Son dönemlerde en çok işittiğimiz iki kelimeden biri “yerli”, diğeri ise “millî”. Özellikle Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan’ın içinde bu kelimeler geçmeyen konuşması yok desek, yeri var. Bu iki kavram hem yerli üretim için, hem de yerli insan tipi için kullanılıyor. Üretilmiş çeşitli mamullerin etiketine bakarak onun yerli ve millî olup olmadığını anlamak nisbeten kolay; peki ya insanın? İnsanı bulunduğu pozisyona göre yerli ve millî kılan nedir? Bununla beraber, Türkiye’de sivil ve askerî bürokratlardan başlayarak sermayedar, ekonomist, bankacı, işveren, medya patronu, medya mensubu ve hattâ belki de tüm bunlardan daha ehemmiyetlisi gençlik ne kadar yerli ve millî?

Arab Baharı’nın bir uzantısı hâlinde Türkiye’yi hedef alan saldırılar sıklaştığından beri Türkiye’de yerli ve millî vurgusu ön plana çıktı. Çünkü düne kadar dost kabul edilen müttefiklerin bir bir düşman safında buluştuğuna şahitlik ediliyor ve yalnızlaşma arttıkça Türkiye istese de istemese de mecburen kendi özüne dönmeye çalışıyor. Yerli ve millî vurgusu ile yapılan konuşma ve çalışmaların arkasında yatan temel saik budur. Bizim, yani Büyük Doğu-İbda bağlıları için, senelerdir sistemli bir şekilde kopartılmaya çalışıldığımız köklere dönüş gayreti tabiî ki müsbet bir gelişme. Buna mukabil hangi köke, nerede ve nasıl dönüleceği noktasında yaşanan kafa karışıklığı ise bu sürecin belirleyici faktörü olacak. 

Yabancılaşma Süreci
Yerli ve millî insan kimdir ve nedir suâlini cevablamadan önce kim “yerli ve millî değildir”i tanımlayarak işe başlayalım. 

Bundan seneler evvel NATO’daki görevi vesilesiyle Amerika’daki bir üste bulunan yüksek rütbeli bir asker anlatıyor: “Bizi bir odaya aldılar, önümüzde ekranlar vardı. O ekranda önce bir harita belirdi ve ardından bilgisayara girilen adres neticesinde önce Türkiye, sonra İstanbul ve ardından da bizim ilçe, mahalle ve sokak görüldü. En sonundaysa ikâmet ettiğim ev açık seçik görünür oldu. O zaman için bu akıl almaz bir teknolojiydi ve Amerika’nın elindeki imkânların genişliği küçük dilimi yutmama sebeb olmuştu. Oysaki bugün çocukların bile kullanabildiği Google Earth tarzı bir programdı, bizim aklımızı alan.”

Teknolojinin ortalığa saçılmamış nimetlerini kullanmak suretiyle birini zihnen teslim almanın en açık misali budur herhâlde. Askerî tekniğin karşısında bön bir hayranlık neticesi zihnen teslim olan asker; doların gücü karşısında aynı bön hayranlıkla zihnen teslim olan ekonomist; diplomatik güçleri karşısında aynı budalalıkla zihnen teslim olan siyasetçi; okumaya gittiği Batılı ülkenin kendisine has dinamiklerine göre kendi zihnini inşâ etmeye kalkarak yabancılaşan gençlik; onların ellerindeki sermaye ve üretim teknikleri karşısında şaşkınlıkla teslim olan üretici ve sermayedar şeklindeki diğer versiyonları da düşünülebilir. 

Zihnen teslim alınma, yani başkasına benzemek için kendi kendine yabancılaşmadan başlayarak, milletine ve memleketine yabancılaşma süreci ve bu sürecin sonunda ortaya çıkan “yabancılaşmış adam”. Peki ya arka planı?

Yabancılaşmış Adam
Memleket çapında düşünüldüğünde, tek bir adamın yabancılaşması aslında bir sorun teşkil etmez. Hatta sistemli ve sağlıklı bir şekilde işleyen cemiyet bünyesi, bu yabancıyı tıpkı bir sivilcede olduğu gibi evvelâ kuşatıp sonra bünye dışına itmesini pekâlâ başarır; fakat ya içinde bulunulan sistem, rejim bu yabancılaşmış adam eliyle kurgulanmışsa? İşte asıl zarar burada başlar. O saatten sonra makbul kabul edilen insan tipi de yabancılaşmış adam olacağından, bir ânda her şey tersine dönüverir. Etkileyiciler yabancılaştığından, bu sefer herkesin menfaati ve statüsü bu yeni şuur süzgecine irca edilmiş olur. Neticesinde de zihnen tutsak, şahsiyetsiz, korkak bir cemiyet tezahür eder ki burada ilerleme mümkün olmayacağı gibi her planda esaret mukadderdir. 

