Sevgili üstadımızın başta biz olmak üzere her kesimden insanın kafa ve gönlüne nakşetmesi gereken muazzam bir ölçüsü: “HER ŞEY NAMAZLA BAŞLAR, HİÇ BİR ŞEY NAMAZLA BİTMEZ.” Düşünebiliyor musunuz, İslâm’la ilgili birçok âlimi şaşırtan bilgiler sunuyoruz. Doğudan-Batıdan bir çok felsefeci ve hikmet adamından örnekler getiriyoruz. Saatlerce kimseyi konuşturmadan herkesin ağzını açık bırakıcı fikirler döktürüyoruz. Gökleri eriten ezan sesinde irkilip de secde makamına gitmiyoruz. Ne yazık. Her şey namazla başlamaz mıydı? İbda’yı temsil makamında İbda’yı harcıyoruz. Kendi şahsımızda ne cinayetler işliyoruz. Önceki yazımda belirttiğim gibi Kumandanımız, İslâm tarihinde benzeri görülmemiş destanlar yazarken, dava adamlığının ne idüğünü düşmanı da hayran bıraktıracak bir eda ile gösterirken, biz neler neler yapıyoruz. Evet, haklısınız gerek sistem gerek bizim dışımızdaki cemaatler bizi görmezden gelip gömmeye çalıştılar. Hiç bir diyeceğim yok. Sevgili gönüldaşlar, biraz da biz kendimizi gömmedik mi? Allah (c.c) hepimizi ıslah eylesin. Allah (c.c) hepimizi nefsimizden kurtarsın. Hatalarımızı görmeyi nasib etsin ve bu hatalarımızdan arınma cehdini gösterme cesaretini vererek kardeşlik hukukuyla gönüllerimizi birleştirsin.
Evet, sevgili büyüğümüz Ali Ulvi Kurucu, İslâm tarihinde yüksek ahlâklı fertlerin verdikleri örneklerden üçünü özellikle sık sık hatırlar. Bu üç örnek her dem hafızasını yoklar, hayalinde canlanır, gözlerini yaşartır. İlk örnek Kumandanızın soyundan geldiği Halit Bin Velid’e ait. Dilerim bu üç sahne burgu burgu yüreklerimizi deler de bizi İslâm’a muhatap anlayış davasının taşıyıcısına layık bir fetihçiliğe doğru zıplatır.
KUMANDANLIKTAN ERLİĞE
Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebubekir’den sonra hilafet makamına seçilince, daha önce birçok kumandanlıklarda bulunmuş, çok savaşlar kazanmış ve son olarak Şam ordusu başkumandanı olan Hazret-i Halid bin Velid’i azledip, yerine Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretlerini tayin etmişti.
Buna rağmen Hazret-i Halid, Halife Ömer’in emri kendine tebliğ olunur olunmaz, kumandanlığı hiç tereddüt etmeden Ebu Ubeyde hazretlerine bıraktı. Sıradan bir asker olarak ordudaki yerini aldı.
Kendisine böyle hiç duraksamadan, üzülüp keder duymadan kumandanlığı teslim etmesi sorulunca, şöyle cevap vermişti: “Ben Ömer beni beğensin diye cihat etmiyorum. Benim cihada iştirakim, orduya katılmam, onun da benim de, bütün kâinatın da Allah’ı olan Rabbime karşı borcumdan dolayıdır. Eğer bana gelen fermanda değil Ebu Ubeyde gibi cennetle müjdelendirilmiş bir zatın emri altında çalışmak, bir kadının kumandası altında çalışacağım dahi emredilmiş olsaydı, yine tâbi olurdum… Zira benim itaatim, Müslümanların zaferini ve itaatsizliğim hezimetini netice verir…”
HAZRET-İ HASAN’IN FERAGATİ
Şiiler büyük şehit Hazret-i Hüseyin efendimizin mücadelesini gündeme getirip kendi siyasî hedeflerine uygun duygu ve düşünce seli oluştururken biz Müslümanları “Yezid”in soyundan sayarlar. Nasıl Hıristiyanlara göre çocuklar günahkâr doğuyorlarsa, biz Müslümanlar da daha doğuştan Şiilere göre Yezid’in torunlarıyız. Bu ne densizliktir. Bu nasıl bir ahmaklıktır? Müslümanların içlerine bir girseler hangi isimlere rastlayacaklardır? Hasanlar, Hüseyinler bu dünyadan isimler olarak verilmemiş midir? Acaba bir tane olsun Yezid ismine rastlayabilirler mi? Peki Hazret-i Hüseyin’i görürsünüz de Hazret-i Hasan’ın hareketini niye görmezlikten gelirsiniz. Sözü yine rahmetli Hocamıza verelim: “Peygamber-i  Zişan Efendimizin ‘Ali, ben sendenim; sen de bendesin; sen benden bir parçasın’ dediği Hazret-i Ali, damadı, amcazadesi, yeğeni, evinde büyüttüğü büyük insan şehid edilmiş… Büyük oğlu Hazret-i Hasan’a biat edilmiş. Halife o olmuş…”
BENİM BU OĞLUM
Herkes emrine hazır. Gönüller yaralı. Ancak altı ay o makamda duruyor. Bakıyor ki, ümmetin içine fitne düşmüş. Onun yatışması için birilerinin fedakarlık yapması lazım… Büyük insan diyor ki: “Senelerdir babamla Muaviye arasında cereyan eden acıklı sahneleri gördüm. Binaenaleyh ben bu haktan feragat ediyorum. Kulağımda ve ruhumda, yıllarda beri, dedem aleyhissalatu vesselamın şu hadis-i şerifi akisler halinde devam etmektedir: ‘Benim bu oğlum, seyyiddir. Cenab-ı Hak bunun sebebiyle Müslümanlar arasında bir fitneyi kaldıracak’.Yıllardır devam eden bu ‘hilafet fitnesi’ benim bu feragatimle, inşallah sönecektir. Bu yüzden, halifelikten feragati, kendi ihtiyar ve irademle tercih ediyorum… Allah ondan razı olsun.”
