Hadisleri anlayıp yeni çağa tatbik etmede yeni bir usûle ihtiyaç vardır. Ancak bu, geleneği bir kenara bırakarak ve modernizm etkisiyle yapılırsa yıkım olur. İslâm’ı asrımıza tatbik için ihtiyaç duyulan yeni usûller tabiî ki usûl ve ilim geleneğimizi tamamlayıcı rol oynarlar. Modernist paradigmanın diliyle ve kabulleriyle yapılan usûl denemeleri ise yanlıştır ve bâtıldır. Ancak, asla bağlı kalarak ve onu yürüten bir diyalektik ve usûl olarak değişiklikler tabiî olarak ifa edilmeli, ilmî çaba ve keşf içine girilmelidir. Bu bir ihtiyaç meselesidir ve çözüm için gereken şartlar kuşanılmalıdır.

Mütekaddimin ve müteahhirin ulema geçmişte bunu sahih bir şekilde yapmış idi. Her devrin uleması İslâm’ı hayata tatbik için usulde gereken değişiklikleri veya ilaveleri yapmıştır ve onun için bir ulema zinciri söz konusudur. Sadece taklidle yetinilseydi böyle bir zincir oluşmazdı. Ancak Osmanlı’nın yıkılışı ve laik-din dışı bir rejim olarak Cumhuriyet’in kuruluşu ve harf devrimi ile ilim geleneğindeki zincir kopmuştur. Şimdi ise yeni ve kurucu bir sistem ve usûlle geçmişle bağımızın yeniden ve sağlam bir şekilde tesisi gerekir. Ayrıca bu kopukluğu giderici ve yeni meseleleri çözücü İslâmî ilimlerde usûl de gerekir. İslâmî bir perspektiften yeni bir paradigma ortaya koymadan, yenileşme ve ictihaddan bahsetmek, Batı rasyonalizmi ve onların ilim anlayışı tuzağına düşmek olur. Zaten hadis usûlü tartışmalarının perde arkasında oryantalizmin fikirleri bulunmaktadır. Onların tezleri maalesef içimizdeki bazı akademisyenler tarafından dillendirilmektedir. Ancak, tutarlılığı olmayan, sistem ve metod bütünlüğü arz etmeyen, sadece tartışma ve şüphe tohumları ekmeye yarayan iddialardan öteye geçemiyorlar. “Belki de amaçları budur.” diye, onlar hakkında güvensizlik de vardır.

Yeni hadis usulünü ilgilendiren bazı meselelere temas edelim:

Hadis ilmi ve usulü, hadisleri anlamaktan ziyade rivayet (isnad) sistemine odaklanmış ve sağlam zabta ehemmiyet vermiştir. Kendine has, müstakil bir anlama yöntemine sahip olmamıştır. Hadislerin anlaşılmasını konu edinen Dirayetü’l-hadis ve Fıkhu’l-hadis gibi çalışmalar da ilim dalı hüviyetine kavuşamamıştır. Tasnif dönemi sonrasında yorumla ilgili kitaplar telif edilmiştir. Böylece hadis şerh edebiyatı doğmuştur. Ancak bu ihtiyacı fıkıh usulü yerine getirmiştir.

Hadis usulünde üç dönem sayabiliriz. 1- Tasnif öncesi dönem: Buharî’den önce, sahabî ve tabiun dönemi. 2- Tasnif dönemi: Buharî ve öbürleri. Bu dönemde konulara ve râvîlere göre yazılmış hadis kitapları ortaya konmuştur. (Musannefler) 3- Tasnif dönemi sonrası: Hicrî 550’den sonra başlıyor. Hadislerde senedler artık zikredilmez. İmam Nevevî, İmam Suyûtî, İbn Hacer, Bedrettin el-Aynî, Kâdı İyaz tasnif dönemi ve sonrası arasındadır.

