İkinci Dünya Savaşı’nın kazananı olarak demokrasi, kapitalizm, özgürlük, insan hakları, milletlerin hakları, eşitlik, zenginlik gibi ferdî, içtimâî ve milletlerarası mefhumları kendisi ve müttefiki olan diğer Batılı devletlerin çıkarlarına göre izah eden ve bu izahatları adeta insanlığın eriştiği zirve medeniyetin temel dinamikleri hâline getirerek dayatan Amerika’nın gerçek yüzü ortaya çıktı, çıkıyor.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldıktan ve Soğuk Savaşı kazandıktan sonra zafer sarhoşluğuyla dünyanın geri kalanına canının istediği gibi nizam verebileceği hissine kapılan Amerika, bu hisle hareket ederken önce kendi topraklarında vuruldu ve ardından imajını kurtarmak için başlattığı Afganistan ve Irak işgâl girişimlerinde hakikatle en acı şekilde yüzleşmek zorunda kaldı. İşgâl etmeye kalktığı her iki memlekette de herhangi bir düzen tesis edemeyen ve tutunamayan Amerika’nın siyasî ve iktisadî hâkimiyeti de bu iki büyük hezimetle beraber gerileme devresine girmiş oldu.

Amerika, iktisadın temelini teşkil eden emeği devredip finans ekonomisine dönmenin ve üretimi Asya’ya devretmenin bedeliyle de hemen hemen aynı yıllarda yüzleşmeye başladı. Üretim kaynaklı reel gelirler gitgide Asya’ya kayar ve burada Çin gibi yeni güçler doğarken, ABD, Irak ve Afganistan’da sergilenen beceriksizlik dolayısıyla siyasî hakimiyeti de elinden kaçırmaya başladı. Gücün bölünmesi ve kuşak ülkeleri için alternatiflerin çoğalmasıyla beraber, düne kadar Amerika’nın her sözünü emir telâkki eden memleketler bile kendi siyasetlerini belirlemeye ve uygulamaya başladılar.

Meydana gelen en büyük değişimlerden biri de iletişim vasıtalarının çeşitlenmesi neticesinde yaşandı. Senelerce uğraşılarak meydana getirilmiş olan “Amerikan Rüyası” illüzyonu, emeğin doğuya kaydığı ve bunun tabiî neticesi olarak tam da Amerikan orta ve alt sınıfının fakirleştiği, üstüne bir de 2008 Mortgage krizinin yaşandığı ve işsizliğin patladığı bir dönemde bozuldu. Lanse edilmeye çalışılan her ne olursa olsun, Amerika’da insanların ne şartlar altında yaşamak zorunda bırakıldığı dünyanın en doğusundan en batısına kadar herkesin malûmu hâline geldi.

Elektrik enerjisinin ön plana çıkması ve petrolün, yâni Amerikan Doları’nın değerinin kaynağının gitgide stratejik ehemmiyetini yitiriyor olması da ayrıca göz önünde tutulması gereken diğer bir gelişmeydi

Yaşanan tüm bu gelişmelerin Amerikan kamuoyu ve iç siyasetine yansımalarının olması kaçınılmazdı. Dünya çapında yaşanan salgın hastalık ve bu hastalığın yayılmasını önlemek amacıyla alınan tedbirlere karşı doğan reaksiyon da, senelerdir Amerikan vatandaşlarında mevcut düzene karşı biriken öfkenin dışa vurumuna vesile teşkil etti.

Bugün ise yaklaşan seçimlerle beraber Amerika’da iç savaş ve darbe ihtimâlinin bile konuşulmaya başladığı şartlara şahitlik ediyoruz. Eskiden Türkiye için “küçük Amerika” derlerdi, ne var ki geldiğimiz noktadan baktığımızda Amerika için “Büyük Türkiye” denmesinin herhâlde daha doğru olacağını düşünüyoruz.

Unutmadan, Amerika’nın senelerdir bir türlü çözüme kavuşturamadığı ırkçılığın da yine tam da bu dönemde, Amerikan polisinin siyahî bir vatandaşı gözaltına alırken göstermiş olduğu şiddet neticesinde ölümüyle hortlamasıyla beraber işler artık iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir noktaya evrilmiş oldu.

Amerika’nın bugün içinde bulunduğu vaziyeti genel hatlarıyla çerçevelediğimize göre, şimdi, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dergimizde haftalık olarak tefrika edilen Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin 47. bölümünde geçen şu bahsi yeri gelmişken hatırlamakta fayda var:

