Yazımızın ikinci bölümünde Nasreddin Hoca Hazretleri'ni anlatmaya çalışmıştık. Üçüncü ve son  bölümümüz, hocası  Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri'nin türbesini ziyaretimiz ve hayatı hakkında olacak.

Akşehir Ulu Camii ve Nasreddin Hoca Hazretleri türbesinin ardından Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri'nin türbesine gitmeye niyet ettik. Gidiş maksadımızın temel sebebi bu mübarek zattı zaten. Öğle ile ikindi namazı arasında olduğumuz için etrafta kimsecikler yoktu; bayram münasebetiyle tüm Akşehir de böyleydi aslında... Cami çıkışında yukarıdan aşağıya doğru gelen orta yaşlarda birisine tesadüf ettik. Ağabeyim Emin ve kardeşim Mü'min de Ulu Cami'den çıkarak henüz yanıma gelmişlerdi ki, yukarıdan gelen kişi yanımıza ulaşmıştı. Ellerini uzattı ve "bayramınız mübarek olsun!" diyerek üçümüzle de bayramlaştı ve o esnada oradan geçen bir başka kimse de bu küçük musafaha merasimine katıldı. Sırf Allah rızası için ve bayram münasebetiyle böyle bir davranış bana bir kez daha Anadolu'da olduğumuzu hatırlattı... Anadolu'nun özü-ruhunu, bizi tanımayan ama sırf bayram münasebeti ve günün mânâ ve bereketinden, neş'esinden ötürü ömründe ilk kez gördüğü ve Allah bilir bir daha görmeyeceği insanların bayramını tebrik eden bu adamın kalbten uzanan ellerinde bulabiliriz. Bu adamın riyasız uzanan elleri, tâbiri câizse kökleri kalbinde olan ve toprağı sımsıkı kavramış bir asırlık çınarın dallarıdır; bu öyle bir ağaçtır ki iman, Kur'an, aşk, sevda, hasret, hüzne bürülü bir neş'e, sebat ve sabır ile beslenir. Bugün maalesef büyük şehirlerin tazyiki altında ruhunu ve özünü kaybedip bir dedi-kodu arenasına, (Las Vegas) vârî bir açık hava kumarhânesi ve birahânesine döndürülen Anadolu ve insanının kurtuluşu bana bu adamın ellerindeki özde gözüktü; öyle bir öz ki, şehirlerdeki tazyikini kaybedince burada susuzluktan kıvranan ve büyük şehirlerinde yeniden ihya edilmeden burada hayatiyet bulamayacak olan bir öz! 

Büyük Doğu-İBDA'nın ihyâ ediciliği bu bakımdan mühim; çünkü bu fikriyat özünü, resmini yukarıda kısacık bir çizgi ile belirttiğimiz bu insan tipinin ruh köküne dayandırır...

İnsanın içini her zaman ferahlatan ve kaybettiği mazide (Marcel Proust) gibi peşine düştüğünde bulacağı kıymetlerden bir kıymet olarak bize hatıra olarak kaldı bu kısa bayramlaşma merasimi… Ardından biraz daha yukarıya doğru ilerlediğimizde Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri'nin türbesini sorduğumuz bir başka yaşlı amca ise "tam adamına sordunuz!" diyerek "ister sağdan ister soldan gidin önünüze gelecek görürsünüz" dedi. Yani, Akşehir Ulu Camii'nden çıktıktan sonra soldan yukarıya doğru Akşehir'in dar sokaklarından hangisine dalarsanız dalın Sultan Dağı'na doğru Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri'nin türbesi önüne geliyorsunuz. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” hesâbı Akşehir’in daracık sokakları kıvrıla kıvrıla büyük velîlerden Hayrânî Hazretlerine doğru akmakta…

“Seydi Mahmud İbn-i Mesud”  Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri

