Bir Ramazan bayramı günü, Ahmet Kaya’nın “kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru” türküsünün aksine Afyon Bolvadin üstünden Akşehir’e vardık. Bir yanımda ağabeyim Emin, diğer yanımda kardeşim Mü’min, Akşehir’in dar sokaklarında yürümeye koyulduk…

Akşehir, güneyde Sultandağları, kuzeyde Akşehir gölü arasında yerleşmiştir. İlk önce Konya’nın bir ilçesi olan Akşehir’e ait bazı kısa bilgileri paylaşalım:

Yüzölçümü 1442 km2 olan Akşehir’in denizden yüksekliğinin 1050 metre olduğu bilgisi oraya vardığınızda kendini iyice hissettiriyor. Sultan Dağ’ına doğru hafifçe yokuşvârî oluşunu saymazsak etrafını saran dağların içine kurulmuş “düz” denilebilecek bir yerleşim yeri… “Düzgün Baba”nın da mekânı ya zaten… Düzgün Baba’nın hikâyesine geleceğiz…

Nasreddin Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü yüzölçümü bakımından Türkiye’nin 5. Büyük gölüdür ama bugün, maalesef toplam 350 kilometrekarelik bir sulak alandan oluşan göl önce 35 sonra 10 kilometrekareye kadar düşmüş ve neredeyse bir su birikintisi hâlini almıştır. Gölün şu an arzettiği manzara çok vahim. Neredeyse otuz ayrı çeşit balığı bünyesinde barındıran göl, önce 3 çeşit balığa kadar düştükten sonra bugün tabiri caizse bir damla suya hasret bir kuraklık ikliminde. Bir Akşehir Türküsü’ndeki gibi mahzun Akşehir Gölü şöyle mırıldanır mı bilinmez: Entarisi aktandır/aman ne gelirse haktandır/benzim sararmış solmuş/o da ağlamaktandır. 

Akşehir tarihi boyunca ticaret, irfan şehri olmasından ötürü boş kalmamış, her dönem orada bulunanlarca yerleşim yeri olarak tercih edilmiştir. Bugün bir ilçe olmasına mukâbil isminden de anlaşılacağı üzere “şehir” olmuştur hep!

Hititliler zamanında ismi Thymbrion'dur. Sonra Frigyalıların hâkimiyeti altında kalmış, Frigyalıların yıkılmasının ardından Kral Giges zamanında Lidyalıların bağımsız bir devlet kurmasıyla bu sefer onların eline geçmiştir (M.Ö. 687). Giges, devletin sınırlarını genişletmiş, Kimmerlere karşı Asurlularla işbirliği yapmıştır. Bunun sonucunda Kral Yolu Asur'a kadar uzanmıştır. İşte bu meşhur “Kral Yolu” Akşehir’den geçmektedir.

Alaka çekicidir ki, ilk parayı bulan yahut parayı ilk defa madeni sikkeler halinde basan yönetim olarak bilinen Lidyalıların bu paraları üzerinde tilki figürü bulunmaktaydı. Tafsilatı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Parakut’a” isimli eserinde geçen bu husustaki alaka çekici taraf, Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri'nin de Akşehir’de medfun bulunuyor olması. Yazımızın ileriki safhasında görüleceği üzere, Hayranî hazretleri bir kıssada “tilki gibi saçı sakalı birbirine karışmış” bir vaziyette tasvir edilir. 

Hazreti İsa’dan evvel “Bal sevenler” olarak anılan Akşehir, Pers ve Helen dönemlerinin ardından Önce Roma sonra Bizans yönetimi altında kalır. Demek ki, her gelen büyük devlet yahut bir medeniyet belirten yönetimler Akşehir’in cazibesinden fayda devşirmişlerdir. Araplar için ise Akşehir “Belde-i Beyza”dır; beyaz çiçek açan elma ve erik ağaçlarından ötürü böyle isimlendirmişler, anmışlar. Sonrasında ise Anadolu'ya yayılan Türkler, Kutalmışoğlu Süleyman Şah komutasında şehri almışlardır. (Akşar) Akşehir, Haçlı Seferleri, Selçuklu’nun kendi içindeki huzursuzlukları ve Moğol istilası zamanında hep mühim bir yer olmuş, bu sebeble ya imar edilmiş ya yıkıma uğramış.

1381’de Murat Hüdavendigâr'a satılarak Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir. Ama, Yıldırım Beyazıt’ın Timur'a yenilmesi ile Moğolların, Fetret Döneminden sonra ise Karamanoğullarının eline geçmiş ve en nihayet Fatih Sultan Mehmet tarafından 1467 yılında fethedilerek Osmanlı topraklarına yeniden katılmıştır.