“Dünün NASS gibi bir bedahet emniyetiyle kabul gören mefhumları yerine, onun tam zıddı olanlar, hem de aynı şahısların aynı tür hâdiseleri değerlendirişinde görülmüyor mu? Sovyetlerdeki dağılma, nasıl da inanılmaz bir gevşeklikte ve rahatlıkla olmuştu. Bugün görülen hâdiseler de, adetâ ciddiyetten uzak ve iki taraflı usanmışlarca gerçekleştirilmekte. Yanlış anlaşılmasın: Mevcud düzenlere karşı verilen mücadelelerin mazi ciddiyetinden değil, “olması gereken”in bir oyun rahatlığı ile pek tabiî gerçekleşmesindeki ciddiyetsizlikten bahsediyorum. Daha ziyâde, muhafaza edenler için söylüyorum. Hâdiselere şahsiyet verme usulüyle ifâde edersem, lisân-ı hâl ile şöyle diyorlar: “Mevcud koktu da, ne olması gerektiğini biz de bilmiyoruz!”… Demokrasi, ne koruyanların, ne de isteyenlerin benimsediği; operasyon kararı aldıktan sonra, Birleşmiş Milletler Teşkilatına “karar alın!” emri veren Amerika gibi, demokrasinin tadı ona rağmen yapılan hareketlerde ve onun için yapılan kitabına uysun uymasınlarda. Bugün bütün dünyanın, İSLÂM dışında denenmemişleri kalmamış olarak ortak sorusu şudur: “Yaşanmaya değer hayat ne, hangisi?”… Bir futbol maçı hiç oynanmadan neticesi söylense ortada ne oynayanlar, ne seyredenler bulunur, ne envai çeşit yorumcular ve mevzuu; tadı tuzu olur mu? Keçiboynuzu keyfiyetler, onlar adına bir harra hurraların tadı ile perdeleniyor. Yanlış anlaşılmasın: Bugün mevcud hareketleri, asıl için bir halk talimi, yöneticiler için bir ikâz veya idrak vesilesi olarak görüyorum. Hani, nerede ve nasıl olursa olsun diyecek kadar. Bilmem 5, bilmem 8 sene oldu; İsrailli bir devlet adamı, “Müslümanların getireceği yeni bir şey yok, bir hayat tarzı yok!” demişti. Biz, tâ 1990 Körfez Savaşı sıralarında, Amerika kasdıyla, “Süper gücün biri çöktü, öbürü pek mi ayakta!” demiştik. Batı’nın hayat tarzı çöktü de AIDS gibi başkasına bulaştırarak bu müşterekliğin başında kalmaya çalışıyor… Bu söylediklerim, “Petrol, çıkar, ekonomi” vesaire etrafındaki söylenenlere bir şey eklemeksizin söylenmesi gerekenler. BÜYÜK DOĞU-İBDA’dan başka hiç kimse kaydıyla, İsrail’e de gerekeni söylemiş oluyorum. Tersinden veya düzünden, dünya’daki bütün gelişmeleri, bu mânâyı doğruluyor görüyorum. Hem de tam müflis olmam gereken şartlarda; Üstadım’ın, “Biz sussak, mezarımız konuşacak!” demesi hatırda…”

***

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Sovyetlerdeki dağılma, nasıl da inanılmaz bir gevşeklikte ve rahatlıkla olmuştu” dediği gibi Amerika Birleşik Devletleri’ni bekleyen dağılmanın da aynı şekilde inanılmaz bir gevşeklikte ve rahatlıkta olacağını kestirmek güç değil. Evet, Amerika dağılacak dağılmasına ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun başka bir yerde dediği gibi “tarım toplumu” olmaktan başka bir mümeyyiz vasfı da kalmayacak, peki ya sonra? Yâni şunu demek istiyoruz, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş, yaşandı ve bitti. Tarafların her biri kendi düzenini hâkim kılmak için bu mücadeleleri verdiler; fakat ya neticesi? Ne iki büyük dünya savaşı ve ne de Soğuk Savaş’tan galib çıkanlar insanlık için yaşanmaya değer bir hayat inşa edemediler. Birinci Dünya Savaşı’nı kazananların başarısızlığı İkinci Dünya Savaşını, İkinci Dünya Savaşı’nı kazananların başarısızlığı Soğuk Savaşı doğurdu; ve Soğuk Savaş’ın gâlibi Amerika’nın başarısızlığı da muhtemeldir ki Üçüncü Dünya Savaşı’nı doğuracak. Yâni görüldüğü üzere tek başına kazanmak, gâlib çıkmak da kâfi gelmiyor. Peki ya kazandıktan sonra? İşte tam da burada kendimize dönmemiz gerekiyor. Bugün güçler dengesi içinde kendisine yer arayan Türkiye, yarın olması muhtemel bir dünya savaşının kazananları arasında yer alması hâlinde insanlık için nasıl bir yaşanmaya değer hayat vaz ediyor?

Şimdi belki içten içe “Dünya savaşı çıktı, kazandık da sonrasındaki hayata sıra ne ara geldi?” diyenler vardır. İşin aslına bakacak olursak, bu soruya yanlış bile olsa herkesi etrafında bir araya toplayacak bir cevab peşinen verilmeden, o savaşlar kazanılmıyor.

Evet, Amerika global dengeler içindeki ağırlığı, temsil ettiği bütün değerlerle beraber her geçen gün kaybediyor, peki ya Türkiye? Türkiye global dengeler içinde her geçen gün ağırlık kazanıyor; fakat hangi değerleri temsil ederek?

“Amerika batıyor”, “Avrupa battı”, “Batı bitti”, “bizi de zaten kıskanıyorlar” gibi sloganları artık bir kenara bırakmanın ve Türkiye’nin temsilcisi olması gereken değerler ile teklif etmesi gereken yaşanmaya değer hayatı konuşmanın vakti gelmedi mi?

Baran Dergisi 716.Sayı