Selçuklu devlet adamlarından Mesut paşanın oğlu olan Hayrânî Hazretleri’nin doğum senesi bilinmiyor. Vefat tarihi ise 667/1268… Muhtemelen 1200 senesi yahut o civarlarda doğduğunu, vefat tarihini baz alarak söyleyebiliriz. Türbesindeki sanduka  kitabesinde yazılan ismiyle “Seydi Mahmud İbn-i Mesud”… İsminden evvel zikredilen  "seyyid" ibaresinden de anlaşılacağı üzere Efendimiz'in (S.A.V) mübarek, temiz soyundan gelmektedir… Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri’nin bilinen en meşhur talebesi Nasreddin Hoca Hazretleridir; ayrıca pek bilinmeyen bir husus olarak Hayrânî Hazretleri Anadolu’nun Türkleşmesindeki rolü pek mühimdir. Anadolu’nun Türk “Allah’ın askerleri” (1) yurdu oluşundaki mühim katkısının tarihi-hikâyesi şöyledir:

Nogay, Altunordu İmparatorluğu hükümdarı Berke Han’ın başkomutanıydı. Altunordu’nun Don (Tren) ile Dineper (Özü) ırmakları arasındaki bölgelerinden sorumlu tümen beyi idi.

Nogay Han’ın kazandığı en mühim savaşlardan birisi de Hülâgû’yu bozguna uğrattığı savaştır. İlhanlılar’ın kurucusu ve Cengiz Han’ın torunu olan Hülâgû Han tarihin görebileceği en büyük zalimlerden birisidir;  Hülâgû Han komutasındaki Moğollar 13 Şubat 1258'de Bağdat’a girmişler ve şehri bir hafta boyunca yağmalamış, bütün halkı kılıçtan geçirmişlerdir. Nitekim tarihçi Abdullah Wassaf birkaç yüzbin yahut daha fazla Bağdatlının öldürüldüğünü söyler; Hülagû’nun zamanın Fransa kralı IX. Louis'ye mektubunda yazdığına göre ise bu rakam yaklaşık 200,000 kişidir… İşte böyle şerli birisini bozguna uğratması Müslümanlar arasında “hilafetin bir intikâmı” olarak görülmüş olup bunun ardından Anadolu ve Horasan’dan Müslümanlar Kırım’a doğru akın ederek yerleşmişlerdir… Sarı Saltuk, nâm-ı diğer Şerif Hızır da, şeyhi Hayrânî hazretlerinin icazeti ve emriyle kalabalık bir toplulukla beraber (bir rivayete göre 12.000 hâne ile) bugünkü Kırım topraklarına varıyor. O vakitler Şaman inancına sahip Nogay Han’ın oraya vardıktan bir sene sonra İslâmiyetle şereflenmesine vesile oluyor. Ardından, Hayrânî hazretleri’nin himmeti vesilesiyle tutuşan iman ateşi Kırım’dan başlayarak bütün Balkanlar’ı tutuşturuyor… Bugün bile Hayrânî Hazretleri’nin Balkanlar’da bağlılarının bulunmasının sebebi budur. Nogay Han Müslüman oluşundan sonra Trakya’da Bizans’ın Aynos kalesinde esir tutulan Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’u kurtardı. Trakya ve Macaristan’a seferler yaptı. Bu esnada Nogay Han’ın maiyeti de Müslüman oldu ve İslam hiç beklenmedik bir zamanda ve hiç beklenmedik bir yerden Hayranî Hazretleri’nin kerameti ile zuhur edip kuvvet buldu. Nogay Han 1280-1290 yılları arasında Tuna Havzası’nda, Kırım’da ve Balkanlar’da hüküm sürdü. Altunordu’yu teşkil eden halkların İslâmlaşmasında büyük katkısı oldu… Nogay Han’ın bir savaşta şehadetinin ardından Balkanlar’daki Müslümanların hâkimiyeti, faaliyetleri zayıflasa da, Hayrânî Hazretleri’nin himmeti, Sarı Saltuk’un gayreti ve Nogay Han’ın dirayeti ile İslâm kültürü ve iman ateşi o bölgede yer etti ve böylelikle Anadolu Türkler (Allah’ın Askerleri) ile iyice kuvvet buldu…

Hayrânî Hazretleri’nin müridi Sarı Saltuk'tan, rüyasında Fahr-i Kâinat Efendimizi (S.A.V.) görüp heyecandan dili sürçerek “şefaat” yerine “seyahat ya Resûlullah!” diyen Evliya Çelebi de bahsetmiştir. Meşhur Seyahatnâme’sinde Sarı Saltuk'un asıl adı Muhammed Buharî olarak geçer. Ona göre Muhammed Buharî Ahmet Yesevî'nin halifesidir. Ahmet Yesevî, Muhammed Buharî'yi şu sözlerle Hacı Bektaş-ı Veli'ye gönderir:

