Üç bin aile arkada, Kemalizm, FETÖ ve mezhepsizlik önde, bin bir suratlı hâle gelmiş olan bu ihanet konsorsiyumunun Türkiye devlet teşekkülünden temizlenmesi, ak sütün içindeki ak kılı hem görüp hem de ayıklamaya benziyor. Kendi koltuğunu korumaktan başka bir derdi olmayan, rantiye ve ihale kovalayıp dünyalık istifleyen adamlarla bu iş yapılmaz, yapılamaz. Bunu tecrübe etmek bedava da değil ha, haberiniz olsun...

Dolayısıyla bunlarla mücadele etmek için millî bir üst kurulun kurulması şart. Av. Hasan Ölçer’in geçtiğimiz günlerde Yeni Akit gazetesinde yayınlanan röportajında, mücadele edecek kadronun keyfiyetini ifâde eden şu cümleler dahi, bu çerçevenin dışında kalan adamlarla bu işin niçin yapılmayacağını anlatmaya yeter de artar bile:

Paralel yapıyla mücadele normal şartlarda profesyonelce yaklaşımla olabilecek bir şey değil, paralelle mücadele gerçekten bunu kendisine iş edinmiş, görev edinmiş ve kendisine misyon edinmiş birtakım insanların yapması gereken mücadeleyle ancak başarıya ulaşılabilir. Aksi halde profesyonel savaşçılar gibi, profesyonel ordu gibi bir mücadele asla mümkün değil, başarı şansı da bence çok zayıf. Şimdi öncelikle paralelle mücadelenin, fikri altyapısının olması lazım, mücadele edecek insanlarda bu fikri altyapı olmadan bu mücadele asla ve asla başarıya ulaşmaz. Etkin mücadele için arasında bürokrat, akademisyen, yargı mensubu, polis, asker, gazeteci ve hukukçuların da bulunduğu bir çatı teşkilatlanmaya gidilmesi gerekli. Aksi takdirde böylesine sofistike bir örgütle mücadele etmek zorlaşır. Cumhurbaşkanı’nın nezaretinde paralelle mücadele eden bir üst kurul oluşturulmalı. Bu üst kurul oluşturulduktan sonra, bütün kamu kurumlarında paralelle nasıl mücadele edildiğine dair, sürekli raporlar ve direktifler vermeli. Yarı sivil, yarı bürokratik bir oluşum olmalı. Cumhurbaşkanı’na bağlanmalı. Gerekli tespitleri yapacak, ondan sonra bu tespitler doğrultusunda alt birimleri harekete geçirecek bir sistem oluşturulmalı.

İşin Siyaset Ayağı

Siyasî partiler, menfaat çevresinde teşekkül eden müesseseler... Ne kadar “yok” deseler de millet bunun böyle olduğunu adı gibi biliyor. Dolayısıyla bunların kadroları içinden öyle dava adamları da çıkmıyor. Çoğunun zaten günün adamı olduğunu da cümle âlem biliyor ve hele böylesinden tiksiniyor. Bu açıdan yaklaşacak olursak, ülkemizdeki mevcut rejim yapı itibariyle bu tip ihanet şebekelerini türeten bataklık vazifesi görüyor. Öyleyse her zaman dediğimiz gibi bu bataklığın kurutulması şart. Parlamenter sistem bugünün Türkiye’sinde tıkanmış vaziyette. Öyleyse işe buradan başlamak lâzım. Erdoğan’ın MHP’nin de desteği ile artık yeni bir anayasa yapması, millî bir anayasa hazırlaması ve parlamenter sistem yerine hızlı bir şekilde başkanlık sistemine geçmesi zaruret hâlini almış bulunuyor. Anayasa yapmak için illâ darbe yapmak şartsa, neticede millet “darbeyi” de yaptı.

***

Gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla yukarıda ifâde ettiğimiz hususlarda endişelerimiz var. Eğer ki böyle değilse, başka bir hesab varsa ne âlâ. Fakat yok, işler aynı tas aynı hamam sürüyor, yahut sürdürülmek isteniyorsa bilinsin ki; bu milletin artık tahammülü kalmadı. Siyasî irade bahsettiğimiz değişimi hızlı bir şekilde gönül rızası ile yerine getirirse kendi menfaatine olur. Ne içeriden, ne de dışarıdan korkmasın, gereğini yapsın. Bu millet millî menfaatler istikâmetinde atılan her adımın arkasında olduğunu daha kaç kere göstermek zorunda kalacak?

 Aksi takdirde, 2 bin küsur gazisi ve 241 şehidi olan bu millet, yarın, kanının hesabını kendisi sormaya kalkarsa kimsenin “dur” deme lüksü de, hakkı da olmaz. Bizden söylemesi...


Baran Dergisi 504. Sayı