Bugün ulema geçinen birçok ilahiyatçı veya diyanetçi Fetö ihanetini görmezden gelmiş, bir kısmı onların Abant toplantılarına yıllardır fahri başkanlık yapmıştır. Ne acıdır ki, tarikat çevreleri de Ehl-i Sünnet hassasiyetini kaybetmiş, işi tekke miskinliğine vurmuş ve FETÖ’cüler veya reformcular eliyle din elden giderken bunlarla mücadele edeceğine tesbihine sarılmış, şeyhini uçurma işleriyle meşgul olmuştur. Genel görünüşten bahsediyorum, genel duyarsızlıktan, yoksa bu işten rahatsız olanlar elbette vardır ve esasen tarikatların rolü ve misyonu temizdir, ulvîdir.
 
Hemen bir yaraya parmak basalım ki, Türkiye’de tasavvufî kökler çok derindedir ama mevcut tarikatlar gerçek mânâda tarikat değil, tarikat taklididir. Tıpkı Müslümanlığımızın birçok yönden “marka Müslümanlığı” yaftalamasını haketmesi gibi. Demek ki bu özeleştiriden İslâm ve tasavvuf karşıtlığı çıkmaz, Kemalistlerin veya din düşmanlarının ucuz taktiğine kapı aralanamaz. İslâm yücedir, ancak onu temsil planındaki Müslümanların zaafları vardır. Bizde maalesef tarikatlar daha çok cemaat niteliğindedir ve yine maalesef cemiyet kavgasından uzak sofuluk yolundadır. Bu sofuluk ise hâl manasında olmayıp nefsin hoşuna giden sofuluktur. Allah hepimize gerçek mürid olmayı nasip etsin ve dostu-düşmanı ayırt eden İslâm’ın itikadî, siyasî, ahlâkî çizgisini billurlaştıran, istikametimizi tavizsiz gösteren gerçek şeyh, önder, liderler nasip etsin.
 
Ehl-i Sünnet vel Cemaat diyoruz. Tam Türkçesi, “Sünnet ve Cemaat Ehli”. Bu güzel tabirin sünnet kısmını anlıyoruz, o da tam değil. Çünkü sünnet ibadetlerdeki şekil olmayıp, İslâm’ın tatbiki mânâsında bir bütündür, Müslüman’ın ilm-i hâlidir, farzdır, temeldir. Peki, Ehl-i Sünnet’ten sonra gelen ve ona vav ile bitişen “cemaat” tabirini yeterince anlıyor muyuz? Cemaat, topluluk demek ve İslâm topluluk olarak yaşanan bir din, bir cemiyet nizamıdır. Ve topluluk hakikati de sahabîlerde tecelli etmektedir. Bu tabirdeki “cemaat” vurgusu, sapkın fırkaların sahabîler arasında içtihat farkından doğan ihtilafları istismar etmelerinden dolayı “sünnet” tabirinin peşine ilave edilmiştir ve çok da güzel yapılmıştır. Zira dikkat edersek, çoğu İslâm dışı fırkalar sahabîlere dil uzatırlar. Bunların en şerlileri Ehl-i Şia olup, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a küfrederler. Güya Hz. Ali’yi severler. Onu da ilah seviyesine kadar çıkarırlar, ezana ismini ilave ederler. Allah’ın Sevgilisine hiç kimse şerik olamazken, bu tavır Müslümanlıkla bağdaşmaz.
 
Gelin görün ki bizdeki Selefîler ve hassaten de reformistler, imamları olan İbn Teymiyye’nin Şia’yı bütünüyle tekfir etmesine rağmen Şia destekçisidirler; İrancılarla kol kola, hep beraber İbda’ya dil uzatırlar. Çünkü Türkiye’de Ehl-i Sünnet kök salmıştır ve onun Cumhuriyetle beraber baskı altına alınan gücü Büyük Doğu-İbda ile temayüz etmiş, aksiyona geçmiştir. Rahatlarını bozan İbda cepheleri ise onlar için ortak düşman ve baş belasıdır.
 
Bizim tasavvuf anlayışımız Necip Fazıl’ın çok güzel bir şekilde çerçevesini çizdiği tasavvuf anlayışıdır. Yoksa ölçümüz filan hoca feşmekan mürid veya tarikat değildir. Şahıslara bakarak İslâm’ı, tasavvufu vs. değerlendirmek hatalı sonuçlara yol açar. Mesela Cübbeli Ahmed Hoca’nın da yanlışlıkları vardır. Kabirde yanmaz kefen reklamları, satranca haram demesi ve bu husustaki rivayetleri tek yanlı nakletmesi vs. söylenebilir. Fakat diyalogculara karşı yıllardır verdiği mücadele (başına gelen operasyon bu yüzden) önemli idi. Fakat Cübbeli’yi eleştirenler onun şahsında tasavvuf ve Ehl-i Sünnet’e vurmaktalar ve bu noktada tüm İbda Cephelerini karşılarında bulurlar. Bizim niyetimiz bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir. Kimseyle şahsî hesabımız yoktur, onun için fikre ve itikadî çizgiye bakarız, şahısları temel almayız. Düşmanlıklarımız ve dostluklarımız fikir içindir, yani Allah içindir.


Kazım Albay - Selefilik ve Reformculuk Üzerine