Büyük Şehid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Düşünce Tarihine Bakış” alt başlıklı “Büyük Muztaribler” isimli eserinden:

“Felsefe tarihçileri, Kant’ın hayatı ve şahsiyeti ile felsefî başarısı arasında bir uyumsuzluk olduğu kanaatini belirtirler. Hayatı öylesine renksiz ve yeknesaktır ki, herhangi bir idealist pırıltıdan yoksun bu şahsiyette bir felsefe dehasının filizlenmesi şaşırtıcıdır. Kant’ın felsefe üzerinde yoğunlaşması öylesine yavaş ve geç olmuştur ki, astronomi, fizik, matematik gibi ilgilerle yoğrulmuş bir kafada gerçek bir teorik düşünce ruhunun nasıl mayalanmış olduğunu anlamak güçtür. Kant, ‘Saf Aklın Kritiği’ni yayınladığı zaman 57 yaşındaydı. 10 senelik bir kilitlenmenin ürünü olan eser, daha başlangıcından itibaren hep ‘3 ay içinde’ bitecek diye gelişmiştir; ve neticede düzensiz bir yapıda doğmuştur. Ama yine de, felsefe tarihinin en etkili eserlerinden biri olmuştur.”

“Saf felsefede fasıllarımın hemen her zaman üçlü olması biraz tuhaf görünmüştür. Ama bu, meselenin tabiatına bağlıdır. Eğer bir bölme kablî olacaksa, ya çelişki ilkesine göre tahlilî olmalıdır ki, bu durumda her zaman ikili olacaktır veya terkibî; ve eğer ikinci durumda kablî kavramlardan türetilecekse, (matematikte olduğu gibi kavrama karşılık düşen kablî sezgiden değil), o zaman bölme terkibî bir birliğin gerektirdiği gibi zorunlu olarak bir üçlü olmalıdır. Şart, şartlı, şartlının şartı ile birliğinden doğan kavram.”
Yukarıdaki alıntı üzerinden İBDA Mimarı sözlerine şu şekil devam eder: “Daha sonra Fichte’de işaret olarak kullanılmasına mukabil, Hegel’in büyük bir ihtimalle Kant’ın pek göze çarpmamış olan yukarıdaki satırlarından öğrenmiş olabileceği bu bilgi parçası, ‘teorik metodun’ saf bir formülasyonudur.”(1)

Yukarıda İBDA Mimarı’nın Hegel ile ilişkilendirdiği mevzu, kuvvetle muhtemel, “son sistem kurucu irade” olarak beliren Hegel’in bütün sistemini üzerine bina ettiği “Tez, Antitez ve Sentez” üçlü döngüsü zorunluluğu ile doğrudan alâkalı olsa gerektir. Bunun niçininin izahı bütün yazı dizimiz boyunca yazdıklarımız üzerinden okunabilir. “Beşer aklı veya zekâsı” üzerinden “son sistem kurucu irade” sahibinin Hegel olduğu ön kabulünden hareketle şunları diyebiliriz: “Beşer aklı veya zekâsı” çerçevesinde “Mutlak Fikrin Kurulamazlığı”nı yine “Mutlak Fikrin Gerekliliği” üzerinden sistem çapında örgüleştiren ve bunun 21. yüzyıl dil ve diyalektiğini “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” şemsiyesi adı altında topyekûn dünyaya teklif eden İBDA Mimarı, aslında “son sistem kurucu irade”nin bizzat kendisi olduğunu ifade etmektedir.  

Yukarıdaki bilgiyi şunun için aktarma ihtiyacı duyduk: Her şeyden evvel, yazı dizimiz boyunca, “Horoz Borcu” mevzuu üzerinden iddiamızı delillendiren bir noktada olduğundan dolayı ki bu mevzu, “beşer aklı veya zekâsı”nın “selim akıl” çerçevesinde anlam bütünlüğüne kavuşturulmasını gerektirmektedir. “Beşer aklı” çerçevesinde Sokrates’ten başlayan ve Eflâtun’un şahsında ete kemiğe bürünen ideal devlet “plan, program ve projesi” neredeyse 2000 yıl sonra Rene Descartes’ın Kartezyen Felsefesi ile yeni bir paradigmaya kavuşmuştur. Daha sonra bu paradigma, sonuçları itibariyle Amerikan Pragmatizmi, Rusya Materyalizmi ve Çin Sosyalizmi ile birlikte, “Yeni dünya düzeni kurucu iradesi” rolüne soyunan Kapitalizm ve Materyalizm veya Sosyalizm’in bulamacı halinde beliren vatansız Neo-Liberalizmi de bir kenara bırakacak olursak, kâh İngiliz Empiristlerinden J. Locke, G. Berkeley ve D. Hume üzerinden ve kâh Alman İdealistlerinden E. Kant başta olmak üzere, sırasıyla Nesnel, Öznel ve Mutlak İdealizmin kurucuları olarak beliren Fichte, Shelling ve Hegel üzerinden hep yeniden kritik edilerek insanlığın hizmetine sunulmak istenmiştir. Hegel’in şahsında bu mevzuyu düğümlemek istememizin temel sebebi, “Mutlak Fikir” ihtiyacının ilahî bir esasa dayanmadan, “beşer aklı” üzerinden son ciddi örgüleştirme teşebbüsünün Hegel’de vücud bulmasıdır. “Son sistem kurucu irade”nin Hegel olduğu tespitini de dikkate alarak bu şekilde bir değerlendirme yapmak, mevzumuz açısından hiç de saçma olmasa gerektir.   

