İslâm; fakir, âciz, zayıf ve çaresiz­lerin hak ve hukukunu, şeref ve haysiyetini ikti­dar sahiplerine karşı tavizsiz korumuş, bunlardan gelecek kötülük ve düşmanlığa zerre kadar ehemmiyet vermemiştir. Muhteşem olanı tüm ihtişamıyla kavradıkları sürece, Müslümanlar hiçbir beşeri otoriteye boyun eğmediler. İslam Büyüğü’ne soruyorlar: “Allah’ı ne ile bildin?” Cevap: “İki zıddı birleştirmesiyle”.

İslâm; yaratılmışların en şereflisi insan ile varlığın diğer derecelerini birlikte zikrederek zıtları birleştirmiş, varlıklık âlemine bütünlük ve süreklilik getirmiş, hayatı parçalamamıştır. İnsan hayata ve varlığa saygı göstermekle mükellef olup, her nesne varlığını koruma, idame ettirme hakkına sahiptir. İnsan kendisine verilen ölçüler dışında bu verili haklara müda­hale edemez. İbadetlerde maksat; Kelime-i Şahadet’in dil ve davranış haline bürünerek, tüm faaliyetlerimize yansıması ve son nefesimize kadar devam ederek, imanda kemâle ermektir. Müslüman için yeryüzü, mânası itibariyle bir ibadethane hükmünde olup, bütün hal ve davranışlarında ibadet şuuruyla hareket etmekle mükelleftir. Batı insanı büyük acılar çekmesine rağmen, ıztırabı kendinde başlayıp kendinde biten'maddi ıztıraptır.

Onun içindir ki acısını, sevincini kaba kaba yaşar ve yansıtır. “Bakın ben ne kadar acı çekiyorum”, “Bakın ben ne kadar eğleniyo­rum.. .v.b”. Bu yüzden bencilcedir. Oysa, insanı diğer canlıların üstüne çıkarıp insanileştiren, mukaddes kılan, manevî ıztıraptır.

İnsana ruhî yüceliğini kazandıran, “başkası olmadan başkası için olma”nın zirvesine taşıyan bu ıztırap, müslümanın ayrılmaz vasfıdır. Bu bakımdan Müslüman: “Büyük muzdarip”tir.

Mevlüt Koç'un 2010'da Baran Dergisi'nin 200. sayısında kaleme aldığı "Beyazlar Kirli" yazısından alınmıştır.