Hadisleri değerlendirme kriterleri açısından dönemlerde farklılıklar oluşmuştur. Mesela, klasik dönemde rüyada hadis tashihini görmüyoruz. İmam Suyûtî’de (ö. 911/1505) bu husus görülür. Bu hadis usulüne de yansır. Kelâmdaki nübüvvet-imamet, nüzul-i Îsâ gibi konular hadis usulüne de girer. Zaman ve mekân şartları icap ettiriyor, diyebiliriz. Mesela tasavvuftaki rüya, felsefedeki akıl, zaman ve mekân şartlarına göre hadis usûlüne girmiştir. Esas olan nasları anlamaktır. Hadis usûlü ise bunun altındadır. Zâhirci bir âlim ve Zâhiriyye mezhebinin en büyük temsilcisi olan İbn Hazm (ö. 456/1064), bir hadise dayanarak caminin yanında evi olup camiye gitmeyenin evi yakılır, diyor. Bu ise hadis usûlüne yansır. Mâlikî âlim İbn Abdülber (ö. 463/1071) Mayorka adasında İbn Hazm ile tartışır ve onu yener… Makâsıd ile ilgili el-Muvâfakât isimli önemli bir eseri olan Endülüslü Mâlikî fakihi Şâtibî (ö. 790/1388), Mâlikî mezhebi ile Hanefîliği mezceder. Bunlar usûl mevzuları ve duyulan ihtiyaçla alakalı hususlar. Mecelle’deki, “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tegayyürü kaçınılmazdır.” ilkesine de bu açıdan bakınca yeni bir hadis usulü anlayışına ihtiyaç olduğu görülür. Zira esas sabit, onu yürüten usûl ise çağa göre değişkenlik arz eder. Ancak esas ile sıkı sıkıya bağlı usulü kastetmiyoruz. Temel ve değişmez olan esas ve usûl prensiplerini yürütecek olan usulden, metoddan, diyalektikten bahsediyoruz. Hayri Kırbaşoğlu gibiler usûlde yenilik yapıyor ancak hep yıkıcı oluyor. Öyle ki oryantalistleri bile geçiyorlar. İslâmî bir dünya görüşünün sistemli ve tutarlı anlayışına sahip olmayan ve esasen modernizmin “şuur süzgeci” ile ölçülere bakanlar, sadece kendini ortaya çıkarıp geçmiş ulemayı dışlıyor.

Hadis usulünü de yenilemek gerekir, ancak aslına bağlı ve geleneği dışlamadan. Fıkıh usulü hadis usulünün daha üstündedir ancak yukarıda bahsettiğimiz mânâda usûl, makasıd gibi günümüzün bazı şartlarını dikkate almazsak zararımız olur. Mevcut fıkıh usûlü ile de gidemeyiz. Zira usûlün dinamik karakteri olup çağın doğurduğu yeni meselelere çözümler sunmak icap eder. Usûl birikiminin toptan reddi ise yanlış olup fıkhu’l-vaki (devrinin şartlarını bilmek), fıkhu’l-evleviyât (öncelikler fıkhı) gibi usûl meselelerini gerektirdiği yeniliklerden bahsediyoruz.

Tecdid, ıslah mevzuuna ister istemez geliyoruz. Elmalılı Hamdi Yazır diyor: “Bekâ içinde tecdid, tecdid içinde bekâ.”(1) Bekâ, sabiteler demek, tecdid ise değişkenler demek. Pergelin ucu sabit olacak. Usûlümüz bu olmalı.

Klâsik metinleri bugünle bağlantılı anlatamazsak hayatla bağlantı kurmakta zorlanırız. Ancak kalıp tekrarından ibaret kalırız. Çağın meselelerine çözümler sunmak, sentezci-terkipçi, ıslahçı-tecdidçi bakış açısı gerektiğini söyleyelim. Çünkü İslâmî metinler şablon olarak bize çağımızın meselelerinin çözümlerini vermez. İzzetbegoviç, Mustafa Sabri, Muhammed İkbal, Ferit el-Atlasî bu arayış içinde olan isimlerden bazılarıdır. Mütefekkirlerin rolü burada devreye girer ve kurtarıcı olur. Ancak bu hususta dikkat edilecek nokta reformizme kaymamaktır.

