Monarşik bir idare biçimi demokratik olabileceği gibi demokratik bir yönetim Monarşik kaideleri dikte ederek, anti-demokratik olabilir; demek ki, idare biçimlerinin ele alınışı, vazettikleri esaslar kadar tatbik ettikleriyle de ölçülmeli! Bu açıdan bakıldığında, kendi içinde tabiî olarak pek karmaşık veçhelere ayrılan yönetim biçimleri, diğer tabiriyle devlet şekilleri, günümüzde kabaca iki biçime ayrılıyor: Cumhuriyet ve Monarşi. Monarşiyi de muhteva olarak iki kısma ayırabiliriz: Mutlak ve meşrutî. Bugün Monarşinin ihtiva ettiği çerçevede olmasa da, demokratik ve parlamenter sistemleri içinde barındıran Monarşiler de mevcuttur... Hâlen Birleşik Krallık yani İngiltere, Danimarka, Norveç, İsveç gibi ülkeler bu yönetim biçimini sürdürmektedirler; hükümdarın yetkileri kanunla sınırlandırılmıştır ve hükümet meclis tarafından idare edilir; “hükümdar” vardır ama kanunla sınırlandırılan yetkileri o kadar dardır ki neredeyse sadece kutlama günlerine has bir süs olmaktan öte devlet işlerine karışmaları mümkün değildir! Tabiî ki, rejime bir “derinlik ve süreklilik” sağlamak adına hayatî bir fonksiyon icra etmektedir. Netice olarak, bahsettiğimiz gibi günümüzde o kadar farklılaşmışlardır ki onları da bugünkü nitelikleri ve tatbiklerinden ötürü “demokratik” biçimin dışında göremeyiz!

Cumhuriyet idareleriyse ikiye ayrılır ve bunlardan biri Aristokratik, diğeri demokratik yönetim biçimleridir. Günümüzde Aristokratik yönetim biçiminin uygulandığı cumhurî bir rejim yoktur. Eskiden Venedik, Ceneviz, vb. devletlerde mevcut olan bu idare biçimi 150 yıldır ortadan kalkmıştır.

Demokratik yönetim biçimine gelince; demokrasi, kendini, Salih Mirzabeyoğlu’nun tarifiyle “ahali-millete” dayandırır. Demokrasilerde kanun yapma ya ahali tarafından bizzat yahut da onun seçtikleri tarafından “temsili” olarak yapılır. İlkine “doğrudan” ikincisine ise “temsili” denilir.

Ehemmiyetine binâen bu noktaya mim koyarak şu ahali-millet tarifinin niçin bu niteleme ile yapıldığına dikkat çekmek istiyoruz:

Niçin millet değil de ahali? Çünkü devlete vücut veren olarak “millet” ifâdesi karşılığı bakımından geniş bir alanı kapsamaktadır. Oysa ahâli mütecanis, yani aynı tipte olan, aynı gelenekten, aynı kökten gelen ve aralarında çok az sosyal farklılık bulunan insanların oluşturdukları toplum mânâsına, gayri mütecanis yani bağdaşmaz olarak kendi içinde ikiye ayrılan veçhesiyle “millet” ifadesinden daha dar bir alanı kapsamaktadır. Bu açıdan, bugünkü devletler hukuku bahsinde pratik olarak geçerliliği vardır ve kullanıldığı yer Salih Mirzabeyoğlu’nun dikkat çektiği üzere memleketimiz açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır: “Gayr-ı mütecanis bir devlet üzerinde denetim zorunluluğu vardır!”