“- Saltuk Muhammedim! Bektaşım seni Rum'a göndersin, Leh diyarında yoldan çıkmış olan Sarı Saltuk suretine girip o melunu, Dobruca'daki ejderi bu tahta kılıç ile öldür, Makedonya ve Dobruca'da yedi kırallık yerde ün sahibi ol.” (2)

Yine Seyahatnâme’de geçtiği üzere Dobruca'ya yetmiş adamıyla gelen Muhammed Buharî'nin, Kaligra mağaralarındaki ejderi öldürmesi üzerine Dobruca Kralı ve halkı Müslümanlığı kabul ederler. Leh ülkesindeki Sarı Saltuk namındaki papazı da öldürüp onun kılığına giren Muhammed Buharî Sarı Saltuk adıyla hüküm sürer ve bölgedeki halkları Müslümanlaştırır.(3)

Aynı devirlerde yaşamış olmalarından ötürü Sarı Saltuk’un Hacı Bektâşı Velî Hazretleri’nin müridi olduğu söylense de Saltuknâme’den de anlaşılacağı üzere Hayrânî Hazretleri’nin mürididir. Nitekim Nasreddin Hoca, Akşehir, Hayranî hazretleri ile alakalı bütün kaynakların kesişmesi ve her bir ayrı kaynağın Akşehir ile örtüşmesi de Hayrâni Hazretleri’nin müridi olduğu hususunu kuvvetlendiriyor. 

Ayrıca, Abdülhâkîm Arvasî Hazretleri’nin “Ben seyyidim Türk değilim; ama dünyada üç Türk kalsa onlardan birisi ben olmak isterdim. Dünyada iki Türk kalsa onlardan birisi ben olmak isterdim. Dünyada bir Türk kalsa o ben olmak isterdim” (4) sözlerindeki hikmetten tutalım, Necip Fazıl’ın Türklerin İslâm sancağını taşımalarından ötürü her dâim bu hususta hassasiyetle üzerinde durmasına, II. Abdülhamid Han Hazretleri’nin şahsında bu mevzuu İslâm ile katıştırarak müşahhaslaştırmasına ve “Anadoluculuk” fikrini örgüleştirmesine kadar uzanan bütün bu serüvenin yine seyyid olan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nda billurlaşmasına, Mirzabeyoğlu’nun zevcesi Hayran hanımın isminin Seyyid Mahmud Hayrânî Hazretleri tarafından konulmuş olmasına kadar uzanan zevken idrak’a hitab eden tüm bu hususlar bizce Sarı Saltuk meselesine dâir ayrıca kıymetli birer delillerdir.

Sarı Saltuk üzerinde çokça durmamızın sebebi, Hayrânî Hazretlerinin himmeti ve emirleriyle Kırımdan Balkanlara, oradan tekrar Anadolu’ya kadar uzanan bir müselles içerisindeki İlây-ı Kelimetullah uğrundaki faaliyetleridir. 

Hacı Bektaş-ı Velî ile alakalı Velâyetnameler’de Hayrânî Hazretleri’ne dâir hususlar da geçmektedir. Bir kıssaya göre Hayrânî Hazretleri’nin 300 bağlısı ile Hacı Bektaş Veli’yi ziyareti’nde Hayrânî Hazretleri’nin bir Aslan’ın üzerinde ve elinde yılanla bu görüşmeye geldiği anlatılır. Hülasâsı hâlinde Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıfladığı bir dönemde Osmanlı’nın temellerini bir nevi Akşehir’e nakşetmiştir Hayrânî Hazretleri.