Yerli ve Millî
Türkiye’de karar alma mekanizmalarının başında olan birçok kişinin Anadolu İnsanına yabancı olduğu açık seçik bir hakikat. Anadolu İnsanının bu gibi makamlara hâlen layık görülmediği ise bedahet. Burada bir paradoks söz konusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yapmış olduğu vurgularda yalnız yerli üretimden bahsediyorsa bile bunun temel şartının yerli ve millî insan tipinin mayalanması olduğu açık. Peki, bu koca millet, memleketin karar verici pozisyonunda olanlar yabancılaşmış adamlarken, nasıl olacak da yerli ve millî bir şekilde mayalanacak ve o özlenen yerli ve millî üretimi gerçekleştirebilecek? 

Tabiî meseleyi bu zaviyeden ele aldığımıza göre meselenin dönüp dolaşıp kültür bahsine dayanması kaçınılmaz. Madem ki yerli ve millî yeni insan ve toplumdan bahsediliyor, o zaman boş beleş atıp tutmayı bir kenara bırakalım da, meseleyi meselenin istediği seviyeden ele alalım.
 
Kültür
Kültür; topluluğun maneviyâtını meydana getiren gelenek, fikir, yaşayış, sanat varlıklarının bütünü… Toplumun anlayış, fikir birliğini meydana getiren gelenek durumundaki her türlü yaşayış, tefekkür, dil, sanat varlıklarının tümü... İnsanın tabiî ve içtimâî çevresine hâkimiyetinin ölçüsünü gösteren vasıtaların tamamı…

Kültürün lûgat anlamına baktığımızda doğrudan bir tanımdan ziyade karşımızda çeşitli kavramlardan müteşekkil bir terkib buluyoruz. Bu terkibi meydana getiren bazı kavramları sıralayacak olursak, bunların; anlayış, ahlâk, dil, fikir, sanat ve temel meselelere getirilen izahlar olduğu görülür.

Anlayış:Bir toplum veya topluluktaki fertlerde hâkim olan görüş ve inanış faktörlerinin etkisiyle beliren tefekkür metodu, tefekkür şekli, zihniyet…

Bugün, Türkiye’de hâkim olan kültürde anlayışın neye muhatab olduğuna bakacak olursak; “taklîdî İslâm” ile “paganlaştırılmış Hristiyanlık” arasında gidip gelen, ulvî bir anlayış biçimlendirmekten ziyade nefsânî arzuları aklamaya yarayan, materyalist, hedonist, kemmiyetçi acayib bir “din” ve bu “din”in muhatabı olan şuur sistemsizliğini görürüz. Türkiye ve Türkiye gibi Batıcılar tarafından dizayn edilen ülkelerde hâkim olan zihniyeti bu şekilde tanımlayabiliriz.

Anlayış, zihniyet dediğimize göre burada üzerinde konuşulması gereken en mühim hususlardan biri de “şuur süzgeci” bahsi olmalıdır. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “Kültür Dâvâmız” adlı eserinde diyor ki; “Şuur süzgeci, toplumda karşılıklı tesirlerle belirlenen ve böylece üyelerine belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandıran, yeni doğanlara kendisini empoze eden içtimaî bir vakıa’dır.” Demek ki, kültürün davranışları şekillendiren unsuru akıl ve duygu alışkanlıklarıymış. Öyleyse, Türkiye’de hâkim olan kültüre bakarak, 90 senedir şuur süzgecimiz iğdiş edilmekte, aklımız ve duygularımız inancımıza olan nisbetinden uzaklaştırılarak materyalist-kapitalist bir nisbete irca edilmektedir diyebiliriz. Ayrıca materyalizm ve kapitalizme nisbetle şekillenecek olan akıl ve duygulardan meydana gelecek olan anlayışın da hedonist bir anlayış doğuracağını, bu anlayışınsa cemiyetle alâkalı olan kültürü ferd zaviyesinde tutsak ederek hem kültür olmaktan çıkarttığını ve hem de cemiyeti determine ettiğini ifâde edebiliriz.