Ulu Cami
Yolda iken öğle ezanı okunmuştu. Namaz vakti çıkmadan eda etmek gayesi ile o gün için pek sessiz olan Akşehir’de etrafımıza bakınır ve bir cami ararken Ulu Cami’nin minaresini gördük. Zaten ilk gördüğünüzde bir mimari bilgiye sahip olmasanız da kendisinde bir hususiyet olduğunu fark ediyorsunuz... Ulu Camii merkezde, Ahicelal mahallesinde bulunuyor… Selçuklu döneminin en eski yapılarından birisi olduğunu öğrendik. Minare kaidesindeki kitabeye göre 610 hicri (1213) yılında Said Hacı Necmeddin Necibzâde Ebûsaîd İbrâhim adına babası tarafından yaptırıldığı belirtiliyor… İlk göze çarpan yahut benim dikkatimi çeken yeşillikler içinde bir sadeliği barındırması. Şehrin maalesef turistik bir yere dönmesinden ötürü olsa gerek neredeyse etrafta, sokaklarda kimse yok; aynı şey Ulu Cami için de geçerli. Bu durum iyi mi kötü mü bilemedim; çünkü sessizlik ve bu mekânın tarihî atmosferi, bize bir fevkaladelik durumunu yansıtıyordu. Sohbet ede ede caminin avlusuna girmemizle üçümüzün de susması bir anda oldu. Sanırım bu durumumuz bahsettiğim fevkaladeliği, mekânın atmosferini size yansıtmıştır. Ağabeyimle ikimiz namaz için camiye girerken kardeşim de abdest almak için şadırvana gitti.

Bu esnada size Ulu Cami’ye dâir bazı bilgileri “Kültürel bellek” isimli internet sitesinden buraya not ederek paylaşayım:

“Kıble duvarına dikey olarak uzanan sahınların oluşturduğu yamuk bir harim mekânı ile son cemaat yeri, minare, şadırvan ve ek mekânları saklayan bir avludan oluşmaktadır. Caminin batı kanadındaki mekânlarla minare dışındaki avlu teşkilâtı Osmanlı dönemi ve yakın zamanın eseridir. Mimaride Anadolu Selçuklu yapılarının çoğunda görülen devşirme malzeme ile birlikte kesme taş, moloz taş ve tuğla kullanılmış, duvarlar harçla tutturulmuş dolgu tekniği ile örülerek üzeri sıvanmıştır. Ancak sıvanın bir kısmı dökülmüştür. Kâgir payelerle aralarına atılan kemerler üzerindeki kirişlere taşıtılan örtüsü eskiden toprak dam iken, sonradan kiremit kaplı çatı haline getirilmiştir. Harim mihrabı başta olmak üzere yapının bazı kısımlarına mozaik çini ve sırlı tuğla malzeme ile şekillendirilmiş geometrik kompozisyonlu süslemeler yapılmıştır. Minarenin kaidesi taş, gövde ve peteği tuğladan yapılmıştır.

Akşehir Ulu Camii, Cuma mescidi olarak büyük ölçekte ele alınmış, ancak topoğrafik konumu nedeniyle, mevcut meskenler arasına yerleştirildiğinden çarpık bir planda tasarlanmıştır. Mihrap önü kubbesi, örtü sistemini taşıyan ayaklarla oluşan dikey sahınları ve çinili süslemeleriyle en yakındaki Konya Alaeddin ve Beyşehir Eşrefoğlu camilerini hatırlatmaktadır.”

Ağabeyim namazını kıldıktan sonra arabada gelirken uyukladığını hatırladı ve tekrar abdest alarak namazını kıldı. Böylesi durumları hep rahmet olarak görürüm; Allah kulunu o kadar seviyor ki önce unutturup namaz kıldırıyor, sonra hatırlatıp bir daha kıldırıyor, devamlı kendisine ibadet etmesi için kuluna fırsat tanıyor… Nitekim abdestli olduğuna kani isen abdestlisindir fıkha göre; ama unutturup ibadet ettiren, sonra hatırlatıp bir daha ibadet ettiren Allah’ın bir rahmeti işte… Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “hep rahmet”…

