Yazımızın birinci bölümünde Akşehir'e dâir bazı tanıtıcı mâlumatlardan, Ulu camii'nden ve Nasreddin Hoca'nın kişiliğine dâir bilinen kaynaklardan ve bu kaynaklarda nasıl anlatıldığından, Hoca ile aynı dönemde hayatta olan mühim şahıslardan, hayatını sürdürdüğü döneme ait bazı tarihi hususlardan bahsedip  hassaten Sufi yanının altını çizmiştik... Hakkında söylenenler o kadar çoktu ki, ona dâir anlatılanlardan kendisini anlatmaya fırsat kalmamıştı. Şimdi kaldığımız yerden devam ederek, başka milletlerin bile kendilerine mâletmek için yarıştığı, cemiyete sirayet edici bir fikir çerçevesinde ele alınmamış "Millî kahramanımız"ı ve mizah dehâsı "bâtın kahramanı" Hocamızı anlatmaya çalışacağız.

Doğduğu Yer ve İsmi Hakkında
Nasreddin Hoca Hazretleri umûmi kaynakların ittifak ettiği üzere Sivrihisar'ın  Horto köyünde (yahut da Sivrice Höyüğü'nde) doğar. (Bu "doğduğu yer" meselesini biraz sonra izah edeceğiz) Sivrihisar Müftüsü'nün kitabında Babasının Abdullah Efendi, annesinin Sıdıka Hatun olduğu yazılıdır... Önce Seyid Hacı İbrahim'den, sonra ise hocası Seyyid Mahmud Hayranî Hazretlerinden ders aldığı biliniyor... Ardından Konya'ya gidip tahsil hayatını burada tamamlamıştır. Akşehir'de imamlık, müderrislik (bugünkü karşılığı ile Öğretim Üyesi), kadılık yahut kadı yardımcılığı yaptığı bilinmektedir. Nitekim bazı kıssa-fıkralarında Hoca'nın Subaşı (dönemin emniyet müdürü) ile bazı ihtilafları olduğu, ona dâir mesafeli yaklaştığı ve bazı yerlerde de tenkid ettiğini görüyoruz... Bu görevin 1 ila 2 yıl arasında olduğunu söyleyebiliriz; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı'da kadıların görev sürelerinin 20 ay olduğunu, Mustafa Akdağ ise "bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl" olduğunu söylerler. Selçuklu için de aynı süreler geçerli miydi bilmiyoruz...

İsmail Hakkı Konyalı, kaynaklarda geçmese de Hoca'nın Akşehirli olduğunu, orada zaviyesi ve zengin gelirli bir medresesi bulunduğunu ve ne Selçuklular ne beylikler ne de Osmanlı döneminde Akşehir'in Sivrihisar diye bir köyü olmadığını, bunun doğrusunun "Sivrice Höyüğü" olduğunu anlatır. Vakıa şudur ki, Sivrice Höyük'lüler Kanuni devrinde Karabulut köyüne taşınmışlar ve bu isim orada bulunan bir tepenin ismi olarak anılmaya başlanmıştır. Doğum yerinin de burası olduğu söylenir. Horto'da doğduğu Sivrihisar'dan Akşehir'e geldiği de makul görüşlerdendir. Nitekim, biz bunu Hocası Seyyid Mahmud Hayranî'nin Akşehir'de mukîm olmasından ve kıssalarının Akşehir tandanslı olmasından da anlayabiliriz... İsmail Hakkı Konyalı Sivrihisar'da resmi yahut gayr-ı resmî bir görev yaptığını dolayısıyla Sivrihisarlı olmadığı Akşehirli olduğunu savunur ki, artık mâlolmuş olarak da Akşehir'lidir.

Meşhur bilinen ismiyle Nasreddin, bazen Nasruddin yahut Nusreddin (ki bu üç isim de aynı mânâya, "dinin yardımcısı" mânâsına gelir) diye anılır. "Hoca" kelimesi Farsça'daki "Hâce" kelimesinin Türkçedeki hâlidir; yani İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hocası "Hâce Muhammed Bakibillah" hazretlerinin isminde geçtiği gibi... İsmi, Türkistan'da Hoca Ependi, Nasreddin Ependi, Özbekistan'da Hoca Nasriddin, Gagauzlar'da Bizim Nastradın, Azerbaycan'da ise Mulla-Molla Nasreddin biçimlerinde geçer.