“Ne alakası var” diye sorulursa, Osmanlı’nın kendi içinde milletleri tebâ diye ayırarak mezcettiği döneme nazaran demokratik bir yönetim ile yönetildiğimizi, bunun yanına da “milletlerin encamını tayin hakkı vardır”ı kattınız mı, uluslararası hukukta yeri gelince müdahale hakkı doğuyor; elbette işine gelenlere… “Mütecanis Ahali” derken Mirzabeyoğlu’nun “karşılıklı etkileşim’in kendini kendinden olmayanlardan ayıran hususiyetleriyle teşekkül etmiş” olan “toplum” tarifini kastettiğini hatırlatalım ki, bizim cemiyet olarak yeri geldikçe her defasında “Müslüman Anadolu İnsanı” diye çizdiğimiz nitelemenin niçin devlete vücut vermesi gerektiği de –en azından kendi içimizde- anlaşılsın… Koruma kanunu’na da ileride ayrıca değineceğiz zaten, yeri gelecek! Bu arada bu mesele esasen Osmanlı’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda Batılılara karşı sıkça kullanılmış bir argümandır; işin karışık tarafı bu argüman yeri geldiğinde mesela Ermeni Meselesi’nde yahut Kürt Meselesi etrafında BM ve Avrupa tarafından da rahatlıkla kullanıma açıktır ki, bizim bütün milletimizi oluşturan toplulukların hem mütecanis ve hem de gayri mütecanis unsurları barındırmasına mukâbil Batı için aynı kâideleri işletebilmek, Türkiye açısından şu vaziyette çok zordur. Her ne kadar mevzular kanun dâiresinde ele alınsa da, şu an günümüzdeki ana kâide kanunlar değil güç dengeleri ve Dünya Kamu Düzeni içindeki hükümranlık mevzuudur!

Mim koyduğumuz noktadan devamla:

Günümüz devletlerinin hemen hemen hepsinin artık bir teamül olarak kullandığı demokratik yönetim biçimidir. Günümüz nüfus yoğunluğu ele alındığında, bugünkü demokratik rejimlerinin “temsili demokrasi” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Doğrudan demokrasi günümüzde kullanılmıyor; fakat mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun tespitiyle, doğrudan ve temsili demokrasi arasında olanyarı doğrudan demokrasi olarak, zamanla güncellenmiş ve bugünkü halini almış Amerika Birleşik Devletleri ve İsviçre örnekleri de mevcuttur! Hülasa, bugün dünya kamu düzeni, devletleri vesâire dediğimiz andan itibaren demokratik bir yönetim biçiminden, bu teamülden bahsediyoruz demektir!

Mevzuun kıvrıldığı noktaya nazaran; bilindiği üzere Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan bunalan ve nihayetinde Monarşi’yi, Krallıkları da geride bırakan Avrupa ve yeni devlet Amerika eliyle biçimlendirilmeye çalışılan dünyada, Osmanlı Devleti’nden arta kalan, paylaşılması, sömürülmesi gereken koca bir boşluk meydana geldi. Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Wilson’un yayınladığı beyannamenin meşhur maddesi de şuydu; “Milletlerin encamını tayin etmeye hakkı vardır.” (Salih Mirzabeyoğlu’nun dikkat çektiği meseleyi hatırlayalım) Bu prensibin birçok memlekette işletilmesiyle, demokrasiyi bir iç rejim olmaktan çıkartarak milletlerarası ilişkilerin temeli hâline getiren süreç hızla gelişti ve Salih Mirzabeyoğlu’nun teşhisiyle “monarşilerin tasfiyesi gibi esasen sosyal ve siyasî fonksiyonunu yitirmiş yapılanmaların doğurduğu boşluk” bu şekilde giderilmeye çalışıldı. Dünyadaki bütün devletlerin neredeyse hepsini kapsar bir şekilde Demokratik idare biçimlerine girişin kabaca hikâyesi budur!

Milletler Cemiyeti, yani aplike edilmiş hâli olarak ve Yeni Dünya Düzeni kurmak için tesis edilmiş en güçlü teşkilat olan Birleşmiş Milletler’in, meşruiyeti de sağlandıktan sonra demokratik idare biçimleri zamanla bütün dünyaya yayıldı; kimi zaman Irak’ta olduğu gibi zorla, kimi zaman ise bazı memleketlerde gördüğümüz gibi ister-istemez…

Bugün “dünya bir köy oldu” denilen ve globalizm diye isimlendirilen görünümün temeli, monarşik düzenlerin oluşturduğu boşluğun böyle bir “temsiliyet” ile kapatılmaya çalışılmasından doğmuştur. Ne kadar kapattıkları, dünyadaki milletlerin haline bakılarak anlaşılabilir. 

