Geçmişi günümüz ve istikbale bağlamak gerekiyor. Zaten tarihe bakan halihazırdaki insan şuurudur. Bunu bir dünya görüşü zaviyesinden sağlıklı yapabilmek mühimdir. Bu yazımızın girişinde temas ettiğimiz temizlik ve nezaket bahisleri ise sanatı çağrıştırıyor. Bütün bunlarla beraber İstanbul seçim yenilgisini de değerlendirmek istiyorum. Hem geçmişle hem gelecekle ilişkili olarak.

Temizlik, tuvalet alışkanlıklarından tutun da maddî ve manevî temizliktir. Her ikisi bir arada, beden ve ruh temizliği de diyebiliriz.

Başkalarının hakkına riayet etmek ise nezaketin temelidir. Bütün ilişkilerimizi nefs temelinde değil de hak temelinde sürdürmeli. Nefsimize dokununca sadece hak-hukuktan bahsetmek değil, başkalarına olan zulme ve haksızlığa da karşı olmak gerekiyor. Kendi için istediğini Müslüman kardeşi için istemek mevzuu. Osmanlı’yı Osmanlı yapan değer ise mazlumun yanında olmak idi ve bu milletin genlerinde bu duygu hâlâ vardır. Modernist-Batıcı hayat tarzının karartmasına rağmen zaman zaman açığa çıkmaktadır.
Nezaketin bir yönü güne hayırlı başlamak, hayırları murad etmek ve şerleri defetmektir. Kendimiz ve Müslüman kardeşlerimiz için defedemediğimiz şerlerde ise bir hayır görmek ve sabretmektir. Şerlerin bizim için sınanma ve arınma kurnası olduğu bilincinde olmak ve ayrıca İslâm düşmanlarını hiç unutmayıp onların yaptıklarına karşı bilenmek icap ediyor.

Bu minvalde biraz geçmişe gidelim. Sultan II. Murad’ın Bursa’da üzeri toprakla kaplı mezarı, üzeri sandukalı ve kapalı türbelerden daha ilginç gelmiştir bana. Toprağın mezar hissini daha ziyade vermesinden veya sultanların mezarını böyle üstü açık pek görmediğimden olsa gerek. II. Murad Külliyesi’nin girişinde Ahmed Haşim’in mısraları kelâmla zamanı bütünlemek, insan hislerini bir kaynakta toplamak ister gibiydi:

“Bir zafer müjdesi burda her isim: / Sanki tek bir anda gün, saat mevsim / Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın / Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın / Güvercin bakışlı sessizlik bile / Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle, / Gümüştü bir fecrin zafer aynası, / Muradiye, sabrın acı meyvesi...”

Sabrın acı meyvesi demişken, Osmanlı’yı yıkılmanın eşiğinden kurtaran ve ikinci kurucusu sayılan, toplam 42 gazaya katılmış ve 28’inde yara almış gazi bir sultan olan Çelebi Mehmed’i anmak yerinde olur. Ayrıca, elinde yüzlerce kılıç kırılan, vücudunda bir çok yara olan, ancak “Seyfullah-Allah’ın çekilmiş kılıcı” Peygamberin mucize hadisinden dolayı düşman kılıcı altında şehid olamayan büyük sahabî ve büyük general Halid bin Velid Hazretlerini de rahmetle analım. Böylece tüm şehid ve gazileri aynı dava etrafında bütünleyelim.

Cihad ile sanatın yakın ilgisi var, iman ile sanatın yakın ilgisi olduğu gibi. Yine Bursa’dan mevzuyu merkezine bağlayan bir anı:

Çok kubbeli yapıların şahikası olan (20 kubbeli) ve hat sanatıyla ünlenen Bursa Ulu Cami’nin içinde farklı yerlerde elektronik panolarla caminin içindeki yüzlerce hat tanıtılıyordu. “Sözde hafif, mizanda ağır sözler”, sanattan anlayan (ilim ve irfanı birleştiren) birinin elinden çıkmış bilgilerle ziyaretçilere aktarılıyordu. Bu hizmeti akledenlerden Allah razı olsun. Hepsi birbirinden güzel anlam katmanlarına sahip olan hatlardan, “Ya Hazret-i İmam-ı Âzam Numan bin Sâbit” yazılı olanı ayrıca dikkatimi çekti. Elektronik panoda görüp, orada verilen adresle yerini buldum. Çünkü camide 192 hat olup tek tek aramak uzun sürerdi. Bir sanat eseri olan minberin etrafı ise cam bölme ile muhafaza altına alınmış. Caminin ortasında bulunan şadırvandan gelen su sesi, caminin içinde koşturup oynayan çocuk cıvıltısına karışarak, mü’minlerin dua ve ibadetlerinin eşliğinde bir senfoni oluşturuyordu.