İlk plânda doğru gibi gelen ancak yanlış olan şu yönteme de dikkat çekmek istiyorum. Terimleri İslâmîleştirerek de bu iş olmaz. “Bilginin İslâmîleştirilmesi” diye bir akım var ve kurucusu Raci el-Fârukî’dir. Bu akım Malezya’da devam ettirildi. Şunu ifade edelim ki, modern dönem bilgisi Batı’dan etkilenmiş bir bilgidir. Psikoloji, sosyoloji vs. hep Batı’nın terimleriyle kurulan ilimlerdir. Terimleri ıslah etmekten öte paradigmayı hedef almak, onu İslâmîleştirmek yâni yeni bir sistem ve anlayış (dünya görüşü) gerekir. Malezya’da “bilginin İslâmîleştirilmesi” anlayışı Temel İslâm Bilimlerinde Vahyî İlimler diye kullanılır. Mesela, İslâmî psikoloji diyorlar. Ancak İslâm ve psikoloji demek daha uygundur. Bilginin İslâmîleşmesi diyenler, terimleri değiştirerek bu işi yapacaklarını zannettiler. Halbuki mesele paradigmayı sorgulamak ve değiştirmek, alternatif paradigma kurmaktır. Sadece kavram değiştirerek, mesela, “İslâm ekonomisi” demeyle İslâmî düzen kurulamaz, yapılanlar da İslâmî olmaz. İslâm’da ekonomi ihmal edilemez, ancak ideal değildir. Üretim ekonomisi, tüketim ekonomisi kavramlarını sorgulamamız gerek. Paradigmayı sorgulamaktır esas olan. Bu paranın ucu, bankanın ucu nereye gidiyor? Sadece bazı yöntem ve kavramları değiştiriyorlar. “Faizsiz kâr payı” deniyor, “katılım bankacılığı” deniyor ancak aynı sisteme bağlılar. İslâmî bir perspektiften yeni bir paradigma ortaya koymuyorlar. Batı’dan alınanları “biraz” İslâmîleştirerek, uyarlayarak veriyorlar. Halbuki günümüze İslâm anlayışı sunmaktır mühim olan. Klasik eserlerden süzülmüş ancak yeni olan ve sistem tutarlılığına sahip olan bir dünya görüşüne ihtiyaçtan bahsediyoruz.

Geçmişte kalmak veya onu kuru kuru taklid etmek ise bir nevi anakronizme düşmek olur. Çağımızda İslâm böyle yürütülemez. Mesela, kölelik, kadın-erkek ilişkileri, hile-i şeriyye gibi meseleleri bugün nasıl değerlendirmeliyiz? “Bir gün gelecek kadın Yemen’den Şam’a kadar emniyetle gidecek.” rivayetini bugün nasıl değerlendirmeliyiz? Bu durumda fıkıh devreye giriyor, ancak füru-i fıkıh denen fıkıh ilmi değil, usûl-ı fıkhı da kapsayan ve ilk dönemlerde fehm-anlayış mânâsına gelen fıkhı kastediyoruz. İşin çok yönlü ilim ve hikmet yönüne işaret açısından şunu da ilave edelim. Hadisleri anlama, Kur’ân’ı anlamadan daha zordur. Zira detay ve rivayet çoktur.

Usûl ve anlama ile ilgili bazı misallere yer verelim. Hadisleri literal-lafzî mânâda almak yanlış neticelere varır. Çünkü Allah Resûlü’nün konjonktürel uygulamaları var, bunların bilinmesi icap eder. Aslında bunlar kimlik oluşturmak içindir. Mesela, Yahudilere muhalefet etmek için, “Aşurelerini tutun, ancak bir gün ilave edin!” diye buyurması. Burada hem muvafakat hem muhalefet var. Mesela, kabir ziyareti önce yasaklandı; putperestliğe meyil olmasın, diye. Sonra bu tehlike ortadan kalkınca mezar ziyareti serbest olmuştur. Bütün bunları tarihî dönemle ilgili görmek ve bir süreç olarak değerlendirmek lazımdır. Bu rivayetlerin vürud sebebleri bellidir ve buradan tarihselcilik çıkmaz. Bir başka misal: Allah Resûlü’nün, “Hurmaları aşılayınız… Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!” hadisinin sebeb-i vürudunu görmezden gelip, risalet görevi ile ilgili olmayan dünyanın tecrübî işlerinde ümmete serbestlik verildiğini anlamayanlar, buradan laiklik çıkarmaya kalkabilirler, ancak bu hadisten laiklik çıkmaz. Dücane Cündioğlu gibi deist karakterdeki kişiler ne kadar uğraşsa da bu hadisten din ve dünya işleri ayrıdır, diye bir mânâ çıkmaz. Zira İslâm’da din ve dünya bölünmez. Zihinlerin bölünmesini İslâm kabul etmez. Biz her alanı İslâmîleştirmekle mükellefiz. Evinde Müslüman, AVM’ye gidince laik-seküler, bu olmaz.