Hedonizmin bir topluluğun kültüründeki anlayışa hâkim olması, en başta topluluk hakikatini meydana getiren nizâmı bozacaktır; yahut böyle bir nizâmın oluşmasına müsaade etmeyecektir. Bu bozulma bir süre sonra tıpkı hayvan sürülerinde olduğu gibi başına buyruk ferdler bütününden müteşekkil bir toplumun ortaya çıkmasına neden olur. Bugün, Batı, Batılı kültürün toplum planındaki sorunlara çözüm getiremediğinin farkında ve bu çözümsüzlüğün idrak edilmesine fırsat tanımamak için sürekli olarak yeni hazlar üreterek asıl problemi gizlemeye çabalamaktadır.

Büyük Doğu-İBDA veçhesinden anlayış bahsine bakacak olursak; muhatab olunan İslâm’dır. İBDA Külliyatında son derece geniş şekilde ele alınan “İslâm’a Muhatab Anlayış” bahsi, kuşanılacak ve hâkim kılınacak kültür davasını meydana getiren terkib içerisinde yer alan “anlayış” bahsinin de temelidir. Ayrıca Büyük Doğu-İBDA fikriyâtı, şuur süzgecini meydana getiren anlayış ve duyguları biçimlendiren, “Mutlak Fikir”e muhatab hem gaye, hem de o gayeye vardıracak olan vasıta sistemdir.

Bağlı olunan şuur sisteminin tüteceği ‘Mutlak Fikre’ muhatab şuur süzgecinin ideolojik eğitimle kuşanılması ve topluma hâkim kılınması; İBDA Külliyatında pek çok defa ihtar mevzusu olmuş olan husustur.

Mevcut şuur-anlayış-zihniyet sisteminin bahsettiğimiz şekilde yenilenmesi dâvâsı, hem İslâm İhtilâlini gerçekleştirebilmenin ilk şartı, hem de bizzat ihtilâlin sebebi ve gayesidir. Bugün başımıza dert olan yabancılaşmış adam tipinin beslendiği ana kaynakların başında bu gelir. 

“Anlayış - sır idrakı”ndan başlayarak, Büyük Doğu’nun, “mukaddes ölçüleri” hayata hâkim kılmanın anlayış mihrakı olduğunu kavramak lâzım; gerekli olan bu anlayışın bütün olarak ruhu ve sistemi.

Ahlâk ve Fikir:“Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrına karşı akıl “niçin?”lerle yaklaşır ve “fikir” meydana gelir; fikrin içine islemiş̧ işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir.” 

Reform ve Rönesans döneminde kilise baskısını ortadan kaldırmak için dinin ahlâk üzerindeki rolü ortadan kaldırıldı. Ahlâk, dinin biçimlendirmesinden kurtuldu; fakat yerine içtimâi faaliyetleri düzenleyecek bir dünya görüşü örgüleştirilemedi. Kilisenin din anlayışından doğan “kula kulluk” ortadan kaldırıldı; fakat hem dinin beşer üstü etkisi ahlâk üzerinden çekilmiş oldu, hem de fert kilise yerine bu sefer mülk sahibi sermayedarların-burjuvazinin kölesi hâline getirildi.

Ahlâkın içtimaî hayatta cemiyet menfaatini ferdî menfaatin üzerinde tutacak şekilde içtimaî münasebetleri düzenlemesi gerektiği yerde, Reform ve Rönesans hareketlerinden sonra hâkim olan materyalist-kapitalist anlayıştan hâsıl olan ahlâk, ferdî menfaati cemiyet menfaatinin üzerine yerleştirdi. Hâl böyle olunca da zamanın şartlarıyla beraber ahlâk kuralları, üst şubesi olan inanç tarafından değil de alt şubesi olan iktisat tarafından belirlenmeye başladı. Ahlâkın olmadığı yerde onun ileriye zuhur ettiremeyeceği “fikir”den bahsetmeye ne hacet. 

Bugün, ferd ile ferd, ferd ile toplum arasındaki münasebetin prensbileri ahlâk tarafından değil, ahlâkın kurallarını belirlemesi gereken modern iktisadın ona istinad edilen piyasa ilkeleri tarafından belirlenmektedir. Bu durum, ahlâkı biçimlendirmekte dinin rolünü piyasa ilkelerine tahvil ederek, iktisadı âdeta tanrılaştırmıştır. Fikir, tabu haline getirilmiş piyasa ilkeleri tarafından şekillendirilen ahlâktan nasibini almış ve ileriye zuhur edeceği yerde pagan Roma ve Mısır devrine rücu etmiştir.

