İnsanoğlu kapitalizmin dayattığı hayat tarzı sebebiyle binbir türlü hastalıkla boğuşadursun, son yıllarda Alternatif Tıb, Organik Beslenme, Kozmik Beslenme, Sade Hayat, an’anevî tıb, nebevî tıb gibi sağlıklı hayat tarzı yöntemleri ortaya çıktı. Ahmet Maranki, Aidin Salih, İbrahim Saraçoğlu gibi değerli isimler bu bu akımın başını çekiyorlar.
Çevremize baktığımızda, bu sağlıkçıların gerçekten halkın üzerinde etkili olduklarını müşâhede ediyoruz. Pazarda insanlar kara turp, kırmızı pancar, yerli sarımsak gibi aslında çoktandır sofralarımızdan uzaklaşmış sebze ve meyveleri arıyorlar. Komşularımız Maranki’nin verdiği sarımsaklı “doğal antibiyotik” tarifini kullanarak, “artık çocuğumuza antibiyotik ilaçlar vermiyoruz” diyorlar. Kimisi de Aidin Salih’in vücud temizleme yöntemlerini, açlık oruçlarını, hacamat yöntemlerini uygulayarak sağlığına kavuştuğunu söylüyor.  Geçenlerde bir televizyon kanalında aktif olarak doktorluk yapan bir zat, pastorize sütlerin “süt olmadığını” söyleyerek, “kendinize eskiden olduğu gibi sütçü bulun” tavsiyesinde bulunuyor. Kısacası, Maranki, Salih ve Saraçoğlu’nun tavsiyeleri pek çok insan üzerinde olumlu neticeler veriyor. Ancak yine onların “sağlıklı beslenin, organik beslenin” tavsiyeleri pek karşılık bulamıyor. Çünkü bu “organik” denilen ürünler öyle pahalı ki, günlük hayatımızda bunları sürekli tüketmek için zengin sınıfından olmamız gerekiyor.
Yâni pratikte, organik beslenmek, diğer bir deyişle içine kimyevî hiçbir madde bulaşmamış sebze, meyve, süt ürünü, tahıl vesaire bulmak pek mümkün değil. Belli yerlerde satılan bu ürünlerin tabiî olarak pahalı olması, tüketiminin yaygınlaşması önünde büyük bir engel teşkil ediyor.
Ülkemizdeki tarımda her türlü kimyevî maddenin, hormonun kullanılması bir yana, şimdilerde GDO’lu tohumların ülkeye girmesi için ABD ve İsrail’e vize vermeye hazırlanan Tarım Bakanlığı öbür yanda...
Patronları güya muhafazakâr firmalar “glikoz” gibi sun’i şeker türlerini (üstelik kanserojen) ürünlerinde kullanmaktan çekinmiyor. Marketlerde, dolapta aylarca bozulmayan sebze ve meyveler satılıyor. Uzun yıllardır elmalardan kurt çıkmıyor.
Dünya gıda sektörü, kapitalizmin “uzun yıllar bozulmayan ürün” kategorisine girmeyen ürünleri “yok etme” anlayışına uygun olarak, türlü kimyevî maddelerin mutfaklarda, insan vücudunda cirit atmasına engel olmuyor. Herkes bu çarkın bir dişlisini oluşturacak şekilde görevini yerini getiriyor.
Hazır tavuk yemeyin, hazır süt içmeyin, şu ürünleri tüketmeyin vesaire türü uyarılar, alternatif olarak ortaya konulanların dudak uçuklatan fiyatları sebebiyle pek karşılık bulamıyor.
Aidin Salih’in “yaradılışımıza uygun olarak yaşamak” olarak formüle ettiği “sade hayat”tan yola çıkarak “Sade Hayat Derneği” kuran Faruk Gunindi şöyle diyor:
- “Genetik mühendislikle üretilen tarım ürünleri, aşılar ve aromalar gibi ürünlerin etkileri elbette yine ileri teknoloji gerektiren laboratuarlarda gözlemlenebilecektir. İnsanoğlunun elindeki görüntüleme ve teşhis imkânlarının hâlâ yetersiz olduğu düşünülürse ve bu laboratuarlardan en büyüklerinin üretici şirketlere ait olduğu göz önünde bulundurulursa, önümüzdeki dönemde insanlığın başını en çok ağrıtacak gelişmelerin bir çoğunun bu alanlardan ortaya çıkacağı söylenebilir.
Tüm bu teknolojiler olup biterken tabiî, fıtrî ve temiz olanı korumak ve desteklemek insanoğlunun geleceği için daha önemli hâle gelmektedir. Temiz ve yaratılışa uygun olanı korumak, önümüzdeki zamanlarda artık bir tercih olmaktan çıkacaktır.”
Oysa bizim, “tek-dünya teorisyeni ve toplum mühendisi” Aldous Huxley’in tarif ettiği dünyanın tam orta yerinde, tabiattan nefret ederek; hayattaki maddî manevî herşeyi “hazır” olarak isteyerek; Televizyon, İnternet, Gazete, Reklam, Market, Show Center, AVM vesaire tazyiki altında yaşayarak; özetle, kapitalist hayat tarzının böylesine hastalıklı bir insanlık tablosu içinde ve istesek de fıtrî bir hayat tarzını tercih edemeyeceğimiz bir ortamda, “gelecekte güzel günler gelecek” tesellisinin oturduğumuz yerden gerçekleşmeyeceğinin farkına varmamız gerekiyor. Bunun için de, kapitalist dünya görüşüne karşı, kendi dünya görüşümüzün şuuruyla hâdiseleri değerlendirmemiz ve bilâhare “gerekeni yapmamız” şart gözüküyor:
Dünya gıda sektörünün dayatmalarına ve bereketli Anadolu toprakları üzerinde hiçbir yabancı tohum ve ürüne geçit vermeyerek (hiç de ihtiyacımız yok zaten bunlara!) dik duracak, hekimlerini “hakîm” keyfiyetine mâlik olacak şekilde eğitecek, Anadolu toprakları üzerinde hükmünü sürdürmek isteyen tüm yabancı unsurları temizleyecek bir inkılâb gerçekleştirmek; bir diğer ifadeyle, Büyük Doğu-İBDA İnkılâbını...
Nasıl? Onu da Tıp Kültürü sitesinden bir iktibasla söyleyelim:
«"Dünya görüşü"nün ve O'na bağlı "ahlak telakklisi"nin olduğu yerde inşaallah "taşlar yerine oturacak" ve hekimin "hakîm" keyfiyeti tezahür edecek, vatana ve millete olan borcunu telafi edecektir bu mümtaz ilim topluluğu... »
Yoksa organik beslenmek, sade yaşamak, fıtrî olana meyletmek, bir dünya görüşünün meseleleri kucaklayan bakış açısı içinde değerlendirilmedikten sonra, her mesele gibi “hikâye”den öteye geçmeyecektir, çünkü Kapitalist dünya görüşünün, “insanı” değil “kapitali” merkeze alan anlayışıyla, hayatımızın her alanını ahtapot gibi sarmış kolları arasında, rehavet içinde “sağlıklı yaşamanın yollarını” ne kadar arasak da bulamayacağız.