E. Kant, Alman aydınlanmasında esaslı bir kırılma noktası olarak kabul edilir. Kant, felsefeyi Almanya’ya taşımakla kalmamış, çok kaba bir dil olduğu üzerinde spekülatif yorumlar yapılan Almancayı(2) felsefe dili haline getirmiştir. Tam da bu noktada, şu şekilde bir saptama yapmakta fayda vardır: İBDA Mimarı, bütün bir Batı felsefesinin menbaını, “Batı tefekkürünü İslâm tasavvufu karşısında hesaba çeken” fikir adamı misyonuyla Türkiye’ye taşımakla kalmamış, özellikle Cumhuriyet sonrası metazori bir şekilde dayatılan ve “kurbağa dili” yakıştırması yapılan Türkçeyi 21. Yüzyıl dünyasına bir felsefe ve hikmet dili olarak hâkim dil / baba dil, diğer bir ifadeyle de “dölleyen” mânâsına “aydınlığı haber veren” ve dahi “namaza çağıran horoz” hâline getirmiştir. Bu arada şunu da söylemekte fayda vardır: Osmanlıca’da felsefî kaynaklara pek rastlanmamıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde felsefe pek itibar görmemiştir. Felsefenin gayesinin ne olduğuna bakılınca bu vaziyet hiç de anlaşılmaz değildir. Felsefenin gayesi, “hikmet sevgisi” üzerinden “hakikat arayıcılığı” gibi bir mânâyı mündemiçtir. Osmanlı Devleti’nin üzerine bina edildiği içtimaî sistem veya dünya görüşü, diğer bir ifadeyle de sosyo-politik veya sosyo-ekonomik sistemin vazettiği temel değerler, devlet ve millet olarak zaten hakikati yaşayan ve yaşatan bir noktada olduğundan, nazarî bilgi çerçevesinde şekillenen felsefeye de pek itibar edilmemiştir. Bütün insanlığın yitik malını son din ve de hak din olarak kendinde toplayan İslâm ve onun uzayan gölgesi halinde tezahür eden bir hayatı baş tacı eden Osmanlı Devleti, ta ki tarih sahnesinden çekilene kadar, “Yaşayan İslâm”ın son kalesi olarak varlık göstermiştir.

Tekrardan mevzuumuza geri dönecek olursak, aydınlanmanın paradigmasını kuran filozofların başında gelen Emmanuel Kant (1724-1804), her şeyden evvel Ortaçağ’ın dünya görüşünün son izlerini modern felsefeden silen ve mutlak bir hümanizmi tüm unsurlarıyla hayata geçiren bir filozof olarak bilinir. Kendisinden önceki iki büyük felsefe okulu olan Rasyonalizm ve Empirizmi tek bir noktada birleştiren Kant, hem bilim ve hem de ahlâk ilkelerini örgüleştiren bir model ortaya koymuştur.(3) Kant’ın bu çabası aslında, Sokrates’ten Eflâtun’a miras olarak bırakılan “horoz borcu”nu yerine getirme çabası olarak da okunabilir.