Ben de bu esnada cami içerisinde fotoğraf çektim ve çinilere bakarken yayın kurulumuzdan Kâzım Albayrak’ın bizi geçen senelerde dergi çalışanları olarak götürdüğü Mehmed Çelebi Türbesi’ndeki çiniler hatırıma geldi; demek ki Osmanlı, Selçuklu’nun mimarî ve estetik anlayışı üzerinden yeni bir üslub kazanmış diye düşündüm. Doğrusu, galiba Osmanlı bu hususta Selçukluların üstüne çıkamamış; onlar Selçukluların devlet anlayışındaki yanlışları üzerinden devlet otoritesine orijinal bir biçim getirmişler ve bunun tesisi dünya çapında bir hanedanlığa yol açmış. Osmanlı’nın hâkimiyet edebiyatının-gevezeliğinin çok yapılması ve bu mevzuun kuru bir gürültüye terk edilmesi, arkasındaki estetik birikim olan Selçuklu’nun gözden kaybolmasına yol açıyor. Neyse ki çok şükür, Ölüm Odası B/Yedi isimli eseriyle bu mevzuya derin bir bakış açısı getirdi Mütefekkir Salih mirzabeyoğlu. Hatta, zamanın ruhunun bir eseri olsa gerek, Kumandan’ın dile getirmesinden sonra mevcut hükümetin Selçuklu hususunda çalışmalar-aktiviteler yaptığını da görüyoruz. Bu durum TV’lere yansıdı ve bu hususta programlara da rast geliyoruz artık…

Kardeşim de gelip namazını kıldı ve camiyi bir süre inceledik… Her güzel ve tarihi eserimiz gibi Ulu Cami de eser hırsızlığına ve tahribata maruz kalmış zaman zaman. Bu yüzden camiinin her tarafı kameralarla kaplı. Aslında hiç hoş bir durum değil ve insana böyle bir mekanda itici geliyor, insanı huzursuz ediyor. Bir an bunları düşündüm ama, maalesef günümüz şartlarında böyle olması gerekiyor; insanları vicdanlarından yakalayıcı bir sistem-düzen tesis edilemeyince her birinin başına ayrıca bir göz dikmek kabalığına düşülüyor işte…

Cami’ye ait bizim gördüğümüz güzellikleri Ahmet Vefa Çobanoğlu ve Zeynep Hatice Kurtbil’in kaleminden sizlerle paylaşarak bu bahsi sonlandıralım: 

“Sekizgen pabuçluğun üstü kirpi saçak gibi düzenlenmiş olup her cephesinde sivri kemerli yüzeysel nişler vardır. Nişlerden bazılarının içlerinde fîrûze renkte sekiz kollu yıldızlar arasında patlıcan moru çiniler görülmektedir. Kirpi saçaklı geçişe sahip şerefenin buradan itibaren üst kısmının yenilendiği anlaşılmaktadır. Avluda bulunan ve barok özellikler gösteren şadırvan altı sütuna oturan bitkisel süslemeli başlıklar üzerinde on iki kemerli kasnaklıdır ve içten ahşap tavanlı, dıştan kurşun kaplı sivri bir külâhla örtülüdür. Mermerden dilimli haznesi üzerinde metal şebekeler vardır.”

“Harimin doğu ve batı cephelerinde üç, güney cephesinde dört, kuzey cephesinde beş pencere vardır. Caminin doğu cephesinde harime geçişi sağlayan bir kapı yer almaktadır. Üstte tuğladan sivri kemerli biçimde düzenlenen kapı altta kesme taştan basık kemerli açıklığa sahiptir. Kapının üstteki kemerinin iki yanında mozaik çini kitâbe görülür. Yakın dönemlerdeki onarımlar sonucu kapalı kısımları da açığa çıkarılan çini mozaik süslemeli mihrapta görülen geometrik desenler fîrûze ve patlıcan moru renklerindedir. Örgü düzenlemeli ve altı-on iki kollu yıldızlardan meydana gelen geometrik desenli iki bordür mihrabı üç yönden çevrelemektedir. Mukarnaslı yaşmağın konturları tuğla, içleri mozaik çinilerden geometrik desenlidir. Köşelerde çarkıfelek formunda kûfî hatla Ali ismi tekrarlanmıştır. Beş kenarlı nişin içerisinde her bir kenarı dilimli kemerli ve geometrik süslemeli olarak düzenlenmiştir. Üstte nesih hatla “Allahüekber” yazısı tekrar edilmiştir.”