Mevlânâ Hazretleri ve Hayrânî Hazretleri 

Mevlânâ Hazretleri ile aynı dönemde yaşamış olan Hayrânî Hazretleri’nin birbirlerine karşı çok muhabbet besledikleri biliniyor. Özellikle Mevlânâ Hazretleri’nin çoğu defa Hayrânî Hazretlerini suâl ettiği bir çok kaynakta geçmektedir.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Tilki Günlüğü- Ufuk Hafiye- isimli 6. Ciltlik eserinde geçen şu kıssa mânâ âleminin inceliklerine, aralarındaki muhabbete dâir bize çok şeyler anlatır:

“Hayran Hanım’dan aldığım kitabın ismi: Akşehir... Müellifi, tarihçi İbrahim Konyalı... 1946 tarihli basım... Kader, onu elime tutuşturdu... İçinde mühim bir bölüm var... Seyyit Mahmut Hayran ile Celaleddin-i Rumî arasında bir dostluk ve bağlılık tablosu... Ahmet Eflâkî’nin menakıbından alınmış... Şöyle... Şeyh Sinaneddin, uzun bir geziden sonra Mevlâna’ya erişir ve şu soruya muhatap olur: “Seyahatlerinde hiçbir merde eriştin mi, Seyit Mahmut Hayran Hazretlerini nasıl gördün, ne ile meşguldür?”... Şu cevabı veriyor: “Onu tilki gibi, saçı sakalına karışmış bir hâlde oturur gördüm; sizin temiz âleminize göz kapamış!”... Bu cevap üzerine Mevlâna güldü ve hiçbir şey demedi... Şeyh Sinaneddin Akşehir’e döndüğü zaman, Mahmut Hayran’ı çarşı başında uyuyor gördü... Mahmut Hayran, Şeyh Sinaneddin’e bağırdı: “Şeyh Sinaneddin!.. Ahrar reislerinin zamanında tilki gibi olmayı cana minnet biliriz!”... Şeyh Sinaneddin, Seyyit Mahmut Hayranı öptü ve gönlünü açacak sözler söyledi... Şeyh Sinaneddin başka bir zaman tekrar Mevlâna’nın yanına vardı ve şunları dinledi: “Alemde kalpleri uyanıklar çoktur!”... Ve şu beyitleri dinledi: “Eğer o deli hayatta ise ona de ki, nadir bulunur deliliği benden öğren!.. Eğer sen divane olmak istersen, benim benzerimin nakşını elbisenin üstüne dik!”... Ve sonra şu: “Her delilik için bir müddet sonra iyilik vardır. Fakat ey deli!.. Ne oluyor ki sen ifakat bulmuyorsun?”... Feci bir yorgunluk ve kesif bir mutluluk içinde, “Tilki Günlüğü”nü aksatmamaya çalışıyorum!..” 

Yukarıda Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun zevcesinin isim babasının Seydi Hayran Hazretleri olduğunu söylemiştik. Yine aynı eserde geçen bu bahsi de aktaralım:

“Hayran Hanım’ın teyzesi veya babaannesi, o doğmadan önce bir rüya görmüş... Konya Akşehir’de türbesi bulunan Seyyit Hayranî isimli bir evliya, rüyasında ona, kız doğarsa “Hayran”, erkek doğarsa “Hayranî” isminin konulmasını söylemiş... Hayran Hanım’ın elinde de, bir esmer leke varmış...”

Nasihatleri

1268 yılında vefât eden Seyyid Mahmud Hayrani hazretleri vefât etmeden evvel kendisinden nasihat isteyen birisine şöyle demiştir:

“Düşün, kabir ve âhıret suâllerine ne cevâb hâzırladın? Kendine acı! Suâle çekileceksin. Hâlbuki, verecek cevâbın yok. Cehenneme girersen, ateşine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yaptın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkası bir fenâlık yapınca, sen yaptın sanmasınlar...”

Aynı zamanda dönemin Selçuklu Sultanları da kendisinden nasihatler almışlardır. Bu nasihatlerden bir kısmını paylaşalım:

“Evvelâ sırrı sakla ve az söyle.

Bilâ-sebep kimesne ile husûmet etme.

Sözünde sâdık ol.

Teenni edici olma.

Fukarâyı tahkir etme.

Ululara riâyet eyle.

Mevti, her dem fikir eyle.

Bilmediğin kimesne ile mukarin olma.

Sana düşmanlığı sibkad olana tizi îtimat etme.

Her neminelik eden âdemden hakîkat umma.

Sakın avrat sözüne inanma.

Dostlarına mürüvvet, düşmanına müdârâ ile, dostu düşmandan fark edüp, ona göre mukâbil ol.

