Akdeniz’le alâkalı olarak yapılan tartışmalara baktığımızda, hadiseye yalnız bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımı noktasından yaklaşıldığını, oysaki bütünün bir türlü kavranamadığını ve karşımızda teşkil eden cebhenin merkezinde kimin yer aldığının ise hiç mesele bile edilmediğini görüyoruz.

Biraz geriye giderek, bugün yaşananların arka planında ne olduğuna Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası B-Yedi” penceresinden bakacak olursak:

- “A.B.D. güdümündeki “Yeni Dünya Düzeni” AVRUPA Birliği’ni teslim alınca, yeni AVRUPA Anayasası ona uygun bir çizgide hazırlanmıştı. Zaman içinde AVRUPA Birliği adı altında eriyecek bir FRANSA demek olan bu Anayasa’ya, hem FRANSIZ devleti, hem de milleti, karşı çıkmışlardı. DÜNYA Düzeni sürecinin tavsamasına sebeb olan bu durum karşısında Uluslararası Siyonist lobilerin desteği ile, SARKOZY başa getirildi. AVRUPA Birliği projesi içine alınan AKDENİZ Birliği (Avrupa’nın terliği) projesi amacında FRANSA daha çok A.B.D. ve İSRAİL’e yakın politikalar takib etmiştir…”

- “SARKOZY, Fransız politikasını İSRAİL çıkarları doğrultusuna kaydırmıştır… Kısa tarihçe: OSMANLI İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine ORTADOĞU’ya gelen YAHUDİLER, İNGİLİZ hegemonyası altındaki bölgede güçlerini arttırmışlardır. İKİNCİ Dünya Savaşı’ndan yararlanarak devletlerini kurmuşlar ve A.B.D.’nin gücünden yararlanarak ORTADOĞU’da güçlerini arttırmışlardır. Bugün A.B.D.’nin onbinlerce kilometre öteden gelerek IRAK ve bölge ülkelerine saldırmasının ana sebebi, İSRAİL’in güvenliği ve dünyanın MERKEZÎ bölgesine hâkim olma arzusudur. Çeşitli sebeplerle IRAK’tan askerlerini çekme safhasında, İSRAİL’i koruyacak güç kalmamakta, bu yüzden de TÜRKİYE’yi aynı amaçla IRAK’a sokmayı istemekte… TÜRKİYE’nin isteksizliği üzerine, SARKOZY’nin İSRAİL’i ORTADOĞU’da yalnızlıktan kurtarmak üzere AKDENİZ Birliği teklifi, dünya gündeminde. (2008’de yapılan bu tesbitler, 2011’in şu günlerinde icra olarak ortada. “DEMOKRATİK isterik!”… Ama LAİK’inden olsun!)… Tam bu safhada FRANSA, KIBRIS’tan askerî üs istemiştir. Eski bir İNGİLİZ sömürgesi olan KIBRIS adasında İNGİLİZ üssü dururken, bu üsleri A.B.D. ve İSRAİL hâliyle kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken, ORTADOĞU hegemonya mücadelesinde FRANSA da yeniden devreye girmektedir. OSMANLI İmparatorluğu’nun son dönemlerinde İNGİLTERE ile beraber ORTADOĞU’ya gelen FRANSA, bugünkü merkezî bölge haritasını çizerken, burayı İNGİLTERE ile paylaşmıştır. Sonrası malûm: SURİYE ile LÜBNAN’dan çekilmesi… İSRAİL’i çevreleyen ülkeler arasında onu en çok üzen bu iki ülkenin ona ciddi tehlike arzetmesi üzerine, FRANSA’nın yeniden devreye sokulması – BATI gücünü temsilen… İSRAİL’in, FRANSA’nın Kıbrıs’ta üs edinme isteğine desteği… Malûm FİLİSTİN meselesi… Vesaire vesaire…”

***

Babası Macar Yahudisi, annesi ise Selânik Sebatayı olan Nicolas Sarkozy’nin başlattığı Akdeniz Birliği süreci, Arab Baharı’nın kontrolden çıkmasıyla ilk planda tavsadı. İşlerin kontrol altına alınabilmesi için Mısır’da Hüsnü Mübarek’in yerine seçilen Muhammed Mursî askerî darbe ile devrildi ve yerine Sisi getirildi; Libya’da isyancılara destek vermek amacıyla Muammer Kaddafî’ye bağlı güçler Fransa tarafından bombalandı ve Kaddafî linç edildi; Türkiye’de 15 Temmuz’da askerî darbe girişiminde bulunuldu.

Tüm bu girişimler neticesinde işlerin durulduğu ve artık kaldığımız yerden devam edelim fikrinin ön plana çıktığı bir noktada, Fransa’nın başına bu kez Emmanuel Macron getirildi.

Macron’un siyasî kariyerine bakacak olursak, dönüm noktasının Jacques Attali ile tanışması olduğunu söyleyebiliriz. Jacques Attali sıradan bir isim değil. Cezayir’in bağımsızlığı sonrası Paris’e göçmek zorunda kalan Yahudi bir ailenin çocuğu. 1981-1991 yılları arasında dönemin Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın “özel danışmanı” olarak görev yapmış. Aynı zamanda ünlü bir ekonomist ve yazar. 1991’de kurulan Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası’nın (BERD) ilk başkanı. Jacques Attali, “Macron’u ben yarattım, ben icat ettim, tamamen” diyecek kadar da açık sözlü biri.

