Karşıma sosyal medyada Mevlana Hazretlerinin sözünün altına iliştirilmiş iğrenç abuk sabuk fotoğraflardan biri geldi. Ve bu mevzu hakkında yazmaya karar verdim. Araştırma yaptıkça büyüklerin bu hususta ne kadar dikkat sahibi olduklarını ve tabiri caiz ise ürpererek, rikkat ve dikkatle bu mevzuya yaklaştıklarını gördüm. O kadar şaşırdım ve korktum ki, artık bir veli kelamını yahut ayet veya hadisi zikretmeden önce daha dikkatli olmaya karar verdim. Son dönemlerde bir çok kişi velilerin hususen aşk hakkındaki kelamlarını kendi nefsi düşünceleri ile zevk ve şehvete çekerek, ve kastı dışında kullanarak, onların buğz edeceği resimler vasıtasıyla, velileri bir şehvet düşkünü olarak göstermekten korkmuyor ve haşyet duymuyorlar. Fakat bu mevzu o kadar incedir ki; “Bir kişi veli kelamını o kelamdan kast olunmayan bir şekilde, sırf nefsini üste çıkarmak için alelâde kullanır ise o kişi sözü isnad ettiği veliye ihanet ederek nefsi için iftira etmiştir.” der büyükler. Yani veli kelamını kullanırken çok titiz olmak gerek; o velinin mezkur kelamından ne kast ettiğini idrak ederek o kelam kullanılmalı. Yoksa çokça görüyoruz; bir velinin kelamını adam alıyor, kaba aklına vurarak kullanıyor, bir de hüküm beyan ediyor. Bu hadsizliktir, edebsizliktir, müfteriliktir.

Veli kelamının bile bu kadar ince bir dikkat ile kullanılması gerekiyorsa; ya ayet ve hadis? Kelamın mükellefiyetinin çekilmediği, ızdırabının duyulmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bir sözü söylemenin edebi vardır, mükellefiyeti vardır. Hele de bu söz ayet, hadis veyahut veli kelamı gibi mükellefiyeti büyük sözler ise söylerken kılı kırk yararcasına tartmak lazımdır. Maalesef hiç bir şeyin edebi bilinmiyor, bizim şu an kaybettiğimiz en büyük şey edebtir. Artık hadisler alelâde bir şeymiş gibi , ayetler sıradan bir şeymiş gibi (haşa) kullanılıyor. İmam Buhari Hazretleri bir hadisi kitabına yazacağı zaman her bir hadis için boy abdesti alır, iki rekat namaz kılar, hatadan korunmak için Allah’a sığınırdı. Nerde şimdi böyle haşyet? Şimdi herkes nefsini kabartmak için hadis zikrediyor. Bir hadis yahut ayet zikrederken insan içinden kendini sorgulamalı ve şunu söylemeli; “Ben acaba bu ayet yahut hadisi maksadına uygun mu kullanıyorum yahut nefsimi kabartmak için mi kullanıyorum?”

Din ciddiyet ister, edeb ister, güle oynaya ayet hadis zikredemezsin. Din edebtir; edeb ise hadlere riayettir. Haddini bilmeli insan, fütursuz olmamalı. Cabir İbni Abdillah (r.a) bir hadis zikrederken hadisteki bir kelimenin harekesini Rasûlullah (s.a.v)’ın nasıl söylediğini hatırlayamadı. Rasulullah'ın kelamından bir harekeyi yanlış zikrederim diye korkusundan hadisi zikretmedi. Bu hadisi Rasûlullah zikrederken benle birlikte yanımda kim vardı, diye düşündü. Mısır’dan bir sahabenin yanında olduğunu hatırladı ve Medine’den mısıra bir hadisin irabını yanlış söylememek için aylarca yaya bir şekilde yürüyerek gitti. Şimdi ayet, hadisler o kadar kolay okunuyor ki; kelimeyi yanlış mı okudum, doğru mu okudum, diye düşünen yok, haşyet duyan yok. Tabiin döneminde bir ayeti okurken korkusundan ölen insanlar olduğu rivayet ediliyor.