Çağımızda özgürlük ve demokrasiden çok dem vuruluyor. Ancak sanatta kısır olanın özgürlüğü nasıl olur diye düşünüyor muyuz acaba? Artık sadece şekilcilik ve çıplak göz kaldığı için biz de oradan mevzuya girelim. Günümüzdeki kıyafetlerde bir şahsiyet yok, sadece göze hitap eden bir estetik ve renk uyumu söz konusu. Şahsiyet ile kıyafet arasındaki ilgiyi yakalamak zor. Zaten biçim, renk, kültür, estetik hususlarını da biz tayin etmiyoruz. Tüketim kültürünü empoze edenler belirliyor, biz seçeneklerden birini seçiyoruz. Osmanlı’da her bölgenin (şehrin) insanı farklı kıyafete sahipmiş. Bursa’da Osmanlı Halk Giysiler ve Takılar Müzesi’nde bunu mankenler üzerinde görüyorum. Afyonlu, Sivaslı, Kafkasyalı, Kosovalı başka özellikler ve güzellikler içinde Osmanlı bütününü temsil ediyorlarmış. Osmanlı mezar taşlarında bile ebediyet anlayışı yanında başlıkların formu, kadın-erkek ayrımı ve mesleğini belirtmesi vs. hususlarını görmek mümkün. Aynı farklılık mezarların başında yer alan sarık şekillerinde de görülür. Ulema, vüzera, meşayıh ayrımı gibi.

Tek tipleşmeye karşı olmaktan bahis ile çağımızda aslında “modern” diye dayatılan tek tipe (modaya) mahkûmiyet söz konusu. Ulvî zevk ve asil şahsiyet, tüketim ve kâr odaklı piyasalar karşısında nasıl varlık bulsun? En çok bunun çaresi bulunmalı. Şunu da ilave edersek, tesettürün anlamı ise çok derindir ve sadece üstünü başını örtmeden ibaret değildir. Kısaca her mevzuda inancın fikre, fikrin kültüre, kültürün estetiğe dönmesine muhtacız!.. Tabiî ki kuru kuru geçmişi övmekle çağımıza fikrimizin damgasını vuramayız. Geçmişi de harmanlayarak fikriyatımızı eşya ve hadiselere tatbik etmeliyiz, yeni şeyler üretmeliyiz. İçtimaî bir model ve bunun tatbiki çilesinden bahsediyoruz.

Bursa’da ziyaret ettiğim Üftade Hazretleri isminin hikâyesi de ilginç. Müezzinlik görevinden dolayı maaş aldığı ilk gece şeyhi Hızır Dede tarafından, “Üftade oldun (düştün)!” hitabına maruz kalıyor. Bunun üzerine maaşı reddedip hizmete devam ediyor ve ondan sonra da bu uyarıcı isimle ömür boyu yaşıyor ve şu anda da anılıyor. Sonraki nesillere örnek olması açısından bilinmesi önemli. Ancak İslâm tarihi bilinen kahramanlarla dolu olduğu kadar ondan kat kat daha fazla bilinmeyen kahramanlarla doludur. Çünkü İslâm kulu yetiştirir. Ehil ellerde ise kişi kahraman olur. Tanınsın veya tanınmasın önemli değildir. “Ehil eller” olayına da dikkat etmek gerek. Hocanın, şeyhin, liderin nisbeti sağlam olmalı, nefsini katmamalı ve faydalı olana (iç ve dış) yönlendirmeli.
Allah’ın erken yaşta yanına aldığı âlim ve fazıl kişiler de var. Bunlardan biri, Hanefî mezhebinin âlim ve velilerinden ve Fatih Sultan Mehmed Han devrinde yaşayan Molla Hayalî olup, henüz otuz üç yaşında iken vefat etmiştir. Aklî ilimlerdeki anlayışının yüksekliğinden dolayı ince meseleleri hemen kavrardı. Gece gündüz ibadetten geri kalmaz, günde bir öğün ile iktifa ederdi. Hayalî mahlası, titiz araştırmaları ve nazik üslubu sebebiyle ona verilmiştir. Şairler onun için, “sözü dilde, hayalî gözde kaldı” mısraı ile tarih düştüler.

İstanbul belediye seçimlerinin akabinde bir olaya şahid oldum. CHP’li bir grubun Marmaray Üsküdar metrosundaki nümayişine, ortayaşlı ve tesettürlü bir kadın, “Allah, M…….d var!” sesleriyle müdahale etti. Söz konusu grup karşılık vermedi, olgun davrandı ve sustu. Ancak nedense Alevî olduğunu düşündüğüm genç bir kadın, ortayaşlı hanımın devamlı tekrarladığı, “Allah, M……d var!” sözlerine dayanamadı ve “Atatürk olmasaydı siz de olmazdınız, o bizi kurtardı!” meşhur tekerlemesi ile hışımla söz konusu hanıma cevap verdi. Kalabalık toplandı ancak karışan olmadı. Ancak tablo açık: Bir yanda “Allah, M…….d”, öbür yanda “Atatürk” diyenler...

