İç ve dış siyasî gelişmeler illâki bir şekilde çözüme kavuşturulur. Sağlıklı bir hukuk sistemi tesis edilir ve böylelikle düzen de kurulur. İktisadî hayatımızda herkesin emeğini gerekli kılacak bir düzene geçilir, gelir dağılımındaki adaletsizlik ortadan kalkar. Okullar, yeniden kıvılcımlar saçıp kandiller tutuşturan meş’aleler hâline gelir. Bunların hepsinden öte, yeni bir ahlâk da müesseseleşir. İçtimâî hayatımız, en nihayetinde insanca yaşanmaya değer bir hayat da vazeder.
Aslına bakacak olursanız, tüm bu saydıklarımız talî meseleler. Hani çevreyollarına bitişik yan yollar var ya, tıpkı onun gibi. İşte, tüm bu meseleler de bir anayolun istikâmetinde, o yolun istikâmetine göre şekillenen meselelerden. Anayol mu? Üstad Necib Fazıl’ın Destan şiirine konu olan “çıkmaz sokak”ın, yan yollarında rastladığımız siyaset, adalet, iktisad ve ahlâkın içler acısı manzarasına her gün zaten şahitlik etmeyiz; hatta bizimle beraber bugün bütün bir dünya da buna şahit. Öyleyse...
İdeal planda, yolun istikâmeti DİN. Yolun kendisi ŞERİAT. Tali yolları ölçülendiren ve anayola perçinleyen MEZHEB. Vasıta ise ANLAYIŞ, bizi o yoldan istikamete vardıran.
Şimdi birileri çıkıyor ve istikâmete vardıran üç unsuru birbirinden tecrit etmeye kalkıyor. Biri çıkıyor ve diyor ki; “bize varılacak istikâmet yeter, ne yola, ne tali ölçülere ve ne de vasıtaya gerek yok.” Öbürü çıkıyor istikâmet ile yolu birbirinden ayırıyor; istikâmeti olmayan yol mu olurmuş sanki, yahut yolu olmayan istikâmet. Bir diğeri çıkıyor, tâli yolları ayırıp, anayolu ulaşılmaz kılıyor. Vasıta olan anlayış mı? İstikâmet ve yol meselesini hâllederlerse, belki o zaman sıra vasıtaya da gelecek ama, nerde?
Anadolu’nun mümeyyiz vasfı, bin senedir Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat’tir. Selçukludan beri bu toprakları bir arada tutan, bu milleti hâkim kılan vasıf budur. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat açısından ölçüyü açacak olursak: İstikâmet İslâm’dır. Bizi İslâm hedefine vardıracak olan yol, Şeriattır. Tali yollarımızın ölçülerini koyan dört hak mezheb; Hanefî, Şafi, Hanbeli ve Malikî mezhepleridir. Beş asırdan beri yenileyemediğimiz, hatta başlarda yenilenmesine ihtiyaç olduğunu bile hissetmediğimiz “muhatab anlayış” eksikliğinden dolayı ise zamanın dışına itilip yok olmamıza ramak kalmıştı. Bugün nazarından bakacak olursak, yok olmak tehlikesini atlatır atlatmaz evvelâ yapılan iş, anlayışı yenilemektir ve bu yeni anlayışın ismi de Büyük Doğu-İBDA’dır.
***
Son günlerde Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat’i hedef alan saldırılardaki artış herhâlde herkesin dikkatini çekiyordur. Saldırıların sistematik bir şekilde artarak sürmesi tabiî ki tesadüfî değil. Geçtiğimiz haftalarda “ABD’nin Hedefi Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat” başlığını attığımızı hatırlarsınız. Bu manşetin atılma sebebi, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı’nın, Demokrasi, İnsan Hakları ve Emek Bürosu tarafından her yıl yayımlanan “Uluslararası Dinî Özgürlükler” raporunun 2016 tarihli nüshasında Türkiye ile alâkalı bölümlerin muhtevasıydı.
Raporun muhtevasına eğilmeden evvel, bir hususun daha altını çizmemizde fayda var. Müslümanları dönüştürüp kendi süflî düzenlerine entegre etmekte muvaffak olmayan Yahudi ve Haçlı, 1800’lerin başından beri yeni bir İslâm uydurup, böylelikle Müslümanları ifsad ederek ele geçirmek üzere hareket ediyor. Muhammed Abduh, Cemaleddin Afganî gibi o dönem İbn-i Teymiyye’den beslenerek dinî içten yıkmaya azmetmiş sapıkların, bugün de benzerlerine rastlamak mümkün. Bu yolu izleyerek daha evvel bizi Anadolu’ya kıstırmasına kıstırdılar; fakat öldüremediler. Mevlâna Hâlid Bağdadî Hazretlerinin Hindistan’dan alıp getirdiği ve sırasıyla Seyyid Tâhâ, Seyyid Fehim ve Abdülhâkim Arvasî Hazretleri tarafından Anadolu’ya sımsıkı perçinlenen Nakşîlik, Anadolu’yu 1800’lerin başından beri tutan ve Ehl-i Sünnet’in yıkılmaz kalesi hâline getiren sırdır.