Fizîkî Hususiyetleri
Hoca'yı tasvir eden en eski resim Topkapı Sarayı'nda bulunan 18. asra ait bir renkli minyatürdür. Minyatürde eşeğinin üzerinde, başında kavuğu ince uzun sakalı ve zekî bakışlarıyla tasvir edilmiştir. Başındaki kavuk Horasânîdir ve üzerinde geniş yakalı bir kaftan bulunmaktadır.

Bazı kaynaklar, ayağında kadılık günlerinden kalma deri çizmelerinin bulunduğunu söyler. Umûmî kanaate göre ne ufak tefek ne iri yarıdır; sıhhatli bir vücud yapısına sahip nur yüzlü, neşeli bir ihtiyar diye ittifak etmişlerdir.

Azerbaycanlılara göre değneği yahut asası kendi boyundadır... Nitekim Akşehir'de bulunan eski heykeldeki değneği de böyledir...

Recep Kırış'ın tarifi diğer tariflerin bir ortalamasını verir aslında:

"Sakalı ağarmış, beyaz benizli, orta boylu şişman değil, çok zayıf da olmayan ve yaşına göre bünyesi sıhhatli".

Umûmî kanaat kıyafetlerinin Selçuklu dönemi kıyafetleri ile mutabık olduğudur...

Tahsil Hayatı ve Hocası Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri
Babası Abdullah Efendi'nin Hoca olmasından maada ilk dini ve dünyevî bilgileri babasından öğrendiğini varsayabiliriz... Hem Arapça ve hem Farsça bilmesine mukâbil Hoca'nın kullandığı dilin ağırlıklı olarak Türkçe kelimelerden müteşekkil olduğunun burada altını çizelim. Bu hususta Hocası Seyyid Mahmud Hayranî'nin tesiri olduğu pek açık. Bu hususa tekrar dönüp yazının başka bölümünde geçecek olan "Seyyid Hayrani Hazretleri" bahsinde ele alacağız... Hafızdır ve fıkıh ve kelam ilmini de öğrenmiştir. Nitekim Azerbaycanlıların ona mulla-molla demesi boş değildir; "molla" kelimesi coğrafî açıdan kullanım farklılıkları arz etse de, müderrislikten sonra gelen mevleviyet payesi meyanında büyük alimlere denirdi. Veya, müderrislikten kadılığa geçen mühim şahsiyetler için kullanılırdı... Rivayete göre Sivrihisar'da müderrislik vazifesini yerine getirdikten sonra babasının vefatı ile birlikte köyüne dönerek bir süre babasının yerine hocalık vazifesini icra eder...

Bu durum kısa sürer; çünkü Hoca ilim-irfan hususunda pek meraklı ve heveslidir.
Anadolu Selçuklu Devleti'nin başşehri olan Konya o sıralar tabiî olarak ilim-irfan merkezidir ve Hoca büyük bir iştiyakla Konya'ya gider. Burada Seyyid Mahmud Hayranî, Hoca Fakih gibi dönemin mühim zatlarından ders alır. Pir Hasan ve Hoca Cihan ders arkadaşlarıdır. O meşhur "kuzu yeme" hâdisesi de bu arkadaşları arasında geçmiştir... Konya'da ilim ve irfanla günlerini yoğuran Hoca, tekrar Sivrihisar'a döner ve medreselerde müderrislik yaparak talebe yetiştirir. Bir not olarak ekleyelim ki, Sivrihisar'a bu kadar sık gidip gelmesi daha evvelki bölümlerdeki "Akşehir mi Sivrihisar mı?" tartışmalarına da açıklık getirmektedir.

Sivrihisar'a varalı uzun bir süre olmamasına mukâbil Hocası Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri'nin daveti ve Tuğrul efendi'nin ısrarı ile Akşehir'e dönerek medresede ders görmeye başlar. Sene 1237'dir...

