Selâm ile...

TSK içine yuvalanan ve 15 Temmuz tarihinde darbe yapmaya kalkışan FETÖ örgütü, Müslüman Anadolu İnsanı’nın uyanmasının ve senelerdir beklenen “halk ihtilâlinin” gerçekleşmesinin vesilesi oldu. İçine sızıldığı için senelerdir kendi milleti dışında neredeyse herkese hizmet ettiği anlaşılan sivil ve askerî devlet müesseseleri, bu ihtilâl esnasında “zihniyet” itibariyle yıkılmış oldu. Zaten asıl ihtilal, zihinlerde meydana gelen ihtilaldir. İşin aksiyon kısmı da bu zihin ihtilaline bağlıdır ve onun yanında nisbeten daha kolaydır. Halka kurşun sıkmaktan sakınmayan kadroları meydana getiren sivil ve askerî birçok hain bürokrat da bu sayede tutuklandı ve cezaevine gönderildi. 

Şimdi dikkat edilmesi gereken birkaç hususun altını çizelim. Bunlardan birincisi, Fettoş’un içimize sızmış bulunan takkeli şeytanları bürokrasi içinden temizlenirken, bunların yerine ikâme edilecek bürokratlar son derece önemli… Birinin boynunda tasma varsa, bu tasmanın ucu ister Doğuya, ister Batıya uzansın, o kimseden bu memlekete hayır gelmez. Tasmasının ucu Amerika’da olan Fetö neyse, İran’da olan İrancılar da odur. Yaşanan felâketlerden ibret alınırsa, onlar felâket olmaktan çıkar, rahmet olur. Artık kendi öz kaynaklarımıza dönmemiz ve devlet bürokrasisinin kapılarını Müslüman Anadolu İnsanı’na açmamız gerek. “Onlar yapamaz”, “onlar edemez” demeyin. Tamamıyla teslim alındığı anlaşılan devlet müesseseleriyle senelerce nasıl yaşamışsak, millîleştikten sonra haydi haydi yaşarız. İnsanların son on beş gündür birbirlerine gösterdikleri nezaketi, asayiş olaylarının neredeyse “dip” yapmış olmasını nazarı dikkatinize sunarız. 

Fetöcüler Türkiye’de darbe teşebbüsü içindeyken, İran’ın Suriye’de görevli devrim muhafızlarının yaptığı kutlama... Bu vaziyete, İncirlik Üssünde yapılan darbe toplantılarına İran’lı bir generalin katıldığı hakkındaki iddiaları da ilâve edersek, aslında ABD ve İran’ın nasıl bir oyunun içinde olduğu daha iyi anlaşılır sanırız. İranlı yetkililerin darbenin hemen akabinde Suud ve Katar’ı suçlaması ve darbenin arkasında bu iki ülkenin olduğunu söylemesi bize suçluluk psikolojisi kaynaklıymış gibi geliyor. 

Ancak bize düşen en önemli iş, tüm bunlar yaşanırken ihtilâli “inkılâb”a dönüştürmek, şehidlerin kanının hakkını vermektir. Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra kendi milletinin dinini, âdetini, geleneğini ve hâsılı kelâm öz hüviyetini ortadan kaldırmaya yönelik bir şekilde tatbik edilen ve halkımızda karşılığını asla bulamamış malum “devrimlerden” hızlı bir şekilde arınmak ve bizim ruh kökümüzle bağlarımızı kuvvetlendirecek, kendimizden başlayarak bütün bir İslâm Âlemi’nin içinde bulunduğu buhrana deva olacak inkılâbların tereddütsüz bir biçimde önünü açmak gerek... Dediğimiz gibi tereddüde mahal yok. Bir ülkenin dirliği, birliği, kalkınması şüphesiz o ülkedeki en büyük organizasyon olan devletin halkı ile aynı zihniyeti taşımasından geçer. Bir Müslümanın, imanı gereği, İslâm’ın emir ve yasaklarının tatbikini istemesinden daha tabii ne olabilir? Böyle bir inkılâbın dayanağı olarak da elimizde yine millî olan Büyük Doğu-İbda’dan başka bir dünya görüşü yok! Dolayısıyla artık içtimaî kurumlarımıza hızla Büyük Doğu’yu nakşetmemizin, Büyük Doğu-İbda’nın ortaya koyduğu İslâm’a muhatab anlayışın “millî mihver” olarak hem devletçe hem de milletçe benimsenmesinin zamanı gelmiştir. Kökü en derin maverada, dalları ise maddeye en mütehakkim noktada bulunmak istiyorsak, buna mecburuz. Aksini söyleyen, çözüm önerisini de getirsin. Ama öyle goy goycu, varlık ve oluş muhasebesini yapmamış laf olsun torba dolsun cinsinden çözüm önerileri değil kastettiğimiz. Anlaşılmıştır herhalde…

Kapağımızda bu meseleyi işledik ve “Cemiyete Büyük Doğu’yu Nakşetme Zamanı: Şimdi İş İnkılâpta!” manşetini attık. Kapak mevzumuzu Ömer Emre Akcebe işledi: “Halkın Batı’ya Başkaldırısını İnkılâblarla Taçlandıralım.”

Kâzım Albay’ın “Sokaklarda Kazanılan Zafer Sokaklarda Korunuyor” başlıklı yazısında, dinimizi, vatanımızı, namusumuzu kaybetmemek için her türlü mücadelenin şart olduğu belirtiliyor.

Sezâi Kırlangıç, “Halk Bu Mübarek İhtilâlini İğdiş Ettirmez!” isimli yazısında 15 Temmuz Batıcı darbe teşebbüsü çerçevesinde bir takım hususlara dikkat çekiyor.

Çakal Carlos (Salim Muhammed), bu hafta Almanya Münih’te gerçekleştirilen saldırı üzerinde duruyor.

Fatih Turplu, “Ak Parti İstanbul Milletvekili Markar Eseyan’a: ‘Ya Sen Ol Müslüman, Ya Ben Olam Ermeni!’” başlıklı yazısıyla dergimizde...

İsmail Kılıçarslan’ın Yeni Şafak Gazetesi’nde yayınlanan “Kalksana Halil Reis, Tiyatroymuş Her Şey” isimli yazısını iktibas ediyoruz.

Türkiye Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Kapan 15 Temmuz darbe girişimini Baran Dergisi’ne değerlendirdi.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun dergimizde tefrika edilen eseri “Ölüm Odası B-Yedi”nin 323. bölümünün alt başlığı “Boğaz Köprüsünde Afiş”...

Abdullah Kiracı, bu hafta “Para Vakıflarının Önemi”ni işliyor.

Gülçin Şenel’in yazısının başlığı “Halil İnalcık’ın Ardından”...

Sizin için derleyip yorumladığımız haberlerimizle birlikte 498. sayımızın muhtevası böyle.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere...

Allah’a emanet olun...