Bugün, Türkiye’de hâkim olan ahlâk tam olarak Batı’nın mutlak hüküm sürdüğü diyarlardaki gibi olmasa da geçmişten gelen ulvî ahlâkın cesedi ile Batı ve Batıcılar tarafından dayatılan piyasa ilkeleriyle bu ahlâktan hâsıl olmuş olan popülizm arasında sıkışıp kalmıştır.

Ahlâkın cesedi dedik ya, buna aslında köklü bir kültürün cesedi de diyebiliriz. 500 yıl boyunca mütefekkir yetiştirememiş olan cemiyetimiz, kültürünün muhasebecisi, anlayışın yenileyicisi olamamışsa ancak taklitçisi olmuş demektir. Bu taklitçilik de kültürü meydana getiren anlayış, ahlâk, dil, fikir ve temel meselelerin bedeninden ruhunun çekildiği, cesedinin kaldığının resmidir. “Yabancılaşmış adam” tipinin bu denli yaygın olmasının sebeblerinden biri de bize kalırsa bu vaziyetten kaynaklanmaktadır. 

Dil: Dil,bir taraftan kültürü meydana getiren unsurlar için zemin, diğer taraftan da kültürle birlikte zenginleşerek gelişen ve kültürü geliştiren vasıtadır ve aynı zamanda bir kültür seviyesi belirtir.

Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yabancılaşmış adamlar tarafından kendi öz kültürümüzle aramızdaki bağların kopartılması için çeşitli inkılâblar yapıldı. Bunlar içerisinde en tesirli olanı dil devrimidir. Bu öyle büyük bir felâkettir ki tarih boyunca şekillenen kültür ve kültürü meydana getiren unsurlar ile olan bağlarımız bir kalemde kopartılıp atılmıştır. Bir de aydın(!) geçinen yabancılaşmış adamlar tarafından, dünyanın neresine giderseniz gidin “toplu katliamla” eş tutulacak bu kültür katliamı, sanki büyük bir kültür hâmlesiymiş, marifetmiş gibi lanse edilmeye çalışılmıştır.

Bugünlerdeyse, siyasetin günlük itiş kakış dili ile cemiyetin lâf ebeliğini zekâ pırıltısı sandığı bir kültür vasatında dil bakımından nasıl bir tekâmül beklenebilir ki?

Bütün meselelerin birbirleriyle iç içe olduğunu hatırlatıp, devam edelim. Kültürü meydana getiren unsurlardan biri olan anlayışın, cemiyet içinde müşterek bir zeminde buluşmasının dilden başka bir yolla gerçekleşmesi mümkün değildir. Dil düşüncenin suretidir ve bir milletin eğer ki kültürünün geçmişi kadar zengin, anlayışı kadar derin bir dili yoksa o kültür nasıl yaşatılabilir? Maalesef kültürün en mühim unsurlarından birisi olan dil hususunda büyük bir felâketle karşı karşıyayız ve yeni bir dil, yeni bir anlayışa olan ihtiyacımızı daha yüksek bir perdeden dillendirmek durumundayız.

Sanat:Mücerret mefhumların dil, renk, ses, şekil ve hacim kompozisyonları vasıtasıyla ahenkle tedai ettirilmesi…

Batı Medeniyeti sanatta tekâmül etmek yerine benimsediği materyalist-kapitalist anlayış münasebetiyle tersine tekâmül ederek sanatı metalaştırmak gibi bir garabetin içine düştü. Mücerret olanı çeşitli suretlerin terkibiyle tedaî ettirmek gibi meşakkatli bir vazifesi olan sanat, son elli yıldır popüler kültür mantığıyla estetikten yoksun bir garabet hâlini aldı maalesef… Garabeti sanat ve bu garabetin faili olan ucubeleri sanatçı diye medya marifetiyle dikte eden Batı kültürü her türlü estetikten, ince ve mücerred anlayıştan mahrumdur ve bu mahrumiyet anlayışı kültür hâline gelmiştir. Bizdeki yabancılaşmış sanatçı da bu mahrumiyetin distribütörlüğünü yapmaktadır, tıpkı sermayedarın Batılı malların distribütörlüğünü yaptığı gibi...

