Atilla Özdür
Andımız’a Bir Tutam Tuz da Bizden
 
Gazeteciliği meslek olarak kullanmadığımdan bu alanda bir kimliğim yok. 70’li yıllarda Milli Gazete’nin fiilen kadrolu çalışanı olmama rağmen rejim bizi haricilerden saydı ve hakkımız olan sarı basın kartımızı gasbetti. Maddi anlamda gazeteyle nesnel ilişkim daha öncelerin, 40’lı yıllarından başlar…

Bayar-Mendereshareketi partileşmiştir. Hakimiyetisimli bir gazete Bursa’da yayın hayatına atılarak Demokrat Partisi’nin yanında yer alır. Babamla abi-kardeş arkadaşlık bağı bulunan İsmet Bozdağ, isteğim üzerine bana Hakimiyet’in seyyar müvezziliğini ayarlayınca, gazetenin cadde ve sokaklarda bağıra çağıra gezen seyyar satıcısı olmuşumdur…

60’lı yılların ortalarında da askeriyenin Personel Kanunu’nda yapılan değişiklikle birtakım haklarımızın geri alınması üzerine muhalefetimizi, Fazıl Erdemlimüstearıyla o günlerin “Bugün”gazetesinde efkara dökerek yazıcılığa başladık.
Aşağı yukarı yarım asrı devirmişiz…
***
İlk mektebe Bursa’da başladım. O günlerde yiyip içtiklerimi bilebiliyor olsam da, net olarak hatırlayamadıklarım da var. O günlerde yokluk, fukaralık ve salgınların ağır baskıları altında iyi kötü nefes alabiliyor olduysak da, büyük küçük bütün insanlar birbirleriyle dost idiler. Biz ilk mektep talebeleri, “öğretmen geliyor” denildiğinde sokaklarda saklanacak delik arardık. Galiba bunun etkisi olacak, ilk mektebi bitirenler, bilgi ve edeplerinden ötürü bankalar ve postanelerde memurluk yapabiliyorlardı…

Sabahları okulda “Türküm doğruyum”u, akşamları yatarken de “Besmelenin adındanRabbiyessir Velatuassir”i asla unutmaz ve tanıyalım tanımayalım, hiçbir zaman büyüklerimize karşı terbiyesizlik ve saygısızlık etmezdik.

İkinci harbin kızıştığı günlerde İstanbul’a göçtük. Galatasaray’ın Taksim taraflarında yer alan bir okulun üçüncü sınıfında devama başladık. Yoksulluk, yoksunluk, bitlenme, başta uyuz ve veremin ağırlığında salgın hastalıklar, karaborsa, ihtikâr ve pahalılık insanın mahv-ı perişanlığına sebep oluyor idiyse de, burada da insanlar her halleriyle birbirlerine destek idiler.

 “Türküm doğruyum” burada da her sabah ders başında! Öğretmenlerimiz aynen Bursa’dakiler gibi kulaklarımızı çekiyor. Tek ayak üzerinde durma cezası veriyor ve yaramazlık edenlerin avuç içlerine cedvelle vuruyordu. Amma hiçbir anne de mektebe gelerek öğretmenle kavga etmiyordu…

Hepimiz birbirimize benziyorduk…

İlk ders, saat 09:00’da başlarken son dersimiz 15.30’da bitiyordu. Ekmekler karne usûlü satılırken, hamuruna da süpürge tohumu katılıyordu. Amma, orta mektep 2.-3. sınıf talebeleri de, gayet tumturaklı dilekçe yazmasını becerebiliyorlardı…
***
Son iki yılımı 1943 yılında Bursa’ın Demirtaş mahallesindeki ilk mektepte tamamladım. “Türküm doğruyum”lu günlerim burada hitama erdi. Savaş dolayısıyla gençlerin askere alınması tarımda buğdayın yanında tereyağı kıtlığına da yol açmıştı. VitaveSana  ile bu günlerde tanıştık. Harp şartlarının doğal zorlukları ve tek parti yönetiminin de siyasi baskılarından bunalan halk, demokrasi istemeye kalkışınca, “Türküm doğruyum”lu sosyal disiplin de su koymaya başladı.

 “Yeter söz milletindir” sloganlarının peşinden sürükleyip getirdiği “ezanın orijinal dili” ve canlanan ekonominin ferahlatıcı serbestliğinde kendini zaptedemeyen halk, programsız ve pusulasız serbestlikte dizgini elinden kaçırmaya yöneldi.

Bolluk, serbestlik ve iyi kötü zenginleşme politikaları, talep /arzoranlamasını arz/ taleporanlamasına çevirince su kaçıran beşeri ilişkiler, seçilenlerle seçenler arasındaki politika ahlâkını, “al papazı ver kızı fehvasınca”dalkavukluğa dönüştürdü. Halk istediğini koparabiliyor, siyasetçi de iktidar nimetlerinin ömrünü uzatabilme  amacıyla elindeki imkanların sınırını aşıyordu.

Küfrederek lanetlediğimiz İMF’ler, bir de baktık ki, bütçelerimizin vicdan yoksulu doyurucu ve kurtarıcı tanrımız oluvermişler.

Tepedeki bu hastalık, haliyle armudun dibine düşmesi gibi tabana da sirayet edecekti. Sosyal ve ekonomik bozulma tabandaki ilk etkisini, öğretmenleri geceleri  korsan şoförlüğe zorlayarak gösterdi.

Atatürk’ün askerleri olup çıktık.

 “Bir elinde tarak bir elinde ayna, sereserpeyatıvermiş kumlara, umurunda mı dünya” diyordu ya, işte onun gibi bir şey…                                                                          
 “Türküm doğruyum, çalışkanım... Büyüklerimi saymak, küçüklerimi sevmek... Varlığım Türk Varlığına armağan olsun”... Ve ilahiri...
Hem faşizmin hem de liberalizmin, hem “tanrı uludur”lu hem de “Allahü ekber”li günlerimizin politik ideolojik besmelesi oldu, ANDIMIZ
***
Andımız” denilen vatandaşlık metni böyle gidiyor, vaad ediyor, söz veriyor, şart koşup yemin ediyorlar. Kim bunlar, daha henüz çocuk sayılacak bîgünah küçükler. Çocukluktan gençleşmesine çalışılan talebeler. Atatürk’ün Cumhuriyet’i kendilerine emanet ettiği söylenen şekillenme sürecindeki kızlı erkekli delikanlı namzetleri.

Daha önce şekillenip millet ya da ulus halini almış sayılan, Atatürk’ün  askerleriyle, dindar gençliğin namzetleri…

Şimdi çıkınız dışarıya, bünyesinde yer aldığınız ideolojik davanın çevresinde yerleşik, özellikle de “ekmek parası!”yolundaki aktif elemanların, ticaretçi siyasetçi ayırmadan, topluma karşı takındıkları hal ve ahvaline bir bakınız…

Atatürk’ün askerleriyle, başı takkeli eli tesbihlileri birbirlerinden ayırmaksızın, Sabah andını içenlerin akşam olduğunda sergiledikleri kişiliklerini mi örnek alsın bu yavrucuklar?..

Şunu demek istiyoruz;
Andçılarla karşıtları, tepedekiler olarak, tepişme mevzuunda stoklarında mal kalmamış olmalı ki, kayıkçı kavgasına tutuşmuş gidiyorlar…

Komedi mi melodram mı, ben çözemedim.

Baran Dergisi 616. Sayı