Bu esnada gözden kaçırılmaması gereken asıl husus, bir iç nizam olan demokrasinin büyük devletlerin aldığı yeni pozisyonlar icabı dış bir nizamı ifade ediyor oluşu; nitekim mevzu, bir devletin kendine nisbetle iç kamu düzeni ve yine kendine nisbetle bir başka devletle olan ilişkilerinin uyumu bakımından dış kamu düzeni olmaktan çıkarılıp, “kamu düzeninin kendi” hâlinde “devletlerin içinde yer aldığı bir dünya toplum düzeni” olarak kabul edildiğinde; bir de bunu temsili olarak teşkilâtlandırıldığında (BM) kimsenin de “hayır!” diyecek mecâli olmamasını da buna ilâve ederek söyleyelim, Yeni Dünya Düzeni yahut yeni sömürü alanının meydana getirilmesiydi! Halihazırda oluşturulan bu yapının, dünya çapındaki kamu düzeninin her tarafından patlak veren bir yapıya çoktan dönüştüğünü görüyoruz ki, bu hususa geleceğiz…

Dünya Kamu Düzeni dediğimizde hatırımıza ister istemez Birleşmiş Milletler Teşkilatı gelmektedir; çünkü mevcut dünya kamu düzeninin tabiri caizse jandarmalığı bu teşekkül etrafında yapılmakta ve her ne yapılacaksa bütün devletler nazarında karar mercii olarak kabul edilmektedir. Salih Mirzabeyoğlu, BM’yi “doğrudan doğruya monarşi çekişmesi içinde oligarşik” olarak niteler, gayesinin ise “bu sınıf dışındaki ülkeleri sömürme aracı” olduğunun altını çizer. Monarşi’nin doğurduğu boşluk meselesine bu gözle baktığımızda, büyük devletlerin şuuraltlarında hâlâ bu mevzûun unutulmaz bir ukde olarak kaldığını, hatta bu tarza uygun bir şekilde dünyayı yönettiklerini söylemek aşırı olmaz zannediyorum! Bugüne kadar ve hatta bugün de geçerli olan bir husus olarak İslâm ülkelerine, hususiyetle Türkiye’ye –çünkü Osmanlı gibi bir tecrübenin devamıdır- demokrasi havariliğini layık görürlerken, ABD ve Batı, hülâsa İslâm Memleketleri’nin dışında olan ve dünyanın jandarmalığına mensup olan güçlü ülkelerin hepsi hem pratik ve hem teoride gayet Monarşiktirler! 

Bugün herkesin bildiği daimi üye meselesi bile BM’nin yapısının ne türlü bir gaye ile dizayn edildiğini gösterir; buna mutabık bir bahis olarak daha evvelden iki ayrı yazıda dikkat çektiğim bir meseleyi mevzu edelim, böylelikle hem bu yazı içinde bahsedeceğimi söylediğim Koruma Kanunu meselesini de izah etmiş olalım:

2001 yılında Kanada’da toplanan (ICISS) isimli bir komisyon tarafından “responsibility to protect-koruma sorumluluğu” kavramı ortaya sürülmüş ve bu kavram 2005 yılında Birleşmiş Milletler’e üye olan bütün devletler tarafından konsensüsle kabul görmüştür. Sadece kabul görmekle kalmayıp bazı meselelerde referans haline bile gelmiştir; BM’nin Kosova olaylarına müdahalede gecikmesi öne sürülmüş ve bu sebeble böyle bir kavram üretilerek “Koruma Sorumluluğu” BM nezdinde devletler tarafından referans gösterilecek bir öneme sürüklenmiştir. Kabaca “Koruma Sorumluluğu”nun ortaya çıkış süreci böyledir.

Peki, nedir Koruma Sorumluluğu?

Kabaca şöyledir: “Devletlerin kendi halklarını soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlardan korumak sorumluluğu vardır. Devletin bu sorumluluğu yerine getirmediğinin açık olduğu durumlarda, uluslararası topluluğun BM Kurucu Antlaşması VI. ve VII. Bölümlerine uygun şekilde, kolektif olarak ve her bir vaka bazında, duruma müdahale sorumluluğu söz konusu olur.” (Emperyal Küresel Egemenlik ve Koruma Sorumluluğu, Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım) “Müdahale”nin “askerî müdahale”yi de kapsadığını ayrıca hatırlatalım... Sadece askerî müdahale değil aynı zamanda askerî müdahale sonrası inşaa etme faaliyetleri de bunun içine girmektedir... Alâkalıları haricinde kimsenin dikkatini çekmeyen bu mesele pek bir mühimdir; çünkü Sudan’da bu kanun işletilerek müdahalede bulunulmuş ve uzun yıllardır devam eden Sudan’daki bu problem, daha doğrusu Batılılar tarafından kışkırtılan bu durum, bir prototip yer seçilerek “Koruma Sorumluluğu” adı altında Sudan’ın ikiye bölünmesine yol açmıştır. Kezâ, 17 Mart 2011 tarihinde Güvenlik Konseyince alınan kararla, Koruma Sorumluluğu Libya’da askeri açıdan müdahale olarak ilk defa uygulanmış ve neticelerini hep beraber görmüştük. Bunların yanında Fildişi Sahili ve Yemen’de de aynı ilke devreye sokularak “Koruma Sorumluluğu” adı altında bahsi geçen ülkelere müdahale edilmiştir. Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım’ın da dikkat çektiği üzere “Gazze, Somali, Irak, Afganistan ve Suriye’deki durumu koruma sorumluluğu çerçevesinde” değerlendirmeyen BM, kuruluş maksadı olan büyük devletlerin diğerlerini parçalama işindeki sekreterliğini tutarlı bir biçimde yerine getirmiştir... 