Hadis lafızlarının delalet ettiği anlamlar bahsi önemli olup bazı misallerle açıklayalım. Tasvir- resimle ilgili hadisleri iyi anlamalı. Mesela, kameraman ve fotoğrafçıyı tasvir yasağından bahseden hadise dahil edemeyiz. Mecaza misal olarak da şu hadisi verelim: “Cennet annelerin ayakları altındadır.” Bu hadisin birebir lafzen aslı yok, ancak aynı mânâda başka lafızlarla rivayet edilmiş. Şöyle ki: Sefere katılmak isteyen sahabîye Allah Resûlü evinde kalıp annesine hizmet etmesi için, “Cennet annenin iki ayağındadır.” diye buyurmuştur. Başka bir misal: “Temizlik imanın yarısıdır.” hadisini almışız, “Temizlik imândandır.” demişiz. Tıpkı yukarıda verdiğimiz misaldeki, “Cennet annelerin ayakları altındadır.” diye hadis özetlemek gibi, lokal örnekleri genişleten veya daraltan rivayetleri görürüz. Aslı var ancak lafzı doğru değil, yâni lafzı birebir doğru değil. Zaten hadis âlimleri mânâ ile rivayete cevaz vermişlerdir.

Usulden, anlayıştan bahsediyoruz. Usûl, edep demektir, edeb ise hadlere riayettir. Mevzuumuzla ilgili bir usûl (edeb) vasfı olarak şunu hatırlatalım: Bilmediğin, anlamadığın hadisi reddetmek yerine tevakkuf etmek (beklemek) daha doğrudur. Tevakkuf terbiyesi olmalı. İlmin usulünde bu var, ancak konuşmanın marifet sayıldığı çağımızda bunu pek göremiyoruz. Yahut edepsizler edeplileri bastırıyor.

Yeri gelmiş iken şu hususu da ifade edelim. İlahiyatlarda okutulan hadis usulünde Hanefîlik usûlü dışlanmıştır. Daha ziyade ehl-i hadisin bakış açısı vardır. Halbuki Hanefîliğin hadis usûlü, sadece isnat sistemiyle yetinmeyerek dinin bütünlüğünü ele alarak hadislere bakmayı ve ihtilaflı durumları da bütüncül bakış açısıyla çözmeyi hedeflemektedir. Bu usûl, çağımızdaki meselelerin çözümü için en çok ihtiyaç duyulan bir usuldür. Zira problem, ravi-isnad sistemi gibi teknik bir mesele değildir. Şunu da ilave edelim ki, hadisin sened tenkidi ile metin tenkidi farklı şeylerdir. Bir hadisin sahih olması başka onunla amel edilmesi başkadır. Hadisle amel edilmesi mevzuu fıkıhçının işidir.

İslâmî ilimlerde yenilik meselesine de kısaca temas etmek istiyorum. Kelâm ilminde bazı değişiklikler olması tabiîdir, öbür İslâmî ilimlerde de olabilir. Ancak denge bulunamıyor. Mihrak kaybedildiği zaman savrulmalar başlıyor. Kelâm ilmi için söylersek, mesela bilgi teorisinde tecrübî metoda yönelinebilir, düşünmeye daha müsait. Fizik ve astronomide Batlamyus bırakılıyor, Kopernik’in madde-enerji görüşü alınıyor. Hudus delili yerine Kur’ân-ı Kerim’de de sıkça işaretlenen gaye ve nizam delili tercih ediliyor. Bunlar tabiî şeyler. Ancak şu hususlara da dikkat etmek gerekiyor: Oryantalizm’den etkilenerek tasavvufî kavramlar eleştiriliyor. Hürriyet ve eşitlik bahisleri üzerinde sıkça duruluyor, ancak Mutezile’ye gidiliyor. Mucizeleri inkâr mevzuu da böyle ortaya atılıyor.

