Selâm ile...

Büyük aksiyonerler, hayatın çeşitli planlarında verilen mücadeleyi, ayrı ayrı muharebelerin toplamından müteşekkil bir savaşa benzetirler. Aksiyoner bir hüviyet taşıyan ferdler ve bunlardan teşekkül etmiş cemiyet ve devletler, tabiî olarak hayata bu cihetten bakarlar. Hele ki bizim gibi akıncı kimliği ile yedi düvele nam salmış bir millet, bu milletin ferdi ve devleti için de başka türlü bir anlayış düşünülemez.

Cumhuriyetin kuruluşundan evvelki bir asırlık zaman diliminde, üç kıtada muharebe ede ede Anadolu’ya sığınmış ve Kurtuluş Savaşında elde kalan son toprak parçasını kaybetmemek için son gayretini de sarf etmiş bu yüce millet, bir asırlık soluklanma devresini, hoşnut olmasa da kabul etmek zorunda kalmıştı. Her kahramanın hamurunda olduğu gibi milletimizinkinde de kâfi derecede sabır vardı. Yeni bir nesil, yeni bir toplum meydana getirene kadar, bu millet, başına gelenleri benimsemedi, sineye çekti ve sabretti. Çünkü hakikaten de Anadolu öksüzler yurduna dönmüş, yeni bir sefer düzenleyecek er kalmamıştı. Sahte kahramanlar bu şartlar altında türedi, milletimizin ruh köküne düşman inkılâblar ve şahsiyetiyle bağdaşması mümkün olmayan “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi prensipler de, işte bu ahvâlde işletildi.

Tâ ki 2009 senesinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Davos’ta Yahudi Şimon Peres’e “One Minute” diyene kadar. İşte o zaman, bir asırdır sabırla beklenen hesablaşmanın fitili de ateşlenmiş oldu. Akabinde 7 Şubat MİT Krizi ile başlayan, içe dönük bir hesablaşma sürecine girildi. Emniyet ve Yargı Bürokrasisi ile yapılan muharebelerde, seçilmişler, atanmış hainlerin hakkından gelmesini bildi. Gezi Olaylarında, gençliğin hüviyetini kaybetmiş bir kesimi ile başka bir muharebeye girişildi ve kimliğini hiçbir zaman unutmamış milletimizin bir gece havaalanında toplanması bile karşı cebheyi dağıtmaya yetti. Akabinde Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da iç ihanet şebekesinin gözetiminde, kafatasçı bir güruh ile yeni bir muharebeye girişildi ve o da kazanıldı. Ve 15 Temmuz muharebesi; askerî bürokrasiye sızmış FETÖ mensublarının, darbe adı altında, 1923’te olduğu gibi, bir asır sonra yeniden ayağa kalkmaya çalışan milletimize ve devlete saldırısı... Milletimizin bir asırdır sakladığı kahredici akıncı ruhunun, kınından ışıl ışıl sıyrılmasına vesile olan hadise. Ve bürokrasi içinde başlayan geniş kapsamlı hain avıyla eş zamanlı olarak, Anadolu’nun, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarıyla, bir asır sonra, canlılığının manifestosu olarak dışa doğru yeniden dal vermesi. Anayasa değişikliği ve 24 Haziran seçimleriyle beraber ise, devletin, İstikbâli Gâzâ’da gören bir anlayış ile yeniden teşkilatlanmasıyla neticelenen bir süreç. 

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun bir şiirinde dediği gibi “sürüyor; sürecek zaman sahnesinde/iyi ve kötünün başlayan savaşı”... Türkiye’nin İstiklâl Savaşı da, zaferlerle taçlana taçlana sürüyor. Fakat bu seferki muharebe sahası, bizim belki de en zayıf olduğumuz ekonomi sahasında cereyan ediyor. Milletimizle erkekçe savaşmaktan kaçanlar, faiz, kur baskısı ve bunlardan doğan enflasyon ile gelir dağılımında bozulma ve paranın piyasadaki deveranını durdurmak suretiyle üzerimize geliyorlar. 

Bu yeni muharebeyle alâkalı olarak, reel eko-politiğin bir ideale nisbetle değerlendiği, üzerimize gelen saldırıların simetrisinin nasıl bozulması gerektiği ve bizim bu savaştan da muzaffer bir şekilde ayrılmamıza vesile teşkil edecek stratejiyi, dergimiz yazarlarından Ömer Emre Akcebe, “Mânâ Değişiyor ki Suretteki Tecelli de Değişiyor” başlıklı yazısında kaleme aldı.

Kâzım Albay, I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetin ardından Osmanlı’nın başına geçen, Kemalizm’in “hain” olarak yaftaladığı vefakâr ve büyük vatan dostu “Sultan Vahdettin’in Şahsiyeti”nden bahsediyor.

Kapak mevzumuzla alâkalı olarak Medipol Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yard. Doç. Dr. Mevlüt Tatlıyer ile yazılı bir mülâkat yaptık. Tatlıyer, “sanayileşme ve kalkınmaya adanmış bir devlet bürokrasisine ihtiyacımız var” dedi.
Atilla Özdür, “Yalnızlık Ya da Yalnızlaşma Sendromu” başlıklı yazısında çeşitli meseleler hakında değerlendirmelerde bulunuyor.

Fatih Turplu, “Din Bezirgânları” başlıklı yazısında hak ve batıl bütün dinlere musallat olan mikropların hususiyetlerini alâka çekici bir üslupla ele alıyor.

Bahattin Yeşiloğlu, “Muhasebe: Haklısın Baldız” başlıklı yazısında içe dönük bir takım tenkidlerde bulunuyor.

Oğuz Can Şahin, “Kör Ressam ve Sağır Bestekâr” başlıklı yazısıyla dergimizde.

Gülçin Şenel’in bu haftaki yazısının başlığı “Müteal-Aşkın Sanat”…

Dergimizde ayrıca sizler için derleyip yorumladığımız haberleri de bulabileceksiniz. 

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…

Allah’a emanet olun…