Hoca'nın Akşehir'e gelişi hakkında tarihî bir vak'a-hikâye anlatırlar ki, hem Hoca'nın latif zekası, hem nezaketi ve hem de şu meşhur "eşeğe ters binme" hâdisesine de açıklık getirir.

Bizce Akşehir'deyken Hayrânî Hazretlerinin nazarlarına kapılmış fakat Sivrihisar'daki görevine dönmesi gerektiğinden orada kalamamıştır. İçinde bin bir hüzünle Sivrihisar'a dönen Hoca'nın imdadına bilmeyerek Sivrihisar Kale Dizdarı Alişar Bey yetişir ki, vak'a şöyle gelişmiştir. Alişar bey Hoca'ya Sivrihisar'ın gelişmesi için neler yapılması gerektiğini sual eder. Hoca'da Konya'dan ilim-irfan sahibi kimselerin buraya getirilmesi gerektiğini söyler. Yirmi gün Konya'da kalan Alişar Bey sonunda meşhur müderrislerden Tuğrul Efendi'yi razı eder ve Sivrihisar'a getirir. Tuğrul Efendi'nin vaazları gerçekten de alaka çekmiş ve insanlar derlenip toparlanmışlar ve Sivrihisar yavaş yavaş bir cazibe merkezi olmaya başlamıştır. Bir süre sonra Nasreddin Hoca ile tanışan Tuğrul Efendi onun zekâ ve irfanını hemen anlar ve yakınlaşırlar. Tuğrul Efendi onun Konya-Akşehir gibi ilim merkezlerinde olması gerektiği hususunda ikna eder... Ve neticede Nasreddin Hoca Hazretleri Akşehir'e, mübarek nazarlarına kapıldığı Hayrânî Hazretlerine gitmek için yola çıkar. Sivrihisarlılar tarafından çok hürmet gösterilen Hoca'nın gideceği haberi bütün şehri ayağa kaldırır ve herkes kale kapısına akın eder... Hoca meşhur eşeğine binip yola düştüğünde Alişar bey ardından seslenerek: "-Nasreddin Hoca! Sen bu düzeni baştan kurdun. Akşehir'e gitmek için yerini dolduracak adamı bana buldurdun. Bu oyunu yuttuğumu sanma!" der.

Hoca çevik bir hareketle oturduğu semerinde ters dönerek "Bakın gözüm üzerinizde! Sizden ayrıldığım için hüzünlüyüm!" der. Hâdiseyi gören ve Hoca'nın gidişinden ötürü hüzün duyan bütün o kalabalık neş'e içinde Hoca'nın bu tavrına gülümserler ve oradaki hüzünlü hava bir anda dağılır ve Sivrihisarlılar Hoca'yı hep bu hâliyle hatırlarlar.

Bir not olarak ekleyelim ki, eşeğe ters binmek bazılarınca da nefsine ters düşmek, ona zıt hareket etmek diye de yorumlanır ki, Hoca'nın "mecazcı" mizacı göz önünde bulundurulursa akla ve kalbe "mutabık bir ifade" olarak hitab ediyor...

Bu hikâyeyi destekleyen bir başka tevatür ise Tuğrul Efendi'nin, yani "Sarı Tuğrul"un "Akşehir'de Seyyid Mahmud Hayrânî hazretleri seni bekliyor" demesidir ki, anlatılanları çelmeyen, aksine destekleyen bir başka sözlü vesika...

1237'nin ilk baharı ve bir cuma günü yola çıkan Hoca'nın gelişi Akşehir eşrafı tarafından biliniyordu. Onunla alakadar olmakta gecikmediler ve onu Maarif Köyü'ne Seyyid Hacı İbrahim Sultan'ın yanına götürdüler...

Maksadı Hayrânî Hazretlerini görmekti ama onun hacca gittiği haberini aldı. Bunun üzerine Akşehir'e dönerek imamlık etti ve hocası dönene kadar Akşehirlilere vaazlar verdi. Şeyh Hacı İbrahim Velî Hazretlerinden de dersler almıştır; sanıyoruz bu dönem Hayrânî Hazretlerinin hacdan dönüşüne kadar olan dönem içerisindedir...