Macron, Attali aracılığıyla ünlü Rotschild’ın bankasına geçti. Performansı ile orada olağanüstü hızlı yükseldi, milyarlarca dolarlık satış dosyalarını yönetti. İş dünyasının önemli isimleriyle tanışması bu dönemde gerçekleşti.

Yine Attali aracılığıyla 2011 yılında o dönem Cumhurbaşkanlığına hazırlanan François Hollande ile tanıştı. Hollande kendisini “ekonomi danışmanı” olarak yanına aldı. Hollande 2012 yılında Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Macron’u Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcılığı görevine getirdi. Macron ülke yönetiminin en stratejik merkezi olan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğindeydi.

Kronik işsizliğe bir türlü çare üretemeyen Hollande, Ağustos 2014’te Macron’u Ekonomi ve Sanayi Bakanı olarak atadı. Macron hiçbir seçimde aday olmaksızın bakanlığa kadar yükselmişti. Fransız toplumu kendisini kesinlikle tanımıyordu.

İktidardaki Sosyalist Parti içindeki bölünmeler, hükümetin liberalliğe kayan politikalarına parlamentodaki sosyalist parlamenterlerin direnmeye başlaması ve Hollande’ın 2017 cumhurbaşkanı seçiminde aday olma olasılığının azalmaya başlaması Macron’u yeni bir hareket kurmak için kamçılayacaktı.

Aslında, sistem ve AB karşıtı olmayan, siyasî mazisi “lekesiz”, genç ve dinamik bir ismin siyasette ön plana çıkması liberal iş dünyası, AB lobisi ve hepsinden de önemlisi Siyonist lobi tarafından desteklendi. AB, kurum olarak, Macron lehinde propaganda yaptı, Almanya Başbakanı Merkel de kendisini Berlin’de makamında kabul ederek desteğini gösterdi.

Macron, ülkede yükselen sağ ve sol popülizmin iktidara yürüyüşüne karşı, Fransa’yı Amerika ve Yahudi Devleti’nin güdümündeki Dünya Düzeni’nde tutmak ve başta Akdeniz çevresini bu düzene göre yeniden tertib etmek üzere adeta yoktan kurgulanmış siyasî bir mühendislik ürünü olarak siyaset sahnesine sürüldü, seçimleri kazandı ve Fransa’nın başındaki yerini aldı.

Fransa’ya Cumhurbaşkanı Macron’un şahsı üzerinden yüklenen misyon, bu misyonu tanımlayan görünürde Amerika ve tüm bu hadiselerin arkasındaki asıl merkez Yahudi Devleti, kendilerine tevdi edilen finansörlük misyonunu ifâ eden Suudî Arabistan ve BAE, bunlara kuyrukçuluk yarışına girmiş bulunan Mısır, Yunanistan ve Libya’daki Hafter tam da bu şekilde bir bütün hâlinde amaçları ile beraber ele alınmalıdır.

Neresinden bakarsak bakalım, yukarıda bahsettiğimiz planın karşısında duran tek ülke Türkiye’dir ve bu sebeble de tüm bu kadro için öncelikli hedef teşkil etmektedir. Bugün maruz kaldığımız siyasî ve iktisadî saldırılar ile Suriye’nin kuzeyinde kurulmak istenen “Kürt” devleti fikrinin arkasında hep bu hesabın yattığını görmek gerekir.

Bu bütün görülmeden Türkiye’nin Suriye ve Libya politikası başta olmak üzere Doğu Akdeniz’de izlediği siyaset, girdiği siyasî ve askerî çatışmalar yalnız bir münhasır ekonomik bölge, deniz sınırı anlaşması ve terörle mücadele sığlığına irca edilmiş olur ki, bu bakış açısı Türkiye’yi ilerletmek şöyle dursun, eldeki kazanımların da yitip gitmesine vesile teşkil eder.

Yunanistan ile Mısır’ın kendilerine tevdi edilen “emir” çerçevesinde Türkiye’ye karşı Akdeniz’de imzalamış olduğu deniz yetki alanı anlaşmasına karşılık olarak, Türkiye’nin, Yunanistan-Mısır-GKRY tarafından yapılan anlaşmanın kesişim noktasını Navtex ilân ederek giriş çıkışlara kapatması ve burada vazifelendirilen Oruç Reis sismik araştırma gemisiyle arama tarama faaliyetine girişerek, mekânın sahibinin kim olduğunu fiilî olarak deklare etmesi son derece yerinde olmuştur.

Türkiye bu duruşunu kararlı bir şekilde sürdürmeli ve bedeli ne olursa olsun kuyrukçulara da, onların çaptan düşmüş, zamanın ruhunu elinden kaçırmış, kendilerini ve Türkiye’yi hâlâ Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki hâliyle değerlendirme ve buna göre siyaset belirleme gafletine düşmüş efendilerine de pabuç bırakmadan, kendi siyasetini belirlemeli ve sürdürmelidir; tüm bu hadiselerin asıl merkezinde Yahudi Devleti olduğunu hiçbir şekilde gözden kaçırmadan!

Baran Dergisi 709.Sayı