Raporun muhtevasına dönecek olursak; azınlık hakları, Aleviler vesaire diye başlayan raporun en can alıcı kısmını, adı açık seçik konulmuyorsa da muradı son derece açık, Nakşîlere karşı yeniden “devrim kanunları”nın şiddetle uygulanmasının taleb edilmesidir. Yani Amerika, düne kadar İngilizlerin yayınladığı tamimi, bugün güncelleyerek yineliyor. Bu rapor yayınlanır yayınlanmaz da, Türkiye’de belli kesimler tarafından Ehl-i Sünnet Vel’Cemaat’i hedef alan saldırılar başlıyor. Bu saldırıları yapanlar üç kesimden mürekkeb. Birincisi, İrancı Muta mahsulleri. İkincisi, Üstad Necib Fazıl’ın “bir baştan öbür başa, Batı akliyeciliği karşısında afallamış, sonradan aynı Batı’nın 20. Asırda aynı akliyeciği iptale kadar giden fikir çilesinden nem bile kapmamış, Doğunun özüne giremezken Batının kabuğunu olsun görmemiş idrak yüzkarası.” diye tarif ettiği reformacılar. Üçüncü kesim ise, Yahudi-Haçlı ittifakının çıkarı istikâmetinde İslâm’ı tahrif edip, Müslümanları global sisteme entegre etmeye çalışan yetiştirilmiş ajanlar, tıpkı Fetullah Gülen gibi...
Bunlar, kaynaktan yapalım der, sünneti reddeder, İslâm diye bambaşka bir din uydurur, dinler arası diyalog kurar, kâfirleri cennete sokar, İslâm’ın nass’larını törpülemeye kalkar, çağlar üstü “Mutlak Fikir”i konjonktürel ilân eder, tarikatlara düşmanlık besler, mezheblerden aşure yapmak suretiyle kuduz nefsine yol arar, hayattan dini izole etmeye kalkar ve benzeri ne kadar sapkınlık varsa her haltı yer de, bir türlü istikâmete girmez. Bu bakımdan yularsız hayvan gibidir.
Şimdilerde bu hain tipi, devletin bütün kademelerine sirayet etmiş vaziyette. Diyanetten İmam Hatiblere, İlâhiyat Fakültelerinden çeşitli gazete köşelerine, vakıflardan ve derneklere kadar dört bir koldan Ehl-i Sünnet’e saldırıyorlar. Aslına bakacak olursanız, Nakşîlik dolayısıyla Müslüman Anadolu İnsanının bu tip illetlere karşı bağışıklık sistemi güçlüdür. Bünyeye nüfuz etse bile vücudu hasta etmeye kâfi gelmez; fakat bid’at ehli hakkındaki hüküm de son derece sarihtir.  
***
Görüldüğü üzere artık eskiden olduğu gibi açıktan kâfir olanlar ile Müslümanlar arasında bir kavga yok. Batı bile Kemalistleri değil, Müslüman görünümü ahmak yahut kâfirleri kendisine partner olarak seçiyor. Çünkü bu kavganın alenî küfür safından verilemeyeceğini cümle âlem gördü. Ve yine artık onlar da biliyorlar ki; “Bid’at sahibinin fesadı küfürdekilerin bile fesadından ziyadedir.” Bugün Müslümanlar ile Müslüman görünümlü kâfir ve ahmaklar arasında bir kavga var. Kâfirlerle yapılan ilk kavga, ayrılan saflarda kimin Müslüman olduğunu ortaya çıkarttı. Bu ikinci kavga ise, Müslümanım diyenler arasında aslında kimin hakiki Müslüman olduğunun görünmesi için bir araz nev’inden. Aslına bakacak olursak, bu bakımdan müsbet de. Bünye, içindeki ifrazatı bir şekilde kusacak. Bunlar hep vesile...
***
Bizim bu konu hakkındaki politikamıza gelecek olursak, son derece açık, kati ve şiddetlidir: Biz, İslâm hakkında hiç kimseyi ileri geri konuşturmayız; İslâm akidesine, şeriata, tasavvufa, Ashab-ı Kiram’a, Peygamber Efendimizin sünnetine ve bağlısı Ehl-i Sünnet’e uzanan eli kırar, dili keseriz. Bakın açıktan da yazıyoruz; İslâm’a düşmanlık eden ve Müslümanlara kin besleyen dün rejim ve FETÖ, bugün ve yarın her kim olursa olsun, hesabını sorduk, sorarız. Bu milletin itikadına kimseyi musallat etmeyiz. Kemalistler ve FETÖ bunu tecrübe ettiler. Bedelini de bilirler. Ama siz ahmakça bir arzuyla, aynı tecrübeyi bir kez de kendi hesabınıza tatmak istiyorsanız, buyrun.
Bizim bu mesele hakkındaki temel ölçümüz de son derece açık ve nettir: “Dinî islerde bid’atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de cihad ve gazada gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alâmeti olmaya kadar gider. Şehidlik, İslâm’ın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mümin ferd bu yüksek makamı kalb ve zevk yoluyla benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resûl ve Nebiler’in birçoğu, Sahabîlerin ekserisi ve Peygamber evlâdının hepsi, şehadeti arzulamış̧ ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir!”... Eğer yeni bir “Pörsümez Yeni” zuhurun hamlesine girişilecekse, evvelemirde şehidliğe mutlak hazır olunmalı; şeksiz-şübhhesiz imânla. Kavga görevini başkalarına vermek, canını kurtarmak için kendini ulemadan sayma gayretinde bulunmakla fitneyi önlemek ve İslâm’a yol açmak mümkün değildir.” Dolayısıyla bid’atı kökünden kurutmak bizim için bedeli ne olursa olsun şereftir.
***
Peki ya sizin ölçünüz ne? Hatta ölçüyü de bir kenara koyalım. Neyi, neden ve niçin yaptığınızı, bırakın başkasına, kendi kendinize izah edebiliyor musunuz? İçinde yaşadığımız müesses nizam bu kadar süperse, güzelse ve tıkır tıkır işiyorsa, sorun ne ola ki, dönüp dönüp İslâm’ı bu düzene uydurma çalışıyorsunuz? Ve bir sorun varsa, o zaman niçin hâlâ müesses nizamdan tarafsınız?
 
Baran Dergisi 564. Sayı