 (Diyanet Islam Ansiklopedisi 42. Cilt 80. Sayfa ULUCAMİ Maddesi)

Nasreddin Hoca

“Akşehir” denilince evvela hatıra Nasreddin Hoca’nın geldiği mâlum. Üstad Necip Fazıl’ın tâbiriyle “gerçek millî kahramanlarımızın başında…” Akşehir’e varınca ilk dikkat çeken Nasreddin Hoca Meydanı’ndaki dünyanın ortasını figüre eden ve belediyenin gayet dikkat çekici olarak yaptığı tabela… En altında ‘Dünyanın Ortası Burasıdır’ ifadesi yer alırken, en üstte ise bir dünya ve dünyanın üzerinde ise ‘İnanmayan Ölçsün’  yazısı yer alıyor. Ayrıca, bu dünya şeklinde yapılmış olan tabela üzerinde ise dünyanın çeşitli şehirlerine tabelalarla Dünyanın Ortası Akşehir’den uzaklıklar yer alıyor. Dünyanın tam ortası’nın hikâyesi şöyle: 'Çevreden bir grup insan, Nasreddin Hoca'ya  “Hocam size bir sorumuz var” demişler: “Hocam, dünyanın ortası neresi?”... Hoca, beş on adım ilerlemiş, bastonunu yere saplamış. “Dünyanın ortası burasıdır” demiş. Şaşkın şaşkın bakan kişiler, “Nasıl olur Hocam” demişler. Hoca da “İnanmazsanız ölçün...” diye cevap vermiş…

1208-1284 yılları arasında yaşayan Nasreddin Hoca -Hace Nasrüddin- kadılık ve müderrislik de yapmış olan bir din büyüğüdür. Ve Anadolu topraklarında doğmuş bir Türk’tür… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Tilki Günlüğü” isimli eserinde onu “bâtın kahramanı” olarak anar. Yani velî bir zattır… Bir not olarak ekleyelim ki, Bulgaristan’da “Tilki peter” diye anılır. Pek bilinmez ama Nasreddin Hoca Seyyid Mahmud Hayrani hazretlerinin talebesidir. Yaşadığı dönem Selçuklu için “karışık” denilebilecek ve Moğolların Anadolu’yu kasıp kavurdukları dönemdir. Nasreddin hoca’nın Müslüman-Türk olduğunun altını çizelim; çünkü, bir çok başka milleti etkileyen şöhretinin etkisiyle çoğu memlekette hayâli Nasreddin Hoca karakteri türetilmiştir. Arapların “cuha”  karakterinin Nasreddin Hoca olduğunu iddia etmesi, demesi gibi. Uygurlar Uygur, Özbekler Özbek hatta Rumlar bile kendilerinden olduğunu savunur. Yukarıda Bulgarları söylemiştik… Ruslar bile Bolşevik döneminde kendi siyasî tavırlarından mütevellit dine muhalif bir karakter olarak kullanmışlardır. Aynı durum İranlılar için de geçerlidir. Hülasa, pek kıymetli birisi olduğundan milletler onu sahiplenmekten çekinmemişlerdir. Yakın Doğu, Orta Doğu ve Orta Asya'nın birçok ulusu Nasreddin Hoca'yı sahiplenir. Nasreddin Hoca çeşitli kültürlerde adı daha farklı yazılır, Nasreddin'i genellikle "Hoca", "Molla" ya da "Efendi" isimleri izler. İtalya'da Sicilya adasında halk arasındaki ufak fıkralarda devamlı ismi geçen "Giufà"nın da Nasreddin Hoca hikâyelerinden alınmış olduğu bilinmektedir. Altını tekraren çizerek söyleyelim ki Hoca, Üstad Necip Fazıl’ında ifadesiyle “doğrudan doğruya Türk karakteri içinde İslâm mizacını canlandıran” bir Allah dostudur.

Evliya Çelebi onun hakkında şöyle der: “Akşehir'de büyük din adamı ve değerli zat ‘El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin’in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar'a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi. Timurlenk ile bir toplantıda bulunmuştur. Timur Han, O'nun şerefli sohbetlerinden hoşlanırdı. Bu sebeple, o büyük bilginin hatırı için Akşehir'i yağma ettirmemiştir. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir.(...) Yıldırım Han'ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir. Allah rahmet eylesin.” (Evliya Çelebi, Seyahatname 2. Cilt Akşehir, Yeni Şafak Gazetesi, 2006, shf 229) Evliya Çelebi’nin Hoca’nın yaşadığı döneme ait verdiği tarihin büyük ihtimâl yanlış olduğunun da altını çizelim; çünkü hoca Timur ile karşılaşmamış ve Çelebi’nin tarihinde hata olması kıymetli tarihçiler arasında yüksek ihtimal olarak kabul edilir.