Koca Akşehir'e vaaz-ü nasihatler veren Nasreddin Hoca, Hayrânî Hazretlerinin hacdan Akşehir'e dönmesi üzerine tekrar talebe oldu ve hocasının tabiri câizse mübarek eteklerine yapıştı... Bir sene sonra hanımı Atike, kızı Fatma ve üç yeğeni de Sivrihisar'dan gelerek yanına yerleşti. Bu durum bize Hoca'nın artık Akşehir'e temelli yerleştiğini de anlatıyor...

Nasreddin Hoca, Velî ve Mutasavvıf Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretlerinin dergâhında dervişlik etmiş ve hatta bazılarınca Hayrânî Hazretlerinin irtihâlinin ardından dergâhın şeyhliğini yapmıştır. Buraya kadar anlattıklarımızdan mülhem toparlarsak şunu söyleyebiliriz ki, zaten müderrislik makamında olan Hoca, Hayrânî Hazretleri'nden bâtın yolunun inceliklerini öğrenmiş ve bâtın yolunda mesafeler kat etmiştir. Nitekim Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun "Tilki Günlüğü" isimli eserinde onu "bâtın yolunun kahramanlarından" diye tavsif ettiğini söylemiştik.

Hoca'nın Arapça ve Farsça'ya hâkim olmasına mukâbil bütün kıssalarında kullandığı dil Türkçe'dir ve daha evvelki yazıda hatırlattığımız üzere "Türk Müslüman olduktan sonra Türk'tür" diyen ve onun "Türk"e gösterdiği hassasiyetinin mânâsını anlamayanların kuru bir milliyetçi zannetme hatasına düştüğü Büyük Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Hoca için "millî kahramanlarımızın başında" demiştir. Tıpkı Necip Fazıl'ın her büyük şairin kıymetini ifade ederken Yunus Emre için ayrıca bir tahassüs belirtmesi gibi;  Yunus Emre Hazretleri de şiirleriyle hem Türkçe'yi yaygınlaştırmış ve hem üstün ifade kalıpları içerisinde dil'e ayrı bir biçim de kazandırmıştır. Hoca için burada kastedilen "millî" kelimesinin öylesine söylenilmiş olmadığını, Nasreddin Hoca üzerinde bir çok hususta olduğu gibi dil hususunda da en büyük tesirin tabiî ki Hayrânî Hazretlerine aid olduğunu anlayabiliyoruz. Çünkü, tafsilatı yazımızın bir başka bölümünde olmak üzere mühim bir not olarak düşelim ki Seyyid Mahmud Hayranî hazretleri Anadolu'nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında mühim bir rol oynamış büyük tasavvuf kahramanlarındandır.

Buraya aktardığımız mâlûmâtın, Mirzabeyoğlu'nun Hoca'yı "bâtın kahramanı" nitelemesine, üstünkörü olsa da bir şerh olduğunu düşünüyoruz. Bir not olarak eklemek icab ediyor ki, İBDA Fikriyatı'na bakış ve yaklaşma biçimine dâir bir çalışmanın nasıl yapılması gerektiğine, en azından kendi açımdan, usûl-misâl olması bakımından ehemmiyetli. Çünkü, neyi nasıl yapacağını bilmek, bir çok şeyi bilip de onun nasıl kullanılacağını bilememekten daha önce gelir. Ve biz bunu, bunları yazarken öğrenip-keşfediyoruz; buradan da Mirzabeyoğlu'nun "ilhâm çaba'yı, çaba ilhâm'ı doğurur" sözüne çatıyoruz. Hepsinin toplamı hâlinde ise "her dünya görüşünün yeni bir dil" olmasından mülhem tedâi'nin, yani "fikirler şirketi"nin biri birini desteklemesine dâir bir pencere açılıyor. Hoca'dan bahsederken Hayranî Hazretlerine, oradan "bâtın yolu"na, sonra Mirzabeyoğlu'nun Hoca'yı "bâtın kahramanı" nitelemesine; sonra Necip Fazıl'ın Büyük Doğu gibi devasa ve muhteşem bir örgü peşinde ömür süren bir başka "kahraman"ın Hoca ile alâkalanmasına, onu "millî kahramanlarımızın başında" görmesine... Mirzabeyoğlu'nun ise İBDA Fikriyatı ile yeni bir tezâhür olarak Büyük Doğu-İBDA'yı sistemleştirirken "teferruatçılık şuuru" disiplini altında Nasreddin Hoca'ya dâir bahis açması ve onu nazarı dikkatlere sunmasına...