Bir kişi veli kelamını kendi nefsini haklı çıkarmak için manasından saptırırsa o kişi o veliye iftira etmiş, hadisi manasından saptırırsa Rasûlullah’a, ayeti manasından saptırırsa Allah’a iftira etmiş olur ki bu fiillerin sonu felakettir. Bu konuya ihtimam etmemek dinsizliğe varacak kadar tehlikeli bir şeydir. Kur’anı Azimüşşan’ı o noksan kafaları ile güya tercüme etmeye yeltenen mealcilerin kulakları çınlasın. Yahudi ve Hıristiyanlar kitaplarını bu şekilde yanlış ve noksan tercümeler ile bozmuşlardır. Bu hususa ehemmiyet vermeyenlerin ne kadar korkunç bir yanlış içerisinde olduğu umarım anlaşılmıştır. Bu tiplere, bu hususun ciddiyeti anlatılmalı, hala dikkat etmiyorsa şiddetle men edilmelidir. Din kimsenin oyuncağı değildir. Bir yazarın dahi kitabını tam anlamak için o yazarın dilinden kitabın okunması gerek. Bir felsefecinin, felsefeyi tam anlaması için bile bir kaç dil bilmesi gerekiyor. Dili öğrendin iş bitiyor mu? Hayır. Yazar kim ise onun anlayışına bürünmen gerek. Bir felsefeciyi tam anlamak için dahi bunlar gerekli ise ya bir veli kelamını anlamak ya bir hadisi yahut bir ayeti anlamak için neler gerekli? Varın siz hesap edin. Bir mealciye (biraz aklı varsa) “Tolstoy’u tam anlamak için Rusça bilmek gerekli mi? ‘diye sorsan, entelektüel bir tavırla “Evet, tabii ki” diyecektir. Ama iş Kur’ana hadise gelince “Arapça’ya ne hacet var, meal var ya” diyebiliyor. Arapça olmadan Kuranın lafzı anlaşılmaz, kaldı ki Arapça bildikten sonra da bitmiyor, yukarıda anlayıştan bahsettik, anlayış olmadan da istediğin kadar Arapça bil yine Kur’anı anlayamazsın. Veli kelamları da hakeza öyledir. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Kökler kitabında, din büyüklerinin eserini tercüme etmenin mükellefiyeti hakkında şöyle der:
“Dedi ki:

-(Din büyüklerinin eserlerine el atmak, onları Türkçeye çevirmek, yani sahiplerinin ruhaniyetine bürünüp kendilerini Türkçe konuşmaya davet etmek cüretini gösterebilmek için şartlar: İlim nizamı, hikmet gözü, üstün idrak ve intikal melekesi, zevk ve incelik mizacı, aşk ve edeb tab'ı, haşyet ve hürmet ürpertisi, lisan ve üslup ustalığı... Artık düşünün Kur'an ve Hadis'e el atabilmek için insanda daha neler olmak lazım, neler!)” Mesele bütün açıklığı ile görülüyor herhalde. Mealcilerin ne kadar büyük bir hadsizliğe vardıkları da biraz olsun idrak ediliyordur. Bu hadsizlerin engellenmesi gerektiği ise bedihi bir hakikat. Ez cümle din bu kadar rikkat, dikkat ve temkin istiyor. Bazen TV kanallarında orda, burda görüyoruz bugünün güya din alimi bir ayet veya bir hadisi laf arasına sıkıştırıp, hiç bir çile çekmeden kolayca ahkam kesebiliyor. Yahut beş para etmez kanallarda reyting için ilim düellosu yapabiliyorlar. “Ben ilmi kimin muvazenesine sunuyorum? İlim bu kadar ayağa düşecek bir şey mi?” diye soran yok. Evvela ilim tartışmak için ilmi bir ortamın temini lazım. Şuan Türkiye’de ilmi tartışma yapabilecek bir ortam yok. Zira haklıyı belirleyecek bir ulema heyeti mevcud değil, ki bu ulema heyetinin genele hitap etmesi için ise bir devlet tayini ile gerçekleşmesi gerekir. Mevzu buraya gelmişken bazıları “Diyanet var ya onlar bir ulema heyeti belirlese” diye ortaya çıkabilir, onlar türemeden biz cevap verelim. Diyanet bu vazifeyi icra edecek konumda değildir. Zira bağlı olduğu düzen laik bir düzen olduğundan ve dahi Diyanet, büyüklerimizin deyimi ile dini yıkma müessesi olarak kurulduğundan, bu vazifenin icrasını onlara havale etmek ilme ihanettir. Bu yazdıklarımızdan her alanda Müslümanların izzetli bir şekilde yaşaması, ilmin kaybettirilmiş izzetinin yeniden geri gelmesi için İslami devlet ve sistem zarureti pek tabii anlaşılıyordur. Peki bu ahval nasıl düzelir? Evvela bu hadsizliği işleyenlere var gücümüzle engel olmamız lazım. Her adımımızı her aksiyonumuzu bunlara söz hakkı tanımayacak bir sisteme doğru atmalıyız. Zira bütüne gitmeyen her hareket her aksiyon boşadır. Her mevzunun çamura dönüştürüldüğü bu ortamda; İslam ahlakına uygun yeni bir hukuk düzeninin kurulması her düşünen izan ehli için açıktır. Dinin sınırlarından birinin dahi aşılmasının cezasız kalmayacağı yeni bir sistem, nefsi için ayet ve hadisden hüküm koyup konuşanı katil ile bir tutacak ve onu dine suikaste yeltenme suçundan darağacını götürecek bir düzen. Ahlak, had, edeb mefhumlarının asıl yerlerine vaz’ edileceği bir düzen. Velhasıl oluşan tüm sorunlar bize hep nefs muhasebesini ve yeni bir sistem zaruretini ihtar ediyor...

Baran Dergisi 708. Sayı