Mevlana, Yunus Emre, Şeyh Edebalı ve Şems-i Tebrizi gibi hazretler ve din büyükleri ile aynı zamanlarda yaşamıştır. Tabii ki şeyhi Seyyid Mahmud Hayrani, Sarı Saltuk, Pir Ebi, Hoca Cihan ve Şeyyad Hamza da aynı devirde yaşamışlardır. Pir Ebi ve Hoca Cihan çocukluk arkadaşıdırlar ve hocasının (Seyyid Mahmud Hayrani’nin) meşhur “o zaman ahirete kadar herkes sana gülsün” duasını etttiği hikâyenin de diğer kahramanlarıdırlar.

Hoca ile alakalı en mühim ve ilk kaynak olarak XV. Asırda yazılmış olan (1480) Saltuknâme’dir. Sufiler, Tasavvuf erlerinin bazıları ondan bahsetmişler ve hürmetle anlatarak bazı fıkralarını eserlerine almışlardır. Bu büyüklerin de teveccühünden anlaşılması gerekiyor ki, Hoca’nın fıkra-kıssalarına kabaca yaklaşmak pek fena bir iştir. Ona izafe edilen saçma ve dini hassasiyetleri zedeleyen kıssalara değer vermek, anlatmak, yaymak büyük suçtur. Mevlana Hazretleri Mesnevi’sinde, Sarı Saltuk “Saltukname”de, Bursalı Mehmed Gazali’nin “Dafi al Gumum Rafi al Humum” eserinde Nasreddin Hoca’ya ait fıkra-kıssalar yer almaktadır.

Hoca’nın Tasavvuf Ehli olduğuna bir delil de Bayburtlu Osman’ın “Kitab-ı Mir’atı Cihan” isimli eseridir. Bu eserde Nasreddin Hoca “evliya-ı kirâm” arasında zikredilmektedir ve veliliğinden bahsedilmektedir.

Nev’izâde Atai’nin “Sohbet’ül-Ebkar” isimli eserinde ise bir fıkrası nazma çekilmektedir. Bir başka tasavvuf ehli Kuşadalı İbrahim Halvet de Hoca’nın fıkralarını tasavvufi açıdan şerh etmiştir.

Nakşibendî şairlerden Bursalı Lamii Çelebi de (1472-1531) Nasreddin Hoca’dan bahseder ve “Letâif”inde Hoca’ya ait iki fıkraya yer verir. Kaygusuz Abdal’da Hoca’ya alakasız kalmamış bazı fıkralarını nazma çekmiştir; onun nazma çektiği fıkra ise meşhur camide vaaz fıkra-kıssasıdır. Muhyi-i Gülşeni tarafından 1604 yılında yazılan Menakıb-ı İbrahim Gülşeni içinde de aynı şekilde yer almaktadır hoca…

Mehmed Hafid’in 1806′da yayımlanan “Galatat-ı Hafid”inde  Nasreddin Hoca’dan  ve Akşehir’de medfun  Ebu Tahir Muhammed Firuzabadi’nin “Kamus”unda fıkralarından,  Ahmet Rasim’in “Menakıb-ı İslâm”ında Hoca’nın türbesinden ve fıkralarından bahsedilir.

Önemli bir not olarak Çaylak Tevfik diye bilinen Mehmet Tevfik’ten bahsetmek gerekiyor; çünkü, Fıkra Derleyiciliği ile tanınmış olan bu kişi “Âsar-ı Perişan” isimli eserinde Hoca’ya hususî bir yer ayırmış, yine “Letâif-i Nasreddin” isimli eseriyle Hoca’nın biyografisini ele almıştır. Hoca hakkındaki en derli-toplu ve kabul gören biyografilerden birisi de XIX. Asırda Sivrihisar’da müftülük de yapmış olan Hasan Efendi’nin 1275 H/1861 M. yılında yazmaya başladığı “Mecmuayı Maarif” isimli yarım kalmış eserdir.

Akşehir’de kaymakamlık yapmış olan Bereketzâde İsmail Hakkı’nın “Yâd-ı Mazî” isimli eserinde ise Nasreddin Hoca “zahiri güldürüp bâtını düşündüren” olarak anılır… Görüldüğü üzere, sadece Nasreddin Hoca’dan bahsedenleri özet olarak anlatmamız bile kendisinden bahsetmeye fırsat vermedi. Devam edeceğiz…


Baran Dergisi 394. Sayı