Başlıktaki “Akıncı Spor Anlayışı veya Ahlâkı” terkibinde yer alan “Akıncı” kavramına kısaca değinmek istiyorum. Her şeyden evvel “Akıncı” kavramı, ilkin Devlet-i Aliye-i Osmaniyye’nin kuruluşunda, meselâ Osman Bey’in Alplerden müteşekkil beylik veya askerî teşkilâtında, serhad boyları olarak da bilinen sınır bölgelerinde, düşman ülkelerine akınlar, baskınlar tertipleyerek yıpratma ve dahi istihbarat elde etmek harekâtında bulunan hafif süvari birlikleri için kullanılmıştır. Hemen belirtelim ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Osman Bey’in Türkmen Beyleri üzerinden örgütlediği askerî teşkilat, “Akıncılar” olarak da adlandırılmıştır. Demek ki “Akıncı” veya “Akıncılar” kavramı, Osmanlı Devleti’nin askerî teşkilatında kullanılan has ve hususî bir kavram olarak literatürde yerini almıştır.

Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinden hemen sonra, meselâ Türkiye şartlarında “Akıncı” veya “Akıncılar” kavramını belirli bir ideolocya çerçevesinde ilk kullanan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’dur. Yakın tarih itibariyle, Türk siyasî hayatında “Akıncı” veya “Akıncılar” kavramını günümüz Müslüman Türk dünyasına taşıyan ve de tanıtan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Akıncı” veya “Akıncılar” kavramının hem isim babası ve hem de bu kavram veya kavramlara belirli bir dünya görüşü veya ideolocya manzumesi üzerinden ruhî, fikrî ve amelî bir muhteva zenginliği kazandıran yegâne kişidir.

Doğru söylemek gerekirse, başlıktaki “Akıncı Spor Anlayışı veya Ahlâkı” mevzuu aslında müstakil bir mevzu olarak ele alınmayı ziyadesiyle hak ediyor. Çünkü bu mevzu, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemine nisbetle, yani “Yeni İnsan Yeni Nizam” çerçevesinde, “Yerli ve Milli” bir “Spor Felsefesi veya Hikemiyatı” iddiası taşıyan mühim bir mevzu olarak anlam kazanmaktadır. Evet, bu mevzu, Hıristiyan-Yahudi Batı Kültür ve Medeniyetine nisbetle teşekkül etmiş veya ettirilmiş olan “Modern Spor Anlayışı veya Ahlâkı”na karşı, diğer bir ifadeyle de “Modern Olimpiyat Oyunları”nın üzerine bina edildiği “Olimpizm Felsefesi” karşısında yeni bir “Spor Anlayışı veya Ahlâkı” teklif ettiğinden dolayı, müstakil bir mevzu olarak ele alınmayı ziyadesiyle hak ediyor. Bu mevzu aynı zamanda, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemine nisbetle kendini aramak, bulmak ve bilmek mevzuunda da çok önemli bir yere sahibtir denilebilir. “Akıncı Spor Anlayışı veya Ahlâkı” olarak kavramlaştırmak istediğimiz “Beden Terbiyesi ve Spor” mevzuunu derinliğine ve genişliğine doğru meydan yerine taşımak ve dahi, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemine nisbetle yerini, değerini ve izahını yapmak, hakikaten bütün samimiyetimle söylemek isterim ki, en büyük arzum ve dileğimdir. En büyük idealimdir. Bu mevzuun posedesi veya meczubu olmak dışında kıymete değer başka da hiçbir şey istemem! Ya nasib!

“Mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak” cümlesinden olarak, belirli bir mevzuun derinliğine ve genişliğine doğru ele alınması, ilkin psikolojik veçhesiyle “ferdî hakikat”, sonrasında ise sosyolojik veçhesiyle “topluluk hakikati” çerçevesinde ele alınmayı gerektirmektedir. Diğer bir ifadeyle de belirli bir ruh ve fikir istemi veya dünya görüşü veya içtimaî sistem, tabi olduğumuz ruh ve fikir sisteminden dolayı da, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın referans noktası olarak beliren “İdeolocya Örgüsü” çerçevesinde ele alınmayı gerektirmektedir. Dini literatür üzerinden söylersek, itikadî ve amelî boyutuyla ele alınmayı gerektirmektedir. Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat anlayışında itikad ve amel mevzuu, niyet ve amel mevzuu üzerinden söylersek, “Ameller niyete göredir; fakat neticesine göre hükmolonur” dinî hükmü çerçevesinde, yaşanmaya değer hayatın bütününe şâmildir. Ehl-i Sünnet anlayışı veya ahlâkına göre aslolan itikaddır. Amel ise tâli, yani teferruattır. Yine Ehl-i Sünnet anlayış veya ahlâkına göre itikattan bağımsız veya niyetten müstağni olarak varlık alanına çıkan her tür amel, diğer bir ifadeyle de müstakil olarak zâhir olan tüm ameller hiçbir kıymet ifade etmez! Bundan dolayıdır ki, varlık alanına çıkan tüm ameller, tıpkı tâli yolun anayola bağlanması örneğinde olduğu gibi, itikad ve niyete bağlıdır; itikad ve niyetin birer tezahürüdür. Meselâ namaz, sadece eğilip kalkmak, yani başıboş bir egzersiz olmadığı gibi, oruç da, perhiz çerçevesinde şekillenen bir riyazet egzersizi değildir. Gerek namaz ve gerekse oruç, diğer tüm ibadet şekilleri veya ritüellerinde olduğu gibi, niyet ve amel çerçevesinde şekillenen ve de sadece ve sadece Allah rızası için yapılan birer ibadettirler. Diğer taraftan, meselâ amel itikadın aynı değildir; amma velâkin amel itikada göre bina edilir. Diğer bir ifadeyle de amel dediğimiz şey, asla ve kat’a itikattan bağımsız değildir. Bundan dolayıdır ki “amel itikattandır” denilmiştir. Bu mevzuda “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, 2. bin yılın yenileyicisi ve de müceddidi olarak beliren İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin anlayışını benimsemektedir. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ne göre, meâlen, “Eğer ki bir insanın itikadı sağlam ise, amelde ne kadar eksiklik gösterirse göstersin, en nihayet cehennemde cezasını çeker ve sonunda cennete gider. Ama buna karşın, eğer ki bir insanın itikadı sağlam değilse, amelde ne kadar çok kâmil olursa olsun, yani ne kadar çok taat ve ibadette bulunursa bulunsun, hiç fark etmez, eninde sonunda gideceği yer ebedî cehennemdir.” Tam da bu noktada, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” (İbn-i Arabî ve İmam-ı Rabbanî Hazretleri) ekolleri arasında büyük bir otağ, çadır veya karargâh kuran ve “Berzah” keyfiyetini haiz “Zâtında Birlik” mânâsını mündemiç “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” üzerinden “Vahdaniyyet Düşüncesi”ne, diğer bir ifadeyle de “Mehdiyyet Düşüncesi”ne dikkatleri çekmek isterim. Yani, “Her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur.” Akl-ı selim üzerinden anlam kazanan, daha doğrusu yeni zaman ve mekânda “terazi ipleri kendinde toplanan halka” keyfiyetini haiz toplayıcı hükmüne! Bu çerçeveden bakıldığında, itikad ve amel mevzuu, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman dilimine girdik” sözü üzerinden yeni bir değerlendirmeye tabi tutulsa yeridir. Neyse, mevzuyu daha fazla uzatmadan ve de dağıtmadan sadede gelelim ve kendini aramak, bulmak ve bilmek mevzuunda spesifik bir boyut olarak anlam kazanan “Akıncı Spor Anlayışı veya Ahlâkı” mevzuuna şu şekil bir giriş yapalım. Bu tür bir giriş yapmaktan maksadımız, tâbi olduğumuz “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Remz Şahsiyeti” olarak beliren İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden “Berzah” hakikati ile “mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak” keyfiyetini haiz “Beden Terbiyesi ve Spor” mevzuu üzerinden şekillenen “Spor Felsefesi veya Hikemiyatı” arasında, “Kendinden Zuhur Diyalektiği” çerçevesinde metafizik bir sondaj denemesi yapmaktır. Bismillah!