Türbesi

Yazının girişinde mahallini tarif ettiğimiz türbe Sultan Dağı’nın eteklerindedir; vakti zamanında Akşehir Kalesi içerisinde bulunduğundan şimdi gittiğinizde sanki bomboş bir mahalde gibi gözükmektedir. Sanduka kitâbesinin Türkçesi şöyledir: “Velîlerin kutbu mesut şehit, merhum ve mağfur senedim ve efendim Seydi Mahmud İbn-i Mesud H. 667 yılında ölmüştür. Allah’ın geniş rahmeti üzerine olsun.” Türbenin güney tarafındaki mor zemin üzerinde mavi ile şöyle yazılmış:

“Amele Ahmed İbn-i Abdullah bin Aslî” (Asilzâde Abdullah oğlu Ahmed yaptı.)

Ramazan Bayramı münasebeti ile kapalı olduğu için türbenin penceresinden içeriye baktık ve fatihalarımızı bu pencerenin önünden okuduk. 

Türbeye dâir bazı hususiyetler ve tarihî hâdiselerden de bahsetmek istiyorum. Hayrânî Hazretleri’nin türbesinin hemen çaprazında ufak bir mescid var. Bu mescid Ferruh Şah Mescidi’dir; bu mescidin bir hususiyeti de Ankara Meydan Savaşı’ndan sonra, Yıldırım Bayezit’in Timur tarafından hapsedildiği yer olmasıdır. Yapının batı cephesinde yer alan inşâ kitâbesinde1224 yılında yaptırıldığı yazıyor.

Türbe’ye dönersek… Kapısı üzerinde Osmanlıca olarak bir  tâmir kitâbesi var. Bu kitabede: “Allah Enr tecdîden haza et-türbe el mutahbarat Al mutaharra el mahdum el-azim selate’l-evliyâ Seyyid El-sâdât el mu’id binea rabbel-arzın vel sevat Seyyid Muhyiddîn bin Seyyid Ali bin Seyyid Muhyiddîn bin Seyyid Mahmud Rahmetullahü aleyhim. Fi şuhur sene: isna ve aşere ve semâni mie.” 

Türkçe olarak aktarırsak “1409 târihinde Seyyid Mahmud Hayrânî’nin torunu Seyyid Muhyiddîn tarafından” tâmir edildiği yazıyor…

Tekkenin yanındaki zaviyede evvelden Hayrânî hazretlerine ait el yazması kitablarda bulunurmuş; ama tekke ve zaviyeler kanunu çıkınca maalesef memleketimizdeki bir çok tarihî eser gibi bu mübarek, bu aziz yer de yağmalanmış ve harab edilmiş. I. Dünyâ Savaşı ve onu tâkip eden savaşlar boyunca tekke ile zâviye ve türbe kapalı kalmış. 1923’teki tekke ve zaviyeler kanununun ardından tarihte eşine az rastlanır büyük bir cinayet ve hayvanlıkla, o günün Müftü ve Kaymakamı tekkeye aid yüzlerce eseri hamam külhanlarına taşıtarak Akşehir hamamlarını ısıtmıştır. Bu hâdise de büyük bir cinayet ve günah olarak laik-kemalist rejime yeter de artar bile!

Ayrıca Türk tahta işlemecilik ve oymacılık sanatının şâheseri olarak kabul edilen üç veya dört sanduka, Konya’da oturan Alman Konsolosunun teşvîki ile bir Ermeni tarafından çalınmış, bunlar yurt dışına çıkarılırken ikisi yakalanarak İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne kaldırılmıştır.

Allah şefaatinden mahrum eylemesin, büyüklerin yolundan ayırmasın, himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin. Amin. 

Bu bahis ile yazı dizimizi de tamamlamış olduk. 

Kaynakça:
1)Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü.
2)Evliya Çelebi, Seyahatname,c.I, İstanbul, 1896, sf. 659
4)A.g.e
5)Yavuz Bülent Bakiler, Baran Dergisi 297. Sayısındaki röportaj. http://www.barandergisi.net/mirzabeyoglunun-fikirleri-turkiyeyi-ayakta-tutan-fikirlerdir-roportaj,35.html


Yararlanılan kaynaklar:
1)
http://ercaninal.blogspot.com.tr/2013/03/seyyid-mahmud-hayrani-turbesi.html
2)
http://blog.milliyet.com.tr/nogay-turklerinin-kokeni/Blog/?BlogNo=210292 

 
Baran Dergisi 397. Sayı