Gelenekçi büyük âlimler her biri müstakil metod kuran orjinal şahsiyetlerdir. Günümüzde ise sorun ortaya konulup bunun metodu da gösterilmesi icap eder. Yeni ilm-i kelâm diye soruna işaret edilmiş, ancak çözüm bulunamamış. Klasik hadis usulüne saldırıyorlar ancak kendileri bir usûl bulamıyorlar.

Hadis usulünde, temel bâki olmak üzere zaman ve zemine göre doğan zaruretlerden dolayı bazı yenilikler icap eder. Bu hususta fıkıh usulüne göre olan anlayışı hadis usulüne yerleştirmekte fayda görülebilir. Fıkıhçıların “hadisleri arz” yöntemini sadece Kur’ân’a arz diye anlıyorlar ki, bu doğru değildir. Hadisler zaten Kur’ân’a aykırı olamaz ki! “Hadisleri arz” yönteminde söz konusu olan dinin temel kurallarına arz etme yöntemidir. Bu işi yapacak yetkin kişi, tüm Kur’ânı bilecek, hadisleri bilecek, usûlü bilecek, ondan sonra Kur’ân’a arz edecek. Yoksa bir âyete bir hadise bakıp, “Bu Kur’ân’a uygun değildir.” demek doğru değildir. Cımbızla bir hadis alınıp ondan sonra red yoluna gidiliyor. Fıkhu’l-sünne diyenler, mezhepleri de ortadan kaldırmak istiyorlar. Fıkhu’s-sünne demekten ziyade fıkhu’l-hadis demek daha doğrudur. Ayrıca şu husus önemlidir. Hangi akıl ile yâni hangi Kur’ân anlayışına arz edeceksin? İşi gücü modernizme göre ölçüleri eğip bükmek olan reformistin aklına göre mi, katı zâhirci anlayışı savunan Selefînin bakış açısına göre mi? Bunların yaptıkları şudur ki, bir âyeti alıyorlar, öteki âyeti görmezden geliyorlar.

Başka bir usûl noktasına temas edelim. Ehl-i Sünnet’in dinamik yönünü anlamadan sadece itikadî ölçülerle yetiniliyor. Halbuki çağımızda itikadî ve amelî ölçüleri de muhafaza edecek, onlara kalkan olacak dinamik bir Ehl-i Sünnet bakış açısı gerekiyor. Günümüzde İslâm’ın yürütülmesi için şer’î siyaset de şarttır. Öyle ki, insanın organizmasını yürütmesi için yaptıkları neyse siyaset de odur. İslâm’ın cemiyete nakşı için şer’î siyaseti bilmek gerekiyor ki, İslâm bünyesi yaşasın, hayatiyetini devam ettirsin. İslâm davasının sağlam ve tutarlı yürütülmesi için de “sisteme bağlı siyaset” şarttır. İşte burada BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışının pusula değeri ortaya çıkıyor. Yoksa yapılanlar bir amaca hizmet etmeyecek devamlı yap-boza dönecektir. İyi niyetli olmayan modernist, liberal vs. tipler hariç tutulursa günümüzde sorun sistem ihtiyacının anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Sistem ihtiyacına cevap verir nitelikte olan Necip Fazıl ve onun İdeolocya Örgüsü ise sadece edebî ve cazibeli ifadeler olarak görülüyor, Salih Mirzabeyoğlu’na ise hâlâ yaklaşılmaktan çekiniliyor. Her iki mütefekkir de ilmî literatür içinde mütalaa edilmek istenmiyor. Bu fikriyata bağlı olanların ise ilmî, edebî, sanat vs. mevzularında ocaklaşamaması ise sorunun çözümünü geciktiriyor.

Not: Bu çalışmadaki ilmî bazı tesbitler hususunda Prof. Dr. Özcan Hıdır Hoca’nın Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde verdiği Hadis Usûlü ve Edebiyatı yüksek lisans dersi (2019 Bahar dönemi-25.05.2019) notlarından istifade edilmiştir.

Dipnot

1-Elmalılı Hamdi Yazır, Metâlib ve Mezâhib, Eser Neşriyat, İstanbul, s. 47.

Baran Dergisi 747.Sayı