1987-1988 Eğitim ve Öğretim yılı… Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü 2. Sınıf öğrencisiyim… Müslüman Anadolu insanı olmamız hasebiyle, içinde bulunduğumuz spor dünyası ile Müslüman kimliğim arasında çok büyük bir çelişki yaşamaya başladım… Süreç içerisinde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatından öğrendim ki, bendeki bu çelişki, ideolojinin tarifinde saklı olan, “İnandığıyla yaptığı iş ve eser arasındaki uyum” eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Yani, “Belirli bir ruh ve fikir veya duygu ve düşünce sistemi” olarak da anlam kazanan “ideoloji” eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bendeniz bu eksikliği ilkin bir ideoloji eksikliği olarak değil de, İslâmî hassasiyet eksikliği olarak algılamıştım. Sözkonusu eksikliğin giderilmesi için kendimce büyük bir nefs muhasebesine giriştim. Hal böyle olunca da büyük bir arayış kaçınılmaz oldu. Sözkonusu bu arayışın seyri hakkında, İBDA Mimarı’nın vermiş olduğu güzel bir misâl aklıma geldi. Şahsî menkıbem hakkında ziyade leziz bulurum bu misâli ki, o da şu: “Muhallebi çok güzel. Peki, yedin mi? Hayır, yemedim, babam yedi…” Bu misâlin hemen ardından şu misal: “İnsan damağına uygun bir tat arıyor. Damak tadına hitab eden yönüyle tatmaya başlıyor. Bu değil, bu değil, işte bu!” denilen duruma benzer bir arayışın neticesinde, dönemin İslâm adına ne kadar cemaat, grub, teşkilat vs. varsa hemen hepsinin çap ve keyfiyetine baktım ve en nihayet aradığım tat işte bu dercesine, benim aradığım tat bu dedim ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile müşerref oldum. O gün bugündür, ben kendim için her ne kadar kâmil bir İbdacıyım diyemesem de, İbdacı olabilmenin liyakat şartlarına ermeye çalışıyorum, diyebilirim. Neredeyse tam 30 yıl oldu, ne ve nerede olmam gerektiğini bilmeme rağmen, “olmak yolunda olmak” gerektiğinin şuurunda olarak, olmam gerektiği yerde ve keyfiyette olduğumu söylemekten çok uzaktayım. Bu şuurdur ki, 2006 yılında Furkan Dergisi’nde yayımlanmak üzere, Mayıs 2003 yılında hâlimin bana yazdırdığı “Vesile” isimli bir şiirim:

Her şey, ama her şey vesile,

Sende-bende ne varsa ona,

Şeyh mürid’e, suret mânâya,

Aslen bizzat olmak vesile.

Oldum demek bittim demektir.

Hakk yolunda olmak gerektir.

“İyi, doğru ve güzel” ile,

Ya “olmak”, ya “ölmek” gerektir.”

Evet, 1987-1988 Eğitim ve Öğretim yılı… ÖDTÜ’de Makine Mühendisliği öğrencisi olan Ömer amcamın oğlu Süleyman Temiz vesilesiyle Nakşi Şeyhi Seyyid Muhammed Raşid Erol Hazretleri, (nam-ı diğer Seyda Hazretleri, Allah gani gani rahmet etsin, himmet ve bereketlerini üzerimizden eksik etmesin, amin!) üzerinden İslâm Tasavvufu ile tanışmam neticesinde, bende “Müslüman bir Sporcu veya Müslüman bir Spor Adamı nasıl olmalı?” nefs muhasebesi yapmak iştiyakı doğdu ve bunun büyük bir arayışına giriştim… Bu arayış beni evvela Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl ile karşılaştırdı. Üstad Necip Fazıl’ın kitapları, özellikle de şiirleri beni ziyadesiyle etkilemişti. Daha sonraları ise, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile tanışmak nasip oldu… Elimde, okumak üzere yanımda bulundurduğum Muhiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Şeceretü’l-Kevn” (Varlık Ağacı / İnsan-ı Kâmil) isimli eseri var. Bu eser sayesinde, meselâ bu eserin Rami Haci Ali Paşa Camii İmamının oğlu Adnan isimli bir “Gönüldaş”ın elinde bulunan İBDA Mimarı’nın “Kültür Davamız” isimli eseri ile takas edilmesi neticesinde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” fikriyatı ile tanışma şerefine nail oldum. O gün bugündür “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatına, dolayısıyla da fikriyatına nüfuz etmeye çalışıyorum. Bir arpa boyu yol alabildiysem kendimi bahtiyar hissederim.