Demişlerdir ki, insanın bilgi ve eylemini, yani teorik (imanî veya duygu ve düşünce) ve pratik (amelî veya iradî) faaliyetlerinin temel ilkelerini ilahî bir yardım almadan kendi başına keşfedebileceğinin ve hayatını bu ilkelere göre düzenleyebileceğinin dil ve diyalektiğini veya duygu ve düşünce sistematiğini örgüleştiren Kant, kendisinden sonra gelen tüm idealist filozoflara ilham kaynağı olmuştur.(4) Rasyonalizm ile Empirizmi tek bir noktada birleştirme cehdi üzerinden düşünüldüğünde, Kant’ın Aydınlanmanın en önemli filozofu olduğunu tam da bu noktada aramak lazım gelir diye düşünüyorum. Çünkü Aydınlanma denilen şey, bizzat Tanrının kendisini akıl mahkemesinin önünde hesaba çekmeyi amaçlamaktadır. İnsanî bilginin temel ilkelerinin yine insanın bizzat kendisinden hareketle oluşturulabileceği iddiasını gündeme getiren Kant, dünyayı fikirde, diğer bir ifadeyle de duygu veya düşüncede kuran bir varlık haline getirmek suretiyle, aslında Aydınlanmanın da nihaî noktasına işaret ediyordu. Değil mi ki Aydınlanma, “beşer aklı” üzerinden yeni bir dünyanın kurulması ve ilahî hiçbir yardıma muhtaç olmadan insanın bu dünyada yaşamasına imkân sağlanmasını hedefliyordu.(5) “Mutlak hümanizm” kavramı ile ifade edilmek istenen mânâ da bu olsa gerektir. Demek ki, Aydınlanmanın temel gayesi, Allah tarafından insanlara Peygamberler vasıtasıyla bir hediye olarak müjdelenen ve selim akla kaynaklık teşkil eden şer’î ölçüler veya şeriatın reddi ve “beşer aklı veya zekâsı” çerçevesinde hayatın tanzim edilmesini idealize eden bir mânâya denk geliyordu. Kısacası, Allah’ın verdiği akılla Allah’a karşı gelmenin, dahası Allah’ın verdiği aklı beğenmeyip Allah’a karşı akıl taslamanın adıdır Aydınlanma! En nihayet Aydınlanmanın mottosu olarak kullanılan ve E. Kant’ın meşhur “Aydınlanma Nedir?” isimli makalesinde işaret ettiği “Aklını kullanma cesareti göster.” (Sapere Aude) dediği akıl da bu akıl olsa gerektir!

Sokrates ve onun talebesi Eflâtun’un açtığı yol üzerinden Rasyonalizmi kendi zamanına taşıyan Rene Descartes, Kartezyen Felsefe (Düalizm) çerçevesinde ruh ve beden tözlerini varlık alanına taşırken, mutlak töz olarak gördüğü Tanrıyı duygu ve düşünce dünyasının dışına itmek için özel bir gayret göstermiştir. Bunun ne büyük bir handikap olduğu o gün olduğu gibi, bugün de tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Tanrının varlığı kabul edilmesine rağmen varlıklar âlemi içerisinde Tanrıyı yok hükmünde değerlendirmek, akıl kârı değil! İşte tam da bu noktada Kant, “Sapere Aude” mottosuyla aklı tanrılaştırmanın kapısını ardına kadar açmıştır, denilebilir. Kant’ın açtığı bu kapıdan içeri giren Hegel, dışarı çıkarken bir Tanrı gibi davranmak zorunda kalmıştır. Hegel’in “Tez, Antitez ve Sentez” üçlü döngüsü çerçevesinde örgüleştirdiği Mutlak İdealizm, Kant’ın Mutlak Hümanizminden hareketle suret bulduğu pekalâ söylenebilir. Mutlak İdealizm, “beşer aklı veya zekâsı” üzerinden “Mutlak Fikir”in örgüleştirilebileceğine olan inancın beyhude bir davranışı veya çabası olarak da okunabilir. Bunun böyle olduğunu, “Mutlak Fikrin Kurulamazlığı”na “Mutlak Fikrin Gerekliliği” ile cevap veren İBDA Mimarı’nın, tam 2500 yıldır yerine getirilmeyi bekleyen “horoz borcu”nu, “500 yıldır beklenen mütefekkir” edasiyle, tam 1500 yıl aradan sonra yerine getiren İBDA fikriyatı veya külliyatından da anlamak mümkündür.
 
Dipnotlar

1-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, -“Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA Yayınları, İstanbul, 2004, c. 3., sh. 202-203.
2-Almanca, Hint-Avrupa dillerinin Cermen dilleri kolunda yer alan bir dildir. Almanca ilk kayıtlar m.s. 750 yılına dayanıyor. Başlangıcında standart bir dil olmayan ve kaba bir dil olduğu üzerinde durulan Almanca, modern kullanım dönemine 1500’lü yıllardan sonra kavuştu.  
3-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2015, sh. 639.
4-Ahmet Cevizci, a.g.e., sh. 639.
5-Ahmet Cevizci, a.g.e., sh. 639.



Baran Dergisi 668. Sayı