ÖMER BİN ABÜLAZİZ’İN TEVAZUU
Ömer bin Abdülaziz anne tarafında Hazret-i Ömer’in torunudur. Çok kısa süren hilafetinde, hutbelerde siyaset adına Müslümanların aleyhine olan cümleleri çıkartır, müminlerin gönüllerini hoşnut eder. Zalim idarecileri makamlarından alır, âdil ve âlim kimseleri iş başına getirir. İsrafı önler, halkı ezdirmez, kötülere fırsat vermez. Bu sebeple İslâm tarihinde ilk dört halifeden sonra ‘büyük ve adil’olarak beşinci halife diye tanınır ve sevilir. Ancak ne yazık ki, onun idaresinde istedikleri israf ve saltanata nail olamayacaklarını anlayan kendi akrabaları tarafından zehirlenerek şehid edildi. Sadece 2 yıl 6 ay başta kalabilmişti.
EY ŞAİR! YALANCILIK YAPAMAM, SANA PARA VEREMEM
Ömer bin Abdülaziz, halife olup başa geçince, o zamanın bir âdeti olarak, günün şairleri kendisini tebrik edip öven kasideler takdim etmişlerdi. Karşılığında, tabii olarak, eski günlerde aldıkları caize para alacaklarını umuyorlardı.
Bunlardan zamanın en büyük şairi sayılan birisi, kasidesini halifenin huzurunda okumuş, onu dinleyen Ömer bin Abdülaziz, şiir sona erince şu sözlerle hitap etmişti. “Şairim, kasideni dikkatle dinledim. Hakkımda: ‘Bugün Emir’ül-müminin olan bu zat, şu şu fazilet ve meziyetlerdedir’ dedin. Bende bir takım üstün sıfatların olduğunu beyan ettin. Hâlbuki ben daha genç bir adamım ve bu makama yeni oturdum. Ne yapabileceğim ve ne yapacağım daha belli değil. Bu söylediklerini kabul edersem, evet deyip bunun için mükâfat verirsem, yalancı şahitlik yapmış olurum. Beni mazur gör, ben yalancılığı kabul edemem…’ Bunu söyler ve şaire kuruş vermez. Adam dışarı çıkınca: “Aman adam pinti mi pinti, derviş mi derviş…” diyerek olan biteni anlatır.
EY ŞAİR! BENİ KOCAKARI YAPTIN
Bunun üzerine ikinci şair, “Ben işi anladım. Durun hele, ben şimdi onun mizacına uygun bir şiir yazayım. Bakın ondan sonra nasıl mükâfat alacağıma” diyerek, kasidesini tertip eder. Akabinde gider halifenin huzurunda okur. Şiirde, “Allah’ım bize öyle bir halife verdin ki, bu güne kadar misli görülmedik bir takva sahibi bir zattır. Seccadeden kalkmaz, gündüzleri saim, geceleri kaim, filan falan…”
  Büyük insan, bu kasideyi de dinler, şu cevabı verir: “Şairim, senden evvel kaside okuyan şair filan zat, benim hakkımda birtakım meziyet ve faziletlerden bahsetti. Ben daha hiçbir iş yapmamış, makama yeni oturmuş iken, sıfatlarımı ortaya koyacak bir icraatım, amelim yok iken, o sözlerini kabul edip, ona mükâfat vermek, yalancı şahitlik olacaktı. Dinimiz bunu yasaklıyor… Şimdi ise sen bu kasidenle beni o hale getirmişsin ki, sanki bir kocakarı… Ayol gece gündüz seccadeden kalkmayan bir insandan ne beklenir? Seccadeden kalkmayan değil, yaptığı hayırlı işlerle, hep secdede imiş gibi güzel ameller, icraatlar yapmak daha önemlidir.”
DEDENİ UNUTMA
İkinci şair de bir şey alamaz. Bunları gören üçüncü bir şair, hale uygun bir kaside yazdığı iddiasıyla ortaya çıkar, halifenin önünde şiirini okur: “Ey halife, her şeyden önce kimin torunu olduğunu unutma. Sen Ömer İbni Hattab’ın torunusun… Senin deden, o günden bu güne, adaletin, şecaatin, şehametin, bütün insanî ve İslâmi faziletlerin abidesi olmuştur. Damarlarındaki kan onun kanıdır. İkinci Ömer olmaya çalış. Senden onun ve onun gibi büyüklerin, bütün halifelerin, âdil meliklerin, peygamberlerin emiri/imamı olan Muhammed Mustafa (sav)’in yolu ve izi beklenir.”
PARA AZDIR, AMA KENDİ PARAMDIR
Bu sözleri dinleyen Ömer bin Abdülaziz, şaire çıkarır bir miktar para verir ve der ki: “Söylediklerini dua ve tavsiye, nasihat, yol gösterme olarak kabul ettim. Şu hediyeyi de sana takdim ediyorum. Ancak daha önce bu işlerde hep büyük miktarlara alışık olduğunuz için size az görünecektir. Fakat bu para hazineden değildir. Sattığım eşyalardan ayırdığım bir miktardan verilmektedir, beytülmalden değildir…”
Hatırat ve menkıbe kitapları okurken, asıl bu asil güzelliklere gıpta etmek, o vasıflarla vasıflanmak lazımdır. Buna, şu teneffüs ettiğimiz havadan daha muhtacız… 
Baran Dergisi 428. sayı