Bu zaruri girizgâhtan sonra mevzua doğrudan giriş yapabiliriz. Evet, “Müslüman bir Sporcu veya Müslüman bir Spor Adamı nasıl olmalı?” nefs muhasebesi beni süreç içerisinde “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile tanıştırdı. Tanışma şerefine nail olduğumuz eserlerde, “hâline şuuru olmak” esprisine, “arayan bulur!” hikmeti üzerinden ayne’l-yakîn şahid olduk. İBDA külliyatında, “Arayan bulur” hikmeti zikredildikten hemen sonra, “Bulanlar hep arayanlardır ve Allah, buldurmayacağına aratmaz” şeklindeki ifadeler bize bu tür bir hikmetin künhüne nüfuz etme imkânını da verdi. Çok şükür!

Basit, basit olduğu kadar da derin bir “nefs muhasebesi” üzerinden aradığımız şey ne idi? Kısaca şöyle anlatayım: Ben bir sporcuydum. Ama, Müslüman bir sporcu! Pek çok spor dalı ile uğraşmama rağmen, daha ziyade futbol branşı ile meşgul oluyordum. Meselâ lise yıllarımda, özellikle uzak doğu sporlarından karate ile meşgul olmama rağmen, aynı zamanda Karagümrük Spor Kulübünün Genç Futbol Takımında da top koşturuyordum. Cüneyt Arkın’ın “Akıncı” karakterdeki filmlerinde kendisine hem hocalık ve hem de figüranlık yapan Osman Betin Hoca’nın en gözde talebelerinden biri de bendim meselâ. Osman Betin Hoca’nın Eyüp İslâmbey Caddesi’nde “Şampiyon” isimli bir Karate Spor Kulübü / Salonu vardı. Osman Hoca şöhret olunca, aynı salonda daha sonraki yıllarda Tekwando dersleri almaya başladım. 1980’li yıllarda Müslüman kimlikte olan insanlar arasında uzak doğu sporları bir tür moda idi. Bir yanda uzak doğu sporları üzerinden Müslümanlar kendince savaşçı olmak hayali kurarken, diğer bir yandan da rejim, cihad şuurunu uzak doğu sporları vesilesiyle pasifize ediyor ve Müslümanları modern sporların içinde eritiyordu. Cihad için uzak doğu sporlarına balıklama dalanların süreç içerisinde pek çoğu sadece uzak doğu sporcuları olarak öldüler! İdeolojinin olmadığı yerde dövüş sporları işi üzerinde de olsanız, spor sizi inancınızın eri yapmaz. İnancınızın eri yapmadığı gibi, üzerinde bulunduğunuz iş sizi kendine dönüştürür ve terbiye eder. Diğer bir ifadeyle de uysallaştırarak pasifize eder. Hemen söylemekte fayda vardır. Meselâ belirli bir ideolocyanın veya dünya görüşünün olduğu yerde her spor branşı bir tür silah olarak kullanılabileceği gibi, aslında dövüş sporları daha bir tercihe şayandır. Çünkü bizzat bedenî olarak da savaşabilecek bir konumda olmanızı sağlamaktadır. Bunun biricik örneği 1999 yılında ve Metris Cezaevi şartlarında şahsım tarafından da bizzat tecrübe edilmiştir. Malum olduğu üzere, gözlerimizin de bizzat şahidi olduğu üzere, kendisi çok iyi bir boksör olan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, -ki vakti zamanında, Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin kurmuş olduğu Beşiktaş Jimnastik Spor Kulübü boksörlerinden biri idi ve döneminin Boks Antrenörü’nün kendisine, “Gel seni dünya şampiyonu yapayım!” dediği yakın çevresi tarafından da dile getirilir-, 28 Şubat Darbesine karşı sahici bir duruş sergileyerek, “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı” müjdeli haberi eşliğinde, “Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!” diyerek, Müslümanları adeta savaş moduna sokmuştu. İyi mi oldu, kötü mü oldu şeklinde bir değerlendirme yapmak isteyenlere verilecek yegâne cevap, gayet tabii ki de iyi oldu şeklindedir. İyi olduğu şuradan da bellidir ki, bugün tüm dünya Müslümanları, “Kendinden Zuhur” diyalektiğinin en güzel verimlerinden biri olan “11 Eylül” şanlı eylemine de yataklık eden olarak, Anadolu merkezli Türkiye’nin öncülüğünde İslâmı yeniden hayata hakim kılabilmenin eşiğine geldiler. Türkiye’deki Müslümanlar başta olmak üzere, topyekûn dünya Müslümanlarının bugünkü kazanımlarının temelinde, İBDA Mimarı’nın olduğunu bilmeyen ve görmeyenlere sadece yuh olsun deriz! Neyse. Evet, gerek herhangi bir spor branşı ve gerekse uzak doğu sporları ve boks çerçevesinde şekillenen dövüş sporlarının belirli bir ideolojinin emrinde nasıl da cihad unsuru haline dönüştürüldüğüne bizzat şahidlik ettik Metris Cezaevi’nde. WT uzmanı Sifu Mustafa Şahin’in öncülüğünde ve benim Beden Ta’lim ve Terbiyesi’ne dair uygulamalarım neticesinde gördük ki spor, belirli ideolocyanın emrinde doğrudan doğruya “Akıncı Spor” hüviyetine bürünebiliyor. Şahsen, lise yıllarımda eğer ki WT ile karşılaşsaydım, iyi bir WT branşı uzmanı veya antrenörü olabilirdim diye çokça düşündüğüm olmuştur. Çok iyi bir futbolcu olmama rağmen, -ki “Spor Akademisi”ne futbol branşı ile girmeye hak kazanmıştım-, futbola hiç mi hiç vakit ayırmazdım, herhalde!