Hayatına Dâir Bazı Hususlar, Vefatı ve Türbesi
Nasreddin Hoca gibi bir büyük zatı bir kaç yazı-makale içerisine sığdırmak zor. Bu açıdan geri kalan bahisleri buraya kadar yaptığımız gibi özet olarak vereceğiz...

Gerek hayat hikâyesinden ve gerekse bir çok kıssa-fıkrasından anladığımıza göre hoca imamlık, hatiplik, vaizlik, cer hocalığı, müderrislik ve kadılık yapmıştır. Bu çok yönlü şahsiyeti ile Hoca'nın devrin ulemâsından olduğu, hatta siyasî meselelerde de devrin hükümetine yardımcı olduğu biliniyor. Hatta Kürt illeri ve Arabistan'a elçi olarak gittiği de iddialar arasındadır...

Fıkralarında geçen bir çok hâdisenin cer hocalığı sırasında olduğunu da tahmin ediyoruz. Çünkü bu tip ilişkilerdeki hâdiseler köylüler tarafından hayretle karşılanmış ve bunlar unutulmayarak dilden dile aktarılmış olsa gerek. Cer hocalığı, eskiden özellikle Receb, Şaban ve Ramazan aylarında en ücra köylere kadar giderek de olsa vaaz-ü nasihat etmek işidir. Böyle hocaların barınma ve yiyecek gibi ihtiyaçlarını köylüler imece usulü ile görürler. Hatta günümüzde nadir de olsa sürmektedir.

Hoca'nın fıkraları hakkında şunu söylemek gerekiyor ki, dini alaya alan, Hoca'yı kaba gösteren her fıkrayı derhal silip atmak, söze almamak, bunların kötü olduğuna kanaat getirmek lazımdır. Özellikle Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'larda neşrettiği kıssa-fıkralarına ehemmiyet vermek, söylediğimiz çerçeve dışında olanlara şüphe ile yaklaşmak gerekir. Allah muhafaza, böyle mübarek bir zat hakkında mesnetsiz dedikodulardan öte kıymeti olmayan fıkraları söylemek, dinlemek, bunlara gülmek çok kötü bir iştir. Bunlara gülenler ancak kendi cehaletlerine gülmüş olacaklardır. Hatta Hoca'nın bir sözü ile söylersek "sen bana mı inanıyorsun yoksa anıran eşeğe mi" fıkrasındaki tiplerdir bunlar; Hoca'ya değil de eşeğe inananlar... Dikkat edilirse, Hoca'ya ait kıssa-fıkralarda insanı kahkahaya itmekten öte tebessüme sevk eden ve her zaman hâdiselerdeki derin hikmete, hakikate bakılması gerektiğine dikkat çeken bir taraf vardır...

Hoca, bir ışık gibi yayılan zekâ şualarının yuvalandığı, nüktedanlığının Amerika kıtasına kadar uzandığı bir hikmet abidesi...

683 Hicri, Milâdî 1284'te Akşehir'de 76 yaşında vefat etmiş ve bir sadaka-i cariye olarak da bize büyük bir miras bırakmıştır. Mezarı Selçuklunun en eski mezarlarından birisi olan ve Akşehir'in ortasında bugün pek düzenli bir şekilde hâlen varolan mezarlık içerisindeki türbededir. Sandukası Doğu-Batı istikametine yerleştirilmiş olup bugün ilk yapıldığının aksine her yanı kapalıdır. İlkinde her yanı açık olmakla birlikte kıble tarafındaki kapısında büyükçe bir asma kilit bulunmaktaydı...