Bunun yanında şahsen tuhafıma giden bir mesele; BM’nin bünyesine aldığı ve yayımladığı “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nde bulunan “bütün insanların eşit” olduğuna dâir maddenin, dâimî üye olmayan devletlerin başkanlarını kapsamıyor oluşu kimsenin dikkatini çekti mi acaba?

Buraya kadar yazdıklarımızı hülasa ederek söylersek; belki 1990’lara kadar bir şekilde işletilen ve bu şekilde neticesinde bütün dünyayı avucunun içine alması icab eden bir sistem olarak Yeni Dünya Düzeni, 2000’lere gelindiğinde ipin ucunu, esasen bir türlü tutamadığı fakat tutuyor gibi yaptığı ipin ucunu kaçırmış, nihayetinde bu işin ağababalığını yapan devletin ikiz kulelerinin yıkılışı gibi bugün 2018’de artık dünya çapında meşruiyetini kaybetmiş vaziyettedir.

Bugüne kadar diğer devletleri demokratik nizam görünümünde ama aslen manda rejimi altında bir şekilde tutmayı başarmışlardır. Ancak, netice olarak, herkesin tamamen teslim olması ve hiçbir hayat hakkının tanınmaması gibi bir vaziyete sürükleneceği yerde bilakis Avrupa kendi içinde birlik mi olalım dağılalım mı tereddütlerine –ki “birlik mi olacaklar dağılacaklar mı”nın kararını veremeyecek kadar kararsız bir biçimdedirler. Doğrusu ne yapacaklarını kendilerinin de bilmediği bir belirsizlik. Zaten sırf bu belirsizlik sebebiyle İngiltere içine kapanıp ne olacağını sadece seyretmekle, tarihi şuuruyla beraber her zaman yaptığı gibi adasına çekilmektedir. Rusya, çarlıktan kalma şuuraltı refleksiyle Suriye savaşını bahane ile kendisine iyiden iyiye yer açmaya çalışmaktadır. Çin, ekonomisinden aldığı kuvvetle ağırlığını koymaya uğraşırken, Japonya, eğer doğrulabilse, şu vaziyetteki ABD’yi darma duman edecek kararlılığı iliklerinde hissetmektedir. Diğer taraftan şuur altında daima bu kararlılığı yaşattığı hâlde sosyal bakımdan mahvolmuş toplumunun vaziyeti karşında ne yapacağını bilmez ve önünü alamaz hâldedir. ABD ise sosyal problemlerime mi eğilsem yoksa elden giden jandarma imajını mı toplasam derdine düşmüştür. Hatta birkaç gün evvel Pentagon görev değişikliğine gitmiş, yeni hedefini “yurt dışında Amerikan etkisini sürdürmek için ölümcül güçler sağlamak” olarak belirlemiştir! İlk bakışta korkutucu gibi gözükse de esasen bu etkisini sürdürmek adına içi boş tehdidden maada bir şey değil. Büyük bir devlet, hâkim bir devlet, ne yapacağını söylemez yapar; eğer ne yapacağını söyleyip etrafı tehdit etmeye başlamışsanız sizin için artık hamle devri kapanmaktadır; “tehdit korkaklara yapılır” olduğuna göre ve ABD’den kendi işbirlikçi eski tayfasından başka korkan kalmadığına göre?...