Futbol camiasındaki ortam oldum olası hiç mi hiç hoşuma gitmemiştir. Yıllarca içinde bulunduğum futbol ortamından her daim tiksinti duymuşumdur. Anadolu insanı olmam ve Müslüman kimliğim beni futbola karşı hep temkinli olmaya sevk etmiştir. Ama yine de spor mevzuu üzerinde olmamı sağlayan futbol olmuştur. Karagümrük’te top koştururken “Spor Akademisi” yetenek sınavına dahil oldum ve 2500 aday sporcu arasından 60 öğrencinin alındığı okula 59. kişi olarak girdim. Futbol kulübündeki huzursuzluğu ayniyle “Spor Akademisi”nde de yaşadığımı söyleyebilirim. Anadolu insanı olmak ve Müslüman kimliğimden dolayı beni içinde bulunduğum ortamlardan her daim rahatsız olmuşumdur, dedim. Bu rahatsızlıktır ki üzerinde bulunduğum durumu muhasebe etmemi sağladı. Şöyle ki;

Ben bir Müslümanım! Ehl-i Sünnet bir Müslüman! İslâma göre spor nasıl olmalı ve ben bu durum karşısında nasıl davranmalıyım? Bu soru eşliğinde, üzerinde bulunduğum spor anlayışı veya ahlâkının İslâm ile uzaktan yakından hiçbir alakasının olmadığını düşünüyordum. Dahası, her zerresiyle, yani esas, usul ve kuralları ile İslâma karşı örgüleştirilen bir spor anlayışı veya ahlâkı ile karşı karşıya olduğumu düşünüyordum. Bu spor anlayışı veya ahlâkı her ne kadar halkı Müslüman olan bir ülkede tatbik ediliyor idiyse de, aslında, tıpkı devlet sisteminin (Laiklik ve Demokrasi!) bizatihi kendisi de dahil diğer içtimaî unsurlarında olduğu gibi, spor mevzuatı da Hıristiyan-Yahudi Batı dünyasından kopya edilmiştir. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti’nin spor mevzuatı, “İsviçre Spor Teşkilatı Nizamnamesi” tercüme edilerek alınmıştır. Vakti zamanında, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yurt dışına gönderilen spor adamlarından Yusuf Ziya Öniş’in 1920 yılında İsviçre’den dönerken beraberinde “İsviçre Spor Teşkilatı Nizamnamesi”ni de getirdiği rivayet edilir. Ali Sami Yen, Burhan Felek ve Nasuhi Baydar ile çalışmalar yapan Yusuf Ziya Öniş’in, sonuçta yirmi maddelik bir nizamnamenin hazırlanmasına önayak olduğu söylenir. Bu çalışmaların sonucunda, kuruluş süreci 22 Mayıs 1921’de başlayan “Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı” (TİCİ), 22 Mayıs 1922 tarihinde Cemiyetler Kanunu’na göre tescil işlemleri tamamlanarak tüm kulüpleri bir araya toplayan federasyon tipi bir örgütlenme ile, yeni kurulacak olan devletin de spor teşkilatının temellerini oluşturur. (Fişek,1998; Keten,1974). Bu kuruluşuyla TİCİ, sonraki yıllarda yeni kurulan Cumhuriyet’te ilk ulusal spor yönetimi olarak yalnızca kulüpleri