“Vatanı kurtardı, başımıza tebelleş oldu” sözünde olduğu gibi, bütün iflas etmişliğine rağmen hâlâ kanunla korunan bir “put adam”ımız var. Necip Fazıl’ın yazdığı kitaba başlık olan bu husus, her tarafı dökülse de “put adam” olarak varlığını sürdürüyor. Hani “bu çağda” diyorlar, “modern olmak”tan bahsediyorlar ya, bu çağdışı uygulamanın arkasında bu küfür yobazları var. Necip Fazıl’ın Put Adam kitabını okuyunca tekrardan gördük, Atatürkçülük bir ideoloji değil, içki ve fuhuş özgürlüğü temelinde Batı’ya özentinin adıdır. Batı medeniyetine gıpta ve taklid içinde olan ve bilmeden İslâm’dan nefret eden bir zümrenin adıdır. Yaklaşık yüzyıldır topluma bir şey veremedikleri gibi devamlı Batı propagandası yaptılar.

Miadını çoktan doldurmuş olan, sosyal ve siyasî bir rejim olarak halka vereceği hiç bir şey olmayan Kemalizm’in, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde tekrar dirilir gibi olması, Müslümanların rehavetinden ve modern hayata karşı Üstad ve Kumandan’ın işaretlediği ideolocya ve sistem şartını yeterince kuşanamamasındandır. Pusula var ancak pusula istikrarlı takip edilmiyor. Halktan ziyade güdücülerdeki eksiklikten bahsediyorum.

Yeni neslin ise bir hakikat kutbuna bağlanmakta zorluk çektiğini ve devamlı kafası karıştırıldığı için, Postmodernizmin, “hakikat yoktur, kafana uyanı al!” hilesine bir çok yerde düştüğünü ifade edeyim. Ancak, onların zihnî bombardımanı altında olduğunu ve mevcut rejimin ise (başta “muhafazakâr” hükümet olsa bile) modernist veya postmodernist anlayışı teşvik ettiğini ve bundan dolayı onları dinleyip yakın ilgi göstermek gerektiğini belirteyim. Onlar, böyle bir ortamda doğdular ve bundan dolayı suçlanmaları doğru değil.

“Modern hayat” içinde bir yerlere gelen ve beyaz yakalı olanların ise müreffeh hayatı idealleştirmeleri sonucunda, Ak Parti’ye tepki ile CHP’ye yanaşmaları söz konusu. Öyle ki, beyaz yakalı olan muhafazakârlar bile inancıyla çelişmesine rağmen modern hayat yanlılarına uyuyorlar. İçlerinde eziklik olduğu bir gerçek. Ayrıca İslâm’ın modern hayata da çözümler sunan bir ideoloji olduğunun bilincinde de değiller. İnsanları problemleri içinde kavramak ve ona hitap edecek dil ve diyalektiği iyi bilmek gerekiyor. Fıkhu’l-vaki’ (içinde yaşadığı toplumu bilmek) şartı bizden bunu ister. Zaten BD-İBDA ideolocyası ve onun Başyücelik modeli çağımızda alternatif “Yeni Dünya Düzeni”dir. Bunu İşleyip anlatamıyorsak bizim hatamızdır.

İstanbul yenilgisi, “bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü uyarınca, toparlanma ve uyanma süreci olursa faydaya dönüşür. Ancak ders çıkarmak ve ibret almak akıllı insanların işidir. İlletin tedavisi için marazın tesbiti gerekir. Tedavi için marazı doğru tesbit yerine yanlış tesbitlerle oyalanmak hatada devam etmek ve çöküşü hızlandırmak mânâsına gelir. Biz, illeti idealsizlik eksikliği olarak tesbit ettik ve tedaviyi de ideal veren sağlam bir ideoloji (BD-İBDA) olarak işaretledik. (Baran dergisinin 655. sayısının kapağında olduğu gibi.)

Şu noktayı da hatırlatalım ki, kafa konforumuzu bozmamak ve risk alıp gerektiğinde (ki gerekiyor) radikal tedbirlere başvurmamak sorunların altında kalmak demektir. Sorunlarla yüzleşmekten çekinmeyen kişinin yapması gerekenler ise bellidir. Müslümanlar, iktidardaki partiyi korurken kokuşmuş rejimi korumak dahil tüm statükocu tavırları bırakıp aksiyoner ve yenilikçi olmak zorundayız. Ayrıca gerçek mânâda İslâm’ın hâkimiyetini karşı tarafın üzerinde (küfrün surlarında) tecelli ettirmemiz icap eder. Demokratik rehavet ve sızlanmak ile bir şey elde edilemez. Kısaca, bizim bir rüyası olan ve rüyasının peşinde koşan adam veya adamlara ihtiyacımız var!

Baran Dergisi 657. Sayı
25.08.2019