Bahsettiğimiz bu belirsizlikten doğan ve Dünya Kamu Düzeni’ndeki yeni boşluğun nereye kıvrılacağını sezemeyen İsrail bile içine kapanmaktan başka vaziyet alamamaktadır! Almanya bugün bütün davasını kendini kurtarmaya vererek en iyi bildiğini yapmaya çalışıyor; kendini sanayi bahsinde nerelere kadar uzanabileceğinden başka bir mevzuya ehemmiyet vermiyor, politik etkinliğini hep kaçak dövüş yahut dövüşmeme tepkisine terennüm ettiriyor! Tek başına bütün dünyaya iki savaşta kafa tutabilecek bir emperyalin aynen bize benzer hazin hâli! İngiltere dışında en büyükleri Fransa’nın Alman işgalinden bu yana dünyanın politik gidişatı hakkında tek büyük bir başarısı olmamış, olacak gibi de gözükmemektedir. Diğer Avrupa devletleri de hem ağabeylerinin bu acıklı hallerinden ötürü ve zaten yapıları itibariyle de her zaman yaptıkları gibi kendi iç meselelerinden ziyade mühim bir dış politik atraksiyona değinmek ihtiyacı hissetmemektedirler. Hali hazırda Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda gibi İskandinav ülkeleri zaten diğer Avrupa devletlerine nazaran her zaman kendilerini ayrı bir yerde hissetmenin anlamsız ve fecaat dolu mutluluğunu yaşamaktadırlar.

Sadece Kuzey Kore tek başına Dünya Kamu Düzeni’ne çomak soktuğu hâlde kimse de çıkıp bir şey diyememektedir; Obama, anasına bacısına açıktan küfreden bir devlet başkanı karşısında “onunla çok şakalaşırız, şakacı bir insan!” demekten öte hiçbir tavır koyamamıştır. Rusya’nın Suriye vesilesiyle düne kadar ABD ve Batılılar tarafından sömürülen Ortadoğu’ya doğru topraklarını, nüfuzunu genişletmesi, diğer yandan hususiyetle Türkiye’nin S-400 füzeleri meselesindeki tavrına mukâbil gıkını çıkaramamaları; bununla beraber, artık vaktinin geldiğine inanıp İslâm Alemi’nin yüzünü dönüp “ne yapacak” diye baktığı Türkiye’nin başına balyoz indirip haddini bildirme ve diğerlerine bedavadan ayar çekme darbesi de olan 15 Temmuz’da başarısız olmalarını da bu çizdiğimiz çerçeveye dâhil ederseniz, yukarıda doğuşundan gelişimine kısa özetini sunduğumuz Dünya Kamu Düzeni’nin, yani eski Yeni Dünya Düzeni’nin hedefine varamadan çöktüğü anlaşılır! 

Salih Mirzabeyoğlu’nun “monarşilerin tasfiyesi gibi esasen sosyal ve siyasî fonksiyonunu yitirmiş yapılanmaların doğurduğu boşluk” dediği ve sonrasında oluşturulan, bütün hikâyesi ancak yüzyıl süren Dünya Kamu Düzeni’nin, esasında bir iç nizam olan demokrasiyi bir dış nizam haline getirdiği demokratik idare yönetimi artık kendini yenileyememektedir! Gelinen noktada bütün insanlık artık demokrasileri de denediğine göre “denenmemiş tek nizam” olana doğru ister-istemez “suyun tabiî akışı” gibi akarak gerçekleşme arefesindedir!

Hikâyesi yüzyıl süren ve en mühim prototipi olarak İslam aleminin tümünü dizayn için seçilen Türkiye, yeni yönetim biçimiyle hem Batının kendisini içine tıktığı laboratuardan çıkmıştır. Artık örneklik bir kobay olmaktan kendini azad etmiş, yeni yönetim biçimine doğru gidişiyle esasında bir tarafıyla Batı-ABD tahakkümünün zincirlerini kırmıştır. Asıl hürriyetine doğru giderken, diğer tarafıyla da Batının o ne yapacak diye kendine baktığını bildiği İslam alemine numunelik teşkil etmesiyle tarihi bir dönüşümü gerçekleştirmiştir!

Zannediyoruz başlıkta kullandığımız “zaruret” ifadesi de bu vesileyle ifade edilmiş, izah edilmiş oldu… Denenmemiş tek nizam… İşte bugün yürürlüğe giren ve tatbikini göreceğimiz yeni idare şekli, eski dünya düzeninin boşalttığı alanı doldurmaktan başka vazifesi olmayacak bir safhaya girmek zorundadır, buna mecburdur! Dünyanın şu vaziyetinde bu iş artık olmak yahut ölmek arasında bir zarurettir!


Baran Dergisi 599. Sayı