değil, kendisi de “özel hukuk tüzel kişi” olan gerçek bir “federatif yapı” olarak yasallık kazanacaktır. TİCİ, örgütsel ve yönetsel ideolojisi “gönüllü spor birlikleri” olarak devletlere ve hükümetlere karşı özerk biçimde kurulan bir teşkilattır (Fişek,1998). Bunun ne demek olduğunu izah etmek için ayrıca bir video yapmak icab eder. Ama burada şu kadarını söylemek isterim ki, sözkonusu teşkilatlanma modeli, Hıristiyan-Yahudi Batı Kültür ve Medeniyetine bağlı olarak, “Modern Spor Anlayışı veya Ahlâkı” üzerinden “Dünya Devleti” kurmanın rol modeli olarak da anlam kazanmaktadır. Neyse. Evet, “Modern Spor Anlayışı veya Ahlâkı”nın gönüllü tetikçisi mahiyetinde iş kotaran TİCİ, önce İstanbul, ardından da Anadolu kulüplerinin bir araya gelmesiyle oluşturulan merkezi bir teşkilatlanma modeli olarak anlam kazanmıştır (Üçışık,1999; Demir,2006). Halbuki bir Müslüman, “İnandığıyla yaptığı iş ve eser arasında” bir denge kurmak zorunda olan bir insandır. Yani itikad ve niyet çerçevesinde ilmiyle amil olmak gibi bir mükellefiyet altındadır. Diğer bir ifadeyle de İslâmî esas, usul ve kurallar mânâsına, emir ve yasaklar dairesinde hayatını şekillendirmek zorunda olan bir insandır. Öyleyse?

İslâma göre spor nasıl olmalı? Bu sorunun cevabı, varlık sebebim ve hayatımın bütününe şâmildir. Her şeyden evvel içinde kendisini spor yapan olarak bulduğumuz “Modern Spor Anlayışı veya Ahlâkı”, her ne kadar “oyunu kuralına göre oynamak” mânâsına “fair play” olarak servis edildiyse de, aslında doğrudan doğruya “Olimpizm Felsefesi” üzerinden, Hıristiyan-Yahudi Batı medeniyetine göre şekillenmiş bir “Spor Anlayışı veya Ahlâkı”dır. Hâl böyle olunca, her ne tür spor yaparsak yapalım, yaptığımız İslâmî bir spor olmayacaktır. Peki, bu durum spor yapmayalım mânâsına mı gelir? Elbette ki hayır. Bu durum, içtimâi hayatın geneline uygulandığında ortaya yaşamayalım mânâsı çıkar ki bu, bir garabet olmakla birlikte, hayatın akışına da ters bir durumdur. Evet, içinde bulunmak zorunda olduğumuz spor ortamı, içinde yaşadığımız içtimaî sistemin bir parçası olduğundan, içtimaî sistem de devlet iradesi veya otoritesi olarak belirdiğinden, münferid olarak yapacak hiçbir şey yoktur. Ancak, bir Müslüman olarak “hâlinin şuurunda olmak” da bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, bir yanda spor yapmayı, diğer bir yandan da İslâmî bir sporun nasıl olması gerektiği üzerinde düşünmeyi gerektiren bir zorunluluktur. Bu mevzuya bir sonraki yazımızda devam etmeyi düşünüyorum. Hoşça kalın, Allah’a emanet olun!

Baran Dergisi 728.Sayı