 Burada, kültüre istikâmet tayin eden ideal bahsine bir göz atmakta fayda var; şiir, müzik, resim ve mimarînin gelişiminde olmazsa olmaz olan cemiyetin bir ideal ekseninde buluşmasıdır. Tıpkı diğer her tekamülde olduğu gibi... Rusya örneğine bakacak olursak, senelerce bir kültür meydana getirememiş olan Ruslar, Deli Petro’nun “Büyük Rusya” idealinde buluştuktan sonra edebiyat, resim, müzik gibi sanat faaliyetlerinde tekâmül etmiştir.
Demek ki, kültürün ileriye zuhur ettirilmesinde ahlâk kadar, o ahlâka tâbi olan ideal ekseninde cemiyetin buluşmasının da kıymetinin altını çizmekte fayda var. Heyecanın pörsümesine mâni olmak ve gözleri daima ötelere, ötelerin de ötesine dikmek, nihayetinde “bizim inancımızda” ötelerin ötesinin de ötesinde O’nu bilmek ve bu hudutsuzluk cümbüşünde, kendi kendimizi, yine inancımızla en keskin çerçevenin içine almak ve tezat görünen bu iki zıt kutbun ahengini içtimaî bir fışkırışın vesilesi kılmak... Ne kadar da yerli ve millî bir iddia değil mi? 
Temel Mesele:“İnsanın etkilendiği, ‘kendini insana empoze eden meseleler’, birinci dereceden ‘öz’, ikinci derecede ‘özle ilgili’ meselelerdir: İnsanlar için ruh, madde, zaman, mekân, hayat, ölüm, ve ölümsüzlük gibi mevzular, izahına yanaşılmasa da, duygumuz, düşüncemiz ve iradî faaliyetlerimizde hâkim olan ve tüten mânâlardır.’ “Kültür Dâvâmız” adlı eserinde İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu temel meseleleri bu çerçevede tanımlıyor.

Globalleşmeyle beraber bugün dünya çapında hâkim olan kültürün bu meselelerden yalnızca maddeyle, onun da çeşitli borsalardaki maddî değerinden ötesiyle alâkadar olmadığını görüyoruz. Gelişen teknikle beraber madde âlemi didik didik ediliyor fakat elde edilen veriler beşerî sistem içerisinde muvazene edilerek bir türlü yerine konamıyor. Bu vaziyet içinde bulunduğumuz kültür, insanı eşya ve hadiseler tarafından teshir edilir hâle getiriyor.

Türkiye’de ise ne sebebleyse ölümden başka hiçbir gerçekliğe İslâmî bir anlayışla yaklaşılmıyor, yanıt aranmıyor. Yaradılıştan tutun da bütün bir kâinatın izahı yahut izahsızlığına kadar yerli ve millî bir açıklama çabasına bile girilmiş değil; Büyük Doğu-İbda müstesna. Böylesi bir iklimden yerli ve millî fert ve toplum nasıl yetiştirilebilir ki?

Manzara
Türkiye’de iğdiş edilmiş olan kültürümüz ve bu kültürsüzlükten türeyen yabancılaşmış adamla alâkalı esasında fazla da söylenebilecek söz yok. Çünkü ne devlet, ne de cemiyetin diğer kesimlerinde böyle bir hastalığın tam mânâsıyla idrak edildiğinin alâmeti bile yok. Kültürle alâkalı işletilen bakanlığın, ekonomik gelir kapısı olan turizmle ilişkili olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı olması bile kültür bahsinin yabancılaşmış bir zihin tarafından idare edildiğini göstermeye yeter de artar bile.

Bahsettiğimiz kültür hamlesinin “nasıl” gerçekleşeceğini de İBDA Mimarı’nın “Kültür Davamız” adlı eserinden aktaralım:

“ – İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletler de yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışımları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.”  

Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, İslâm’ın bu topraklarda esâmesi kalmaması için Batı ve içimizdeki yabancılaşmış adamlar tarafından yapılan inkılâblarla köklerinden kopartılan kültürümüzün, bugünkü hâliyle bizi ihtar ettiği biricik husus; yeni bir dil, yeni bir anlayış ve toplamında yeni bir kültüre olan ihtiyacımızdır. Devlet ve cemiyet planında 90 senedir süren bağımlılığı nihayete erdirerek, gerçekten de bağımsızlık sağlamanın ve bununla beraber hakikaten yerli ve millî olmanın şartı budur. Bu şart yerine getirilmediği takdirde seçimlerle, günü birlik politikalarla, paralellerle, düzlerle ve ordunun teknik kabiliyetinin dünya çapının üzerine çıkmış olmasıyla, en büyük ekonomi olmakla, bütün yer altı kaynaklarını ele geçirmekle, yollarla, köprülerle bağımsızlık kazanılabileceğinden söz dâhi edilmez.

Sürekli olarak yerli ve millî demekle de yerli ve millî olunmayacağı da açık. Meselenin davet ettiği seviye budur ve bu seviyenin altında yapılan konuşma ve hareketler derdimize deva olmaktan uzaktır. 

Baran Dergisi 610. Sayı