O günlere dâir, Akşehir'in Kaymakamlarından olan Bereketzâde İsmail Hakkı'nın “Yâd-ı Mâzi” isimli eserinde anlattığı satırları, alâkasına binâen buraya iktibas ediyoruz:

"Zahiri güldürüp bâtını düşündüren o latif menkıbeleriyle cihana destan olan Hoca Nasreddin Hazretleri de Akşehir’de medfundur. Türbesi kasabanın Kuzey-Doğu kenarında ve yoldan biraz içerlikçe ve Konya Caddesi üzerindedir. Türbe-i Şerifi’nin, tahayyül ettiğimiz gibi, vaktiyle dört tarafı açık olduğu halde büyük bir kilitle kilitlenmiş büyük bir kapısı varmış. Sonradan bazı memleket ileri gelenleri tarafından, üzeri kiremit ve etrafı tahta parmaklıklı olarak çatı altına alınmış, bazı mahallelerdeki cami şadırvanları tarzında inşa edilince, şimdi eskisi kadar değilse de yine binanın şekli ile muhteviyatının her halinde bir garabet eseri görülür. Merhum Hoca’ın kabri üstüne konulmuş ufacık bir sandukanın başına geçirilmiş büyük bir sarık, mübalağa olmasın ama sandukanın hemen üçte bir yerini tutuyor… Sandukanın önüne dikilmiş ufak bir taşa irab ve anlam bakımından mükemmel olan (!) şu acaib cümle kazınmış: 'Hâzihi’t-türbet’ül-merhûm’ül-mağfûr ilâ abdihi’l-ğafûr Nasreddin Efendi ruhuna fatiha!'

Kitabenin altında da Hoca’nın vefat tarihi olmak üzere şu rakamlar görülür: 386. Bu rakamlar normal olarak soldan sağa doğru okunursa Nasreddin merhumun dördüncü hicri asırda yaşamış olması lâzım gelir ki, buna kâil olanı görmedik; tersine okunsa altı yüz seksen üç tarihinde fânî âleme veda etmiş oluyor. Bu halde ünlü cihangir Timurlenk ile Hoca arasında cereyan etmiş bazı vak'alara dâir dolaşıp duran kıssa ve rivayetler asılsız ve esassız olup Hoca merhumun Anadolu Selçukluları zamanında yaşadığı ihtimali teyit ediliyor… O dipsiz testiler, kabrin sağında solunda hâlâ dizili…

Kabr-i Şerif ziyaret edildiği sırada, ziyaretçinin hatırına merhum Hoca’ya isnad olunan garip hikâyeler, nadir latifeler geldiğinden midir nedir, gülmemek kabil olmuyor. İnsan ne kadar hüzünlü ve gamlı olsa, yine şâd olur."

Türbe 1476 yılında harap olmuş ve 1878 yılına kadar böyle kalmıştır... Akşehir'in ileri gelenleri toplanmış ve o sene ellerinden geldiğince tamir etmişlerdir... Sonrasında ise, cennetmekân Sultan II. Abdülhamîd Han zamanında Konya Valisi Faik Bey ve Akşehir Kaymakamı Mustafa Şükrü Bey tarafından üstüne dört satırlık Türkçe ifadeler yazılarak bugünkü hâline getirilmiş, onarılmıştır...

Bir dönem hac yolculuğuna başlayacak olanların, Nasreddin Hoca Hazretleri ve Seyyid Mahmud Hayrâni Hazretlerine uğramayı ihmal etmediklerini de bir not olarak ekleyelim.

Bugün Akşehir belediyesi tarafından bakımı ve düzenlemesi yapılmaktadır.  Ziyaretimizde türbe ve mezarlığın gayet düzenli olduğunu, insanların ziyaret ederek fatiha okuduklarını gördük. Türbede Çelebi Mehmed'in kızı Habibe hanımın mezar taşı da bulunmaktadır... Biz de Nasreddin Hoca'yı selamladık ve fatiha okuduk. Allah şefaatinden mahrum eylemesin. Amin... Nasreddin Hoca'nın İslâm-Türk Kültürü'nün kıymetli bir şahsı olduğunun tekraren altını çizelim...

Yazımızın bu kısmı da bitti. Yazımızın son bölümü Nasreddin Hoca'nın Hocası Seyyid Mahmud Hayrâni Türbesini ziyaretimiz ve onun hayatı hakkında olacak inşallah...

Yararlanılan Kaynak:

Anadolu ve Dünya Bilgesi Nasreddin Hoca, Mustafa Özçelik, Akşehir Belediyesi Kültür Yayınları